Sevgili okur, böyle bir yazıyı kaleme almak, bizlere yaşatılan çile ve haksızlıkları, yürekte biriken öfke ve isyanın tezahürünü sizlere objektif olarak aktarabilmek oldukça zor. Bundan daha zor olanıysa, üç ay gibi uzun bir süre bana, kızıma ve ailemize yaşatılan acı ve haksızlıklardır. Bursa Tıp Fakültesi’nde meydana gelen hata, ihmal ve umursamazlığın sebep olduğu yoğun bakım […]
Sevgili okur, böyle bir yazıyı kaleme almak, bizlere yaşatılan çile ve haksızlıkları, yürekte biriken öfke ve isyanın tezahürünü sizlere objektif olarak aktarabilmek oldukça zor.
Bundan daha zor olanıysa, üç ay gibi uzun bir süre bana, kızıma ve ailemize yaşatılan acı ve haksızlıklardır. Bursa Tıp Fakültesi’nde meydana gelen hata, ihmal ve umursamazlığın sebep olduğu yoğun bakım süreci sonunda zamansız kaybettiğimiz eşim Mehmet Buğday’ın ardından bir ömür boyu dilimizden düşmeyecek olan “Keşke”lerle yaşamak zorunda bırakılışımızdır.
Reanimasyon denen, ölüm koğuşu görünümdeki bir serviste, makinaya bağlı olarak bir yudum soluğa muhtaç, ağızda burunda hortumlar, vücudun her yerinde tüpler ve torbalarla kıpırdayamadan ama şuuru açık, mantığında en ufak bir sapma olmadan yaşam mücadelesi veren yakınını seyretmektir.
Sevdiklerini ancak bir camın ardından görüp özlemle el sallayan, aylarca yemeden içmeden, kimyasal depo haline gelen kavruk vücuduyla inatla direnen ve baş edilemez hastane enfeksiyonu sonucu ve başka bilinmezlerle adım adım ölüme giden yakınınızı elini tutamadan, öpüp okşayamadan, sevginizle destek ve güç veremeden seyirci kalmaktır.
Bu nedenle öfkem çok büyük. Bir bilim yuvasında tanık olduğumuz, akıl ve mantığımızın alamadığı ilkellikler ve umursamazlıklar karşısındaysa isyanım daha da büyük…
Her şeye karşın amacım, bu güne dek gözbebeğimiz gibi korumaya çalıştığımız kurumlarımızı, özellikle de laik ve çağdaş anlayışın savunucusu olan üniversitelerimizi yıpratmak değil…
Yönetenlerini gözden düşürüp, olayı kişiselleştirip kendi iddialarımızda haklı çıkmak hiç değil. Ayrıca bu acıları çeken, yakınlarını bu tür gerekçelerle kaybeden tek örnek de ben değilim. Bu acıları paylaşan, çaresizlik içinde ne yapacağını bilmeden kıvranan onlarca insana bizzat şahit oldum.
Amacım, sağlık kurumlarımızda yapılan ihmaller sonucu yaşamlarını kaybeden insanların dramını, hasta ve yakınlarına yapılan hata ve haksızlıkları doğru, objektif olarak çözüme katkı olabilmesi için gerçekleri göstermek ve bundan sonra başkalarının bu tür acıları yaşamasına engel olabilmektir.
Hata, ihmal, tedbirsizlik, umursamazlık ve sorumsuzluk sonucu genç yaşta yaşamını yitiren insanların ardında küçücük yaşta yetim bırakılan çocukların uğradığı haksızlığa engel olabilmek için yüreklice; yapılan hataları yetkililere aktarabilmek ve yasal yoldan mücadele edebilmektir.
Ne yazık ki ben, 17 Mayıs 2007 günü; 40 yıllık yol arkadaşımı, yüreğinde sadece sevgi, hoşgörü ve yardımseverliğe yer olan dünya iyisi eşimi kaybettim. Ölümü kabul etmek her insan için zordur. Acısı her yürekte farklı büyüklükte yaşanır.
Ama o ölümde ihmal, tedbirsizlik, hasta güvenliğinin hiçe sayılması, hasta haklarının kollanmaması ve şifa bulmak için gittiğiniz kurumda kaptırılan hastane enfeksiyonu en büyük etkense, karşılığında bu durumu doğal kabul eden bir anlayışla karşılaşılmışsa bu acıya dayanmak ve katlanmak olanaksız oluyor.
Tıpkı teröre kurban verdiğimiz gençlerimizin acısını çeken anne babaları ve eşlerinin isyanını anlayamayan ve ülkeyi kan gölüne çeviren güçlere bilerek veya bilmeyerek payandalık eden anlayışlara duyduğumuz öfke gibi dayanılmaz oluyor!..
Üstelik bu acılar yaşanırken tedbir almak, sorunun üstüne gitmek, veba mikrobu gibi insanları tehdit eden bu illeti yok etme anlayışının yerini; yok saymak, gerçekleri saklamak, uyaranları susturmak ve bilinçsiz hasta yakınlarını yanıltmak, ısrarcı olanlara aba altından sopa göstererek geri adım attırma yöntemi tercih ediliyorsa bu tavra katlanmak ve anlayış göstermek olanaksız oluyor.
Sevdikleri için kaybettiklerinin hepsi bir değerdir ve acıları büyüktür. Ancak benim acım çok farklı. Ben sadece yaşamdaki pozitif ışığım olan eşimi değil, kızımın “Benim akıl sağlığımın güvencesi, huzur ve güven kaynağım” dediği babasını değil, dünya tatlısı ikiz torunlarımın tanımıyla “Bembeyaz kalpli” dedelerini kaybetmedim.
Gerçekten insan olmayı becermiş ve onurluca yaşamayı seçmiş, mütevazı, komplekssiz, demokrasiyi özümsemiş, eşitlikçi ve adaletli olmayı yaşam biçimi sayan, öğrencilerine “Ben değil, biz” demeyi öğretmiş bir gönül insanını kaybetmenin acısını yaşıyorum.
Bu günün siyasi ortamında omurgalarını çıkartıp deniz anası kıvamında siyasette önderlik yapmaya kalkanları, topluma ahkâm kesmeye, yön vermeye soyunan zavallı, egosu doyumsuz insanları gördükçe yüreğimdeki acı volkan olup taşıyor.
Çünkü;
Kaybettiğim eşim Mehmet Buğday, topluma egemen olan çıkar ve güç uğruna çürütülen, yok edilen tüm insani değerleri bünyesinde toplamış, onları özümsemiş, insanlığın vicdanı olacak kadar dürüst, yaşama anlam katıp etrafını aydınlatan bir huzur kaynağıydı.
Bu nedenle siyasette ve toplumdaki döneklikleri, çıkar uğruna kişilerin uğradığı erozyonu ve yuvarlanmaları gördükçe öfkem dağları delecek kadar keskin oluyor. Bir koltuk uğruna tüm değerlerini geride bırakıp imam nikâhı ile siyasi kuma olmaya gidenleri ve gelenleri, fırıldak gibi dönenleri gördükçe yüreğimdeki öfke sağdan sola, soldan sağa fırtınaya dönüşüyor.
Olaylara ve haksızlıklara karşın duyarsızlık gösteren, kendi küçük hesap ve çıkarları uğruna susan, sessiz kalan, gerçekleri görmezden gelen aydın görünümlü (!) zavallıları görüp tanıdıkça içim ve dünyam kararıyor.
Oysa benim sevgili can yoldaşım Mehmet Buğday, hesap kitap nedir bilmez, kin, öfke ve nefreti tanımazdı. En üzüldüğü, kırıldığı, incindiği, haksızlığa uğradığı anda bile fırtına olmaz, karşısındakine ılık bir meltem gibi eserdi.
Benim eşim kıskançlığı, bencilliği, ve egoizme dayalı hırsları olmayan huzur ve güven insanıydı. Karşısında insan olan herkesi içtenlikle sevebilen, hiçbir ayrım yapmadan saygı duyabilen, affetmeyi bilen, hata yapmış çaresiz ve güçsüz insanların üzerinden rant elde etmemiş, dünya nimetleri için nefsini kirletmemiş onuru ve erdemi ile yaşayan nesli tükenmiş bir yürekli balkanlıydı.
Kendisinin ardından gazeteci Gül Kolaylı; “Bundan beş, altı yüz yıl önce yaşasaydı, ‘Ermiş’ deyip adına türbe yaparlardı; öyle iyi insandı” diye yazmıştı.
Yine sevgili büyüğümüz gazeteci Yılmaz Akkılıç, eşimi tanımlarken: “Arada bir düşünmüşümdür, O’nun en heyecanlı anlarda nasıl olup da vakarını yitirmediğini; hatta kimi zaman da, Yahya Kemal’in ünlü şiirindeki rint tanımlamasına pek uyduğunu: “Bir aslan esniyor gibi engin vakar ise
Rindin belâya karşı kayıtsızlığındadır…” Mehmet Buğday, belâya karşı kayıtsız kalmasını bilen, umursamayan ender insanlardandı. Bir aslan esniyormuşçasına…” ifadesi de karanlıkları aydınlatması, insanlara doğruyu, güzelliği, sevginin yolunu göstermesi için kendisini yıldızlara yolladığım eşimi sizlere anlatabilecektir.
Bu konuyu daha fazla uzatmak istemiyorum. Tek isteğim yurttaşlar olarak bize ait kurumlarımızda insan yaşamını tehdit eden aksamaların giderilip tehlikenin ortadan kaldırılmasına, hasta ve insan haklarına saygıyı yerleştirecek uyarı ve takibi yapmaktır.
Zamansız ve haksız ölümlere sebep olunmaması için herkes kendine düşen görevi bundan sonra yapmalı, sorumluluğunu yerine getirmeli ve yapmayanlara karşı duracak kadar da yürekli olmanın insanlık erdemi olduğunu kavramalıdır.
Ben eşime, yoldaşıma, dostuma, pozitif
ışığıma olan sevgi ve özlemimi; esen yele, yağan yağmur tanesine, kelebeğin kanadına, çiçeklerin özüne, tarlada baş kaldıran başağa, dağların doruklarına, ağaçların yapraklarına, güneşin ışığına yazdım sakladım.
Onu yıldızların arasına yolladım. Ondaki erdemler kaybolmasın karanlıklar aydınlansın diye…
Yolunu, yönünü, insanlığını ve sevgiyi kaybedenlere yol göstersin diye…
Bir ömrü bana, kızına, torunlarına, yakınlarına ve ona merhaba demiş tüm insanlara güzelleştirdiği için ona müteşekkirim.
Mehmet Buğday hep Güler Buğday’ın eşi oldu. Özlem Buğday’ın babası olarak tanındı. Asla komplekse kapılmadı ve bu durumdan dolayı bizi her zaman destekleyip onurlandırdı.
Şimdi ben de diyorum ki: Çok şükür Tanrı’ma ki bana Mehmet Buğday’ın eşi olmayı kısmet etti. Bu ayrıcalığı ve onuru bana yaşattı. Yaşam boyu bana destek olan, gerek siyasi mücadelemde gerekse inandığım davalarda verdiğim kavgalarımda hep arkamda öne çıkmadan dimdik duran sevgili eşime layık olmaya devam etmek için yine doğruları söyleyeceğim. Her zamanki gibi haksızlıklar karşısında yine “Kral çıplak” diyecek kadar yürekli olacağım.
Yanlışlar, hatalar, haksızlıklar, yolsuzluklar, adaletsizlik ve eşitliksizlikte bu güne dek olduğu gibi bundan sonra da mücadeleme aynı yüreklilikle devam edeceğim. Her zamanki gibi yine dik duran, eğilip bükülemeyen olacağım. Mücadelemde yalnız bırakılsam, tüm kalabalıklar karşımda olsa bile onun benim yanımda olduğunu bilerek yoluma devam edeceğim.
Sevgili dostum, can yoldaşım, dava arkadaşım, sevgim seninle, senin pozitif ışığın benimle olsun. Hoşça kal, rahat uyu küçük cüsseli büyük yürekli balkanlım….
*Yazı yenibursa.com adresinde yayınlanmıştır