Türkiye’de tehlikeli kulvarlarda ilerleyen bir “siyasi kriz” var. Anayasa Mahkemesi kararı, zaten içine girilmiş “siyasi kriz”den çıkışa derman olmamış; ona yeni bir boyut getirmiştir. Anayasa Mahkemesi kararına uymamak diye bir tercih yok. Daha önceden de belirttiğimiz gibi, alacağı karar bir “içtihat” niteliğindedir ve koyduğu “içtihat”, sadece bu parlamentonun Cumhurbaşkanı seçme imkanını tıkamakla kalmamış; bundan sonra […]
Türkiye’de tehlikeli kulvarlarda ilerleyen bir “siyasi kriz” var. Anayasa Mahkemesi kararı, zaten içine girilmiş “siyasi kriz”den çıkışa derman olmamış; ona yeni bir boyut getirmiştir.
Anayasa Mahkemesi kararına uymamak diye bir tercih yok. Daha önceden de belirttiğimiz gibi, alacağı karar bir “içtihat” niteliğindedir ve koyduğu “içtihat”, sadece bu parlamentonun Cumhurbaşkanı seçme imkanını tıkamakla kalmamış; bundan sonra da herhangi bir parlamentodan Cumhurbaşkanı çıkmasını neredeyse imkansızlaştırmıştır.
Çünkü, Anayasa Mahkemesi’nin Cumhurbaşkanlığı seçim turları bakımından ilk iki turda, toplanma yeter sayısı için 367’yi “şart” gören bir “içtihat” koyması, parlamentoda üçte biri oranını sağlayan, başka bir deyimle 184 sandalyeye ulaşan her parti ya da partilerin, istemedikleri Cumhurbaşkanı’nı seçtirmemesi imkanını doğurmuştur.
“Uzlaşsınlar, çözsünler” demek yetmiyor. Eğer, parlamento azınlığı, “uzlaşmaz” ise, Cumhurbaşkanı seçilemez. İster bu parlamentoda (zaten bu parlamento seçemedi), isterse bundan sonra gelecek herhangi bir parlamento. Anayasa Mahkemesi kararı ile, bundan böyle, 184 kişi, Cumhurbaşkanı seçtirmemek için “yeter sayı”dır. Yüce Mahkeme’nin kararı, “azınlığın dikte edeceği şartlar”ın esas teşkil edeceği bir garip “parlamento hukuku” üretmiş durumdadır. Karar ile “siyasi kriz”in derinleşmesi irtibatı buradadır.
Böylece, Anayasa Mahkemesi, 1982 Anayasası’nın ruhunda bulunan “Cumhurbaşkanı seçimini kolaylaştırma” yaklaşımının tam zıddı doğrultuda bir “içtihat” koymuş oluyor. Anayasa Mahkemesi’nin kararı, birçok hukukçu ve demokrat tarafından bir “hukuk ucubesi” olarak nitelenen 1982 Anayasası’nın bile, ruhuna aykırıdır.
Ancak, bu, Anayasa Mahkemesi kararının “içtihat” değerini ve itirazının imkansızlığını ortadan kaldırmıyor.
Bu, “hukuki sonuç”; bununla birlikte, bunun yarattığı bir “siyasi sonuç” söz konusu: “Siyasi krizin derinleşmiş olması”…
Bu noktadan itibaren ortaya çıkan iki tutum var:
1. Siyasi krizden çıkış yolunu bularak demokratik rejimi sağlama almak;
2. Siyasi krizi derinleştirerek, demokrasiyi tadil edecek yolların önünü açmak.
Seçimleri “en erken” süre içinde yapmak, bu arada Cumhurbaşkanı’nı “halka seçtirmek”, birinci yolu ifade ediyor.
Deniz Baykal-Sabih Kanadoğlu hattı ise, ikinci yolu benimsemiş görünüyor. İlk isim, “siyasi” cenahı, ikincisi “siyasi cenah”ın “hukuk alt yapısı”nı temsil ediyor.
*** *** ***
367 tartışmasını başlatarak -hukuk otoritelerinin büyük bölümünün çok farklı değerlendirmesine rağmen- CHP’ye Anayasa Mahkemesi’ne başvurması için “hukuki cephane” sağlayan ve içine sürüklendiğimiz “siyasi kriz”de önemli bir katkısı bulunan Sabih Kanadoğlu‘nu -aynı dalga boyundaki güçler ile birlikte- ciddiye almak durumundayız.
Bu kez ne diyor Sabih Kanadoğlu?
Karar 102. maddedeki süreci (cumhurbaşkanlığı seçim süreci) durdurmamıştır. Bu durmadığı için duran sadece 1. turdan 2. tura geçme olayıdır. Bu süreç zaten duramaz. Anayasa’nın dışına çıkılarak bir karar alınması halinde süreç durmaz ve yeni bir erken seçim kararı alınamaz. 20 günde seçim tamamlanmaz ise zaten seçime geçilir… Önemli olan, erken seçim kararının alınamaz olmasıdır. Bu süreçte Anayasa değişikliği yapamazsınız. Siyaseten yapılmak istenen taktikleri Anayasa usulleri içinde yapmak durumundasınız. Bunun dışında yapacaklarınızın Anayasal geçerliliği yok. Cumhurbaşkanını halkın seçmesi bir sistem sorunudur. Anayasa değişikliği önerisi bu süreç içinde yerine getirilemez. Bu aldatmacadır. Bu süre içinde değişiklik yapılamaz.”
CHP liderinin pozisyonu da tam budur.
Peki, derhal gidilecek seçim sonuçlarının çıkarttığı tablodan da Cumhurbaşkanı seçilemezse -ki, Anayasa Mahkemesi’nin “içtihadı” ile bu, kuvvetle muhtemeldir- ne olacak? Yeni parlamentoda seçime gitmek zorunda kalacak. Sonucunun çözüm getireceği hiç belli olmadan.
Ama öyle bir sonuç şu ihtimali içeriyor: 1982 Anayasası ile siviller tarafından yönetilmesi mümkün olamayacağı belli olan ve krizden krize sürüklenen bir ülkeyi, “iç hizmetler talimatnamesi”ne uyarak Silahlı Kuvvetler’in yönetmesi veya ülkenin onun uygun göreceği biçimde yönetilmesi gerekecektir.
Türkiye, Deniz Baykal-Sabih Kanadoğlu hattında ilerler ise, “demokrasi ile vedalaşma” güzergahında yol almaya başlayacak demektir.
Türkiye Büyük Millet Meclisi, Türkiye’deki sistemin “en tepesindeki” organdır. Savaş ilanına bile yetkisi var. Yetkileri, Anayasa’nın 87. maddesi ile tanımlanıyor. 77. Madde’nin son satırı ise aynen şöyle:
“Yenilenmesine karar verilen Meclisin yetkileri, yeni Meclisin seçilmesine kadar sürer.”
Yani, Cumhurbaşkanı seçemese bile, Meclis ortadan kalkmıyor, yeni Meclis seçilene dek “yetkileri” sürüyor ve bu yetkilerin içinde kanun yapma ve hatta Anayasa’yı -Anayasa’da belirtilen kurallara göre- değiştirme bile bulunuyor.
Dolayısıyla, Cumhurbaşkanı seçememiş olan bu Meclis, seçim kararı da alabilir; aldıktan gayrı, “yetkileri sona erene dek” Anayasa’yı bile değiştirebilir.
Yani, Cumhurbaşkanı’nın “halk tarafından seçilmesi” kararını bile, Anayasa’nın 175. Maddesi’nde öngörülen usule göre alabilir. Buna göre, TBMM, Cumhurbaşkanlığını doğrudan halkın seçmesi veya Ak Parti sandalye sayısına bakılırsa, en azından bu konuyu “halk oyuna götürme” kararını alabilir demektir.
Peki, bunu Cumhurbaşkanı olarak kim imzalayacaktır. Ahmet Necdet Sezer‘in süresi 16 Mayıs’ta dolmuş oluyor; Bülent Arınç‘a bakılırsa, yerini kendisinin alacağını düşünüyor.
Anayasa’nın 102. Maddesi’nin “Seçilen yeni Cumhurbaşkanı göreve başlayıncaya kadar görev süresi dolan Cumhurbaşkanının görevi devam eder” diyor ve bu hüküm, yeterince açık.
*** *** ***
Peki, Cumhurbaşkanı’nın halkın seçmesi, görev süresinin 5+5 olarak değiştirilmesi, seçimlerin dört yılda bir yapılması gibi öngörülen Anayasa değişiklikleri, Türkiye’de “yapısal bir değişiklik” anlamına gelmiyor mu?
Geliyor. Başkanlık veya yarı-başkanlık gibi bir sistemin alt yapısını oluşturulmasını da gerektiren radikal değişiklikler bunlar. Ancak, Anayasa Mahkemesi kararı da -27 Nisan askeri müdahalesi de- Türkiye’de demokratik sistemin işleyişini ciddi biçimde kilitlemiştir.
Bu durumda, ya “egemenliğin kaynağı”na başvurulacaktır, yani “halka sorulacak”tır; veya siyaset, Ankara’daki kurumların içine sıkıştırılarak rehin alınacak ve giderek demokratik süreci iptal edecek bir oyun oynanacaktır.
Yeni seçilecek Meclis, bir “kurucu meclis” gibi çalışarak, “yeniden Anayasa yazma” işine zaten girişmeye mecburdur. Cumhurbaşkanı’nın halkın seçmesinin ortaya çıkartacağı “sistemik gedikleri” de, yeni TBMM’nin ortadan kaldırması gerekecek.
Zaman, TBMM’yi ayağa kaldırmak ve halka başvurmak zamanıdır. Eğer, Türkiye’de demokrasinin devamından yana isek…