27 Nisan muhtırasıyla bir kez daha siyasetin akacağı mecra belirlendi ve icra edileceği alanın sınırları çizildi. Böylece ordunun on yıllık periyotlarla, kimi zaman darbeler kimi zaman da muhtıralar aracılığıyla siyasete müdahale etme geleneği de bozulmamış oldu. 27 Nisan’ı kendisinden önceki muadiliyle, yani 28 Şubat’la benzer kılan ve farklılaştıran neydi peki? Benzerliğin muhtıranın niyetiyle ilişkili olduğu […]
27 Nisan muhtırasıyla bir kez daha siyasetin akacağı mecra belirlendi ve icra edileceği alanın sınırları çizildi. Böylece ordunun on yıllık periyotlarla, kimi zaman darbeler kimi zaman da muhtıralar aracılığıyla siyasete müdahale etme geleneği de bozulmamış oldu. 27 Nisan’ı kendisinden önceki muadiliyle, yani 28 Şubat’la benzer kılan ve farklılaştıran neydi peki?
Benzerliğin muhtıranın niyetiyle ilişkili olduğu söylenebilir. 28 Şubat’ın muhatabı, döneminin en güçlü siyasal İslamcı akımı olan Milli Görüş hareketiydi ve amaçlanan hiçbir şekilde siyasal İslamı bütünüyle tasfiye etmek değil, Milli Görüş’ü rejimin sahipleri olan askeri bürokratik elitçe belirlenen sınırların içerisine, ya da moda tabirle merkeze çekebilmekti. AKP, bu girişimin sonucunda ortaya çıktı. 27 Nisan ise 28 Şubat’ın ürünü olan AKP şahsında İslamcılığa yapılan son rötuştu belki de. AKP, bu mesajı aldı ve siyasetin merkezine yaptığı yolculuğa hız verdi. 22 Temmuz seçimleri için vitrine konan isimlere bakarak bile bu hızlanışı görmek mümkün.
27 Nisan muhtırasını 28 Şubat’tan farklı kılan ise doğrudan doğruya siyasal konjonktürle ilgili. 28 Şubat, siyasal İslamcılarla askeri bürokratik elit arasındaki gerçek bir egemenlik mücadelesine tekabül ediyordu ve mücadelenin tarafları İslamcılarla laikler şeklinde kodlanıyordu. Oysa 27 Nisan muhtırası esas olarak Türkiye’nin AB üyelik süreciyle şekillenen başka bir mücadelenin ürünü: liberallerle, milliyetçiler/ulusalcılar arasındaki mücadelenin. Türkiye’de siyasal kutuplaşmanın tarafları, 1990’larda olduğu gibi laiklerle İslamcılar değil artık; liberallerle, milliyetçi/ ulusalcılar ve laik anti-laik çatışması da bu kutuplaşmanın bir “gölge fenomeni”, dolayımlı bir sonucu olarak karşımıza çıkıyor.
Tıpkı 28 Şubatta olduğu gibi bugünlerde de solun bir bölümünce dile getirilen “ne şeriat ne darbe” sloganının tam da bu noktada sorgulanması gerekiyor. Çünkü bu slogan, orduyla AKP arasında uzlaşmaz bir çelişki olduğu düşüncesinden hareket ediyor, çatışmanın tarafları olarak hala laiklerle İslamcıları görüyor ve taraflardan birinin şeriatı getirmek istediğini ötekinin ise darbe yapmayı düşündüğünü varsayıyor. Tıpkı, laik ya da İslamcı bütün siyasal öznelerin toplumun kutuplaşmanın bu eksende gerçekleştiğini varsaymasını istediği gibi.
Oysa AKP’nin beş yıllık iktidarı boyunca yaptığı icraatlardan ordunun rahatsız olduğunu söylemek mümkün görünmüyor. AKP’nin küreselleşmenin icra komitesi gibi çalışarak ülkenin bütün kamusal kaynaklarını yerli ve yabancı sermayeye devretmesi, neo-liberal iktisat politikalarına uygun her türlü yasal düzenlemeyi yapması, IMF programlarını eksiksiz uygulaması ve bir piyasa toplumu yaratma hedefi doğrultusunda çalışmasına ordunun herhangi bir itirazı olmadı. AKP’nin de toplumsal yaşamın dinselleştirilmesine köklü bir itirazı dillendirmediği sürece -ki böyle bir ihtimal pek görünmüyor- orduyla cepheden yüzleşmek için bir nedeni olmayacaktır. Ne de olsa iki özneyi de belirleyen üst bir özne bulunmakta: emperyalizm.
4 Mayıs günü Dolmabahçe sarayında, ne konuşulduğunu “bir tek Allahın bildiği” bir toplantı yapan Erdoğan ve Büyükanıt’ın aklında da bu üst öznenin bulunduğunu ve görüşmenin bu minval üzere gerçekleştiğini tahmin edebiliyoruz. Bu görüşmede taraflar arasında bir tür geçici ve düşük yoğunluklu uzlaşmaya varılmış olabilir. Örneğin, cumhurbaşkanını seçemediği için anayasaya göre hükümetin düşmesi ve meclisin feshedilmesi gerekliliğinin üzerine gidilmemesi karşılığında, Erdoğan partisinin daha mutedil bir politika izleyeceğini vaat etmiş olabilir.
Uzun vadede ise hem 27 Nisan Muhtırası’nın hem de Dolmabahçe görüşmesinin AKP’nin geleceği üzerinde büyük etkisi olacağı kesin görünüyor. Başta da söylediğim gibi, nasıl 28 Şubat Milli Görüş’ün ikiye bölünmesi ile sonuçlandıysa, 27 Nisan da AKP içerisindeki Milli Görüşçü kanadın tasfiyesiyle sonuçlanacaktır. Dolayısıyla, AKP’nin yeni milletvekili adaylarının, seçime yönelik bir halkla ilişkiler çalışmasının ötesinde, merkeze kesin bir şekilde oturmanın ve rejim için bir tehdit olmaktan çıkmanın simgesi olduğunu görmemiz gerekiyor.
Radikal 2’de 15 Eylül 2006’da yayınlanan “Uzlaşma Sona Ererken”* isimli yazımda siyasal özneler arasındaki uzlaşmanın sona ermekte olduğunu, Cumhurbaşkanlığı seçimi yaklaştıkça mücadelenin derinleşeceğini, ancak öznelerin geçici olarak oluşturduğu bloğu kesin bir şekilde dağıtma potansiyeline sahip esas etkenin Kürt sorunu olduğunu belirtmiştim. Yaşanan son gelişmeler, Kuzey Irak’a düzenlenmesi bir operasyon bağlamında, öznelerin AKP’nin merkeze gelmesi konusunda uzlaşmış olsalar bile, Kürt sorununun nasıl çözülebileceğine ilişkin bir konsensüse varamadıklarını gösteriyor, çünkü iki taraf da henüz emperyalizmin bu konuda nasıl bir tutum alacağını kestiremiyor.
* (http://www.radikal.com.tr/ek_haber.php?ek=r2&haberno=6331)
Fatih Yaşlı/Ankara Üniversitesi, Araştırma Görevlisi