İşlevsel olarak tarihi daha eskilere dayanmasına rağmen, ABD’nin Irak işgali sırasında popüler bir terim olarak gündeme oturan embedded kavramının içeriği, savaş öncesini de kapsayacak şekilde genişlemekte. Türkçeye ‘iliştirilmiş’ olarak çevrilen embedded kavramı, akreditasyonun farklı bir versiyonu olarak kullanılıyor. Çatışma bölgelerinde ordu birlikleriyle birlikte hareket ederek habere ulaşan ayrıcalıklı gazetecilere verilen bu isim, gazetecilik etiği tartışmalarında […]
İşlevsel olarak tarihi daha eskilere dayanmasına rağmen, ABD’nin Irak işgali sırasında popüler bir terim olarak gündeme oturan embedded kavramının içeriği, savaş öncesini de kapsayacak şekilde genişlemekte. Türkçeye ‘iliştirilmiş’ olarak çevrilen embedded kavramı, akreditasyonun farklı bir versiyonu olarak kullanılıyor. Çatışma bölgelerinde ordu birlikleriyle birlikte hareket ederek habere ulaşan ayrıcalıklı gazetecilere verilen bu isim, gazetecilik etiği tartışmalarında önemli bir yer işgal ediyor. Bir anlamda habere ulaşmak uğruna gerçeklerden feragat etmek anlamına gelen iliştirilmiş gazetecilik kavramı, hükümetler ve ordular tarafından teşvik ediliyor. Milli güvenlik ve savaş koşulları gibi gerekçelerle mazur gösterilmeye çalışılan bu bağlılık ilişkisi, dünya coğrafyasına iyiden iyiye hakim olan sürekli savaş konseptinde yeni bir silah olarak fazlasıyla rağbet görüyor.
Savaş araçlarındaki korkutucu gelişmenin tek başına yeterli olmadığı gerçeği, işgal edilmelerine karşın halen ele geçirilemeyen Irak ve Afganistan deneyimlerinin ardından Hükümetleri başka arayışlara itti. Sansür gibi modası geçmiş yöntemlerse, özgürlük havariliğine soyunanların imajlarına yarardan çok zarar veriyor. İşgal güçlerinin, mantığın canını okurcasına, özgürlük ve katılım gibi kavramları dillerine doladıkları modern zamanlarda, kontrollü katılım prim yapıyor. Ne var ki bu da yeterli değil. Zira sıcak çatışmanın öncesinde ve sonrasında da propagandanın ne denli önem taşıdığı artık herkesçe malum.
Olası bir savaş tehdidi Türkiye’nin de kapısında. Kentlerde patlayan bombalar, ülkenin doğusundan gelen acı haberler ve Kuzey Irak’taki gelişmeler, siyasal iktidarın askerlerin sınır ötesi operasyon talebi karşısında direnç göstermesini zorlaştırıyor. AKP hükümetinin, yaklaşan genel seçimlerin etkisiyle, kamuoyunda yükselen milliyetçiliği görmezden gelmesi de zor gözüküyor. Asıl konumuz olan görsel ve yazılı basın ise, çoktan silahlarını kuşandı bile. Bugüne değin barış, uzlaşı ya da itidal çağrılarında direten gazeteler ve kanaat önderlerinin sesleri, gergin atmosferin etkisiyle bir bir kesiliyor. Dillendirilen her kelimenin, toplumsal hassasiyetlerin süzgecinden geçirilmesi adeta bir zorunluluğa dönüşmüş durumda. ‘Her iki taraf’, ‘konsensüs’, ‘siyasal çözüm’ gibi tanımlar, artık her zamankinden daha marjinal. Kazara ağızdan çıkmaları durumdaysa, sahiplerini bekleyen tehlikenin sınırlarını tahmin etmek gerçekten çok güç.
Tehlike sinyalleri
Mehmet Ali Birand’ın söz konusu sürece bakışı kamuoyunca az çok biliniyor. Usta gazeteci, Andıç skandalında üzerine atılan çamurdan hâlâ kurtulamamışa benziyor. Zira geçtiğimiz günlerdeki bir programında, “Kaç ölü var?” diye soruvermesi bile, yeri göğü inletmeye yetti. Bölgeden gelen ölüm haberlerinin gerginliğinden prim yapmak niyetindeki kesimler, gazetecinin normalde önemseyecek bu tavrının üzerine, tabiri caizse mal bulmuş mağribi gibi atladılar. İnfial halindeki kamuoyu da taşa davranmakta tereddüt etmedi. Protestoların, hakaretlerin bini bir para. Haber dilinin gerekliliklerine, dili sürçerek de olsa uygun davranan bir gazetecinin üzerine bu denli gidilebiliyorsa, varın gerisini siz düşünün.
Bu ve benzeri durumlarda yükselen dalgadan yana konumlanmakta profesyonelleşen Türkiye basının son gülerdeki durumu tehlike sinyalleri veriyor. Oto sansürün vardığı boyut, en marjinal basın meslek kuruluşlarının sesini dahi kesecek kadar genişledi. Örgütün salı günü aldığı ateşkes kararını AP’nin sitesinden anında aktaran haber portalları bile, bunun ‘hain terör örgütünün’ yeni bir oyunu olduğu şerhini aralarında söz birliği etmişçesine haberinin altına düştüler. Ancak siyasilerin ve askeri yetkililerin ağzından duymaya alışık olduğumuz yorumlar, ajans haberlerinin içeriğine kadar girebiliyor. Öyle ki, Anka ajansı, ‘Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt’ın son dönemde 5 kilo verdiği öğrenildi.’ şeklindeki haberini, büyük bir ciddiyetle abonelerine geçiyor. Bu örneklerin üzerine köşe yazarlarının yorumlarından bahsetmeye sanırım gerek yok. Zaten pek çoğu, savaş çığırtkanlığı yaparak elde etmeyi umdukları milletvekilliği maaşlarını şehit ailelerine vermeyi vadetmekle meşguller.
İçinde bulunduğumuz cinnet ortamının kanlı nimetleri, belli ki kimi çevrelerinin hayallerini süslüyor. Ancak ana akım medyanın, kamuoyunun taleplerine uygun davranma refleksini de aşıp, kendini adeta kamuoyunun yerine koyma ve onu yönlendirme eğiliminin bir an önce mercek altına yatırılması gerekiyor. Tarihte, savaşların arifesinde ya da toplumsal histerinin yükseldiği dönemlerde, basının şirazesinin kaydığına dair kayıtlar mevcuttur. Ancak bu tespit, bugünde böyle olması gerektiğini ve elimizin kolumuzun bağlı olduğunu göstermiyor. Basın kendi öz denetim mekanizmasını bir an önce işletip, sürece müdahale etmeli. Evrensel ilkelerin ve insanlığın ortak birikimi olan değerler, ulusların dönemsel talepleriyle uyuşmayabilir. Ne var ki basın meslek kuruluşlarının ve gazetecilerin görevi, krizlerden nemalanmak değil, kamuoyu yayıncılığı çerçevesinde, uzun vadede halkın çıkarlarını gözetmektir. Henüz ortada bir çatışma yokken, varoluşu gereği askeri çözüme eğilimli olan silahlı kuvvetlere ilişenler, yaşanan acıların ardından mağdurların arasına döneceklerini unutmamalılar. Barışın argümanlarını dillendirenler, her savaşın galibidirler. Üstelik, barışın dilini konuşacak cesaretimiz yoksa bile en azından savaş çığırtkanlığı yapmayarak sürece katkı sağlamak da mümkün. İlişme kararında ısrarcı olanlara önemle duyurulur. Belki de en iyisi kimseye ilişmemek.
MELİH ALTINOK
27HAZİRAN 07 BİRGÜN