1 Mayıs Taksim’dir, Taksim 1 Mayıs. İlerici toplumsal muhalefet ağır aksak ilerlediği yolda kritik bir basamağı da çıktı. 1 Mayıs’ın Taksim’de bu biçimde bile olsa “kitlesel” olarak kutlanması bundan sonraki yıllar için de çok önemlidir. Bu anlamlı başarı, solun”ortak hane”sine yazılmış olsa da bu ortak hanenin arkasında duran bazı siyasi grupların uzlaşmacı, statükocu ve reformist […]
1 Mayıs Taksim’dir, Taksim 1 Mayıs. İlerici toplumsal muhalefet ağır aksak ilerlediği yolda kritik bir basamağı da çıktı. 1 Mayıs’ın Taksim’de bu biçimde bile olsa “kitlesel” olarak kutlanması bundan sonraki yıllar için de çok önemlidir. Bu anlamlı başarı, solun”ortak hane”sine yazılmış olsa da bu ortak hanenin arkasında duran bazı siyasi grupların uzlaşmacı, statükocu ve reformist tutumlarının üzerinin örtülmesine yetmeyecek. Birçok siyasi grup gerek güçsüzlüklerinden gerek politikasızlıklarından gerekse de devrimci inisiyatif eksikliklerinden kaynaklı olarak Taksim’i başarılabilir bir hedef olarak görmediler. Taksim çağrısı yapmayarak (ya da önce yapıp sonra değiştirerek) propagandalarını sınırlı tutarak, kendi kitleleri içinde bile güvensiz davranarak, bu sürecin içerisinde kerhen oldular. Ancak “solduyuları” onlara bir şey söylüyordu; devrimcilerin kararlılığı Taksim’e çıkılmasını sağladığında hiç olmazsa etrafta olalım.
Emek güçleri Taksimdeydi, devrimci inisiyatif Taksimdeydi. Peki ama emeğin partisi olduğunu iddia eden EMEP neredeydi? Kadıköy’de. Kadıköy’ün bu yılki anlamı ise çok netti; işçi sınıfını egemenler adına maniple etmeyi misyon edinmiş Türk-İş’in, siyasi iktidarın yani valinin tezgahı ve devrimci atılımı engellemeye çalışan provokasyonun bir parçası olmasıydı. İşin ilginç yanı gelecek yıl ve daha sonraki yıllarda Taksim’deki 1 Mayıslara hangi yüzle gelecekler, kendi kendilerine bu tutumun mantıklı (!) açıklamasını nasıl oluşturacaklar.
EMEP başta olmak üzere birçok solcu, Taksim tercihini hala bir yer fetişizmi olarak görüyorlar. İstanbul’a gelişin kitlesel katılımı engellediğini bunun da daraltıcı bir tutum olduğunu ileri sürüyorlar. Solun kendi tarihiyle takıntılı bir ilişki kurmasının sakıncalarından dem vuruyorlar.
Taksim ısrarını anlamayanlara burada birkaç gerekçeyi hatırlatmanın yararı var.
Her şeyden önce, egemenlerin Taksim yasağının ve korkusunun gerçekte nasıl bir şey olduğunu kavramak gerek. Bu yıl gösterdi ki, bunu kavramak için akıl bile gerekmez, göz yeter. 15 milyonluk İstanbul’un ekonomik, sosyal hayatını felç ettiler. Üstelik sıradan insanların böylesine büyük, kendiliğinden tepkisine ve onlar için çok önemli olan ekonomik kayıplara rağmen siyasal iktidar hala İstanbul’daki yöneticilerini görevde tutuyor. Yani onları başarılı olarak değerlendiriyor. Egemenler için Taksim, ezilenlerin, emekçilerin, işçilerin siyasal alanda rüştlerini kanıtlamaları açısından önemli dönemeçlerden biri ve ne olursa olsun engellenmeli.
Taksim ısrarı, bir mekanı fetişleştirmek anlamına gelmez. Aksine, siyasal söylemin gücünü ve etkisini büyütme tercihidir. Tüm dünyada olduğu gibi toplumsal muhalefet etki ve yaptırım gücünü kitleselliğinden aldığı kadar bulunduğu şehrin en önemli meydanındaki varlığından da alır. Taksim de Türkiye’nin en büyük ilinin en önemli meydanıdır. Orada söylenen “söz” diğer yerlerdekinden daha etkilidir. Ve ayrıca Taksim’de bu hakkın kazanılması, Ankara’da Kızılay’ın, İzmir’de Konak’ın ve diğer şehir meydanlarının kazanılmasına yol açacaktır. Yani İstanbul’a gelenler aynı zamanda kendi meydanlarını kazanmaya bir adım daha yaklaşmış durumdadırlar. Taksim ile kurulan tarihsel bağlantı da takıntılı değil aksine ilerletici bir ilişkidir. Çünkü bu ilişkide 1977’de olanların üstünün örtülmesini engelleme iddiası vardır. Halka karşı suç işleyenler ve suç işleme niyeti olanlar bilmelidir ki yıllar geçse de birileri onların yakasını bırakmayacak. Bununla birlikte Taksim’in tarihsel anlamı, devrimci mücadelenin gücü ve kitleselliğinin eriştiği düzeydir. Böylesi bir düzeye erişme isteğinde ısrarlı olmak da iyi bir şeydir.
Tüm bu izahatlar ve bu yıl gerçekleştirilenler gelecek yıl yapılacak yer tartışmalarını engeller mi? Bu soruya gönül rahatlığıyla evet diyebilmek mümkün değil. Çünkü büyük olasılıkla yine bir takım solcularımız bu yılki benzer mazeretlerle karşımıza çıkacaklar. Ancak her geçen gün yeniden kanıtlandığı üzere, bizler biliyoruz ki doğru zamanda, uygun biçimde hayata geçirilen inisiyatif devrimci mücadeleyi ilerlettiği gibi kaçınılmaz bir biçimde geride kalanları da sürükleyecektir.
***
Bu yıl ki 1 Mayıs’ın bir dizi olumlu etkisine rağmen, en büyük talihsizliği rejimin içine sürüklendiği şiddetli kriz karşısında yüklenmesi gereken işlevi üslenememesi oldu. Toplumsal muhalefetin gücünün zayıflığı ve bölünmüşlüğü, egemenlerin siyasal krizleri çözme konusunda ellerini güçlendirdiği gibi halkı bu krizlerin sözde çözümü konusunda yanlış bir biçimde saflaştırmalarına izin vermekte.
Gül’ün Cumhurbaşkanlığına önerilmesiyle egemen güçler arasında ABD gözetiminde girilen uzlaşma yolu yarıda kaldı. Gül’ün Cumhurbaşkanlığı adaylığı, halkın geniş bir kesiminde yıllardır biriken korkunun açığa çıkmasına, Ordunun çeşitli düzeylerinde iç huzursuzluklara ve yargı ve yüksek bürokraside tansiyonun aşırı yükselmesine yol açtı. Bütün bunlar şimdi içinde bulunduğumuz siyasal krizi ateşledi. Tandoğan Mitinginin ardından Genelkurmay’ın yayınladığı muhtırayla kriz bütün siyasi sahneyi ve toplumu sardı. ABD anayasal süreçlerin çözümdeki önemini vurgulamakla yetindi. TÜSİAD ise iki gün önce desteklediği Gül seçeneğini terk ederek, bir anda erken seçim tercihine dönüverdi. T.Erdoğan’ın kriz yönetmekteki zaafları da (madem öyle cumhurbaşkanını halk seçsin) eklenince, işler iyice arap saçına döndü. Artık dengeler altüst olmuştu ve yeniden kurulabilmesi için sözde meşruiyetin sağlanacağı en geleneksel yola, yani sandığa başvurulacaktı. TÜSİAD’ın sandıktan korkmasında bir neden yok zaten. Çünkü bugünün sandığı, tekelci sermayenin çıkarlarıyla halkın çıkarları arasındaki dengenin kurulacağı bir zemin değil. Çünkü sözü edilen partilerin hepsi yeni liberal politikalar konusunda, ABD yandaşlığı konusunda, Kürtlere karşı baskıcılık konusunda aynı saftalar. Kendi düzlemlerinde, yani bugünkü parlamentoda aykırı düşüncelerin hiçbir biçimde temsil edilmemesi için yaptıkları her türlü anti-demokratik çirkeflikle (%10 barajı, siyaset yasakları, oy pusulasını yeniden dizayn etme çabaları, vb.) suç ortaklıklarını besliyorlar. Bu nedenlerle de, kurulacak sandık, egemen güçler arasındaki dengeleri ve meşruiyet ilişkilerini yeniden tesis etmeyi hedefleyecek. (Bunu gerçekten sağlaması ise çok zayıf bir ihtimal.)
***
Kitle hareketliliğinden duyulan korku ADD’nin mitinglere son verme kararında su yüzüne çıktı. Peki kitle hareketliliğinin bu denli yüksek olduğu bu sürece soldan müdahale mümkün mü ve eğer mümkünse nasıl olabilir? Eğer sol diye kastedilen sosyal-demokrasinin hem sosyalini hem demokrasisini katleden Deniz Baykal’ın CHP’si ise bu sorunun yanıtı elbette hayır olur. Ve yine eğer sol diye kastedilen liberal uygulamalara hiç ses çıkarmayan, ABD ile arasına mesafe koymaya yanaşmayan sadece Kürt kimliğinin temsili üzerinden siyasal arenaya çıkmaya çalışan DTP ise yetersiz kalacaktır. Ve yine eğer sol diye kastedilen yaşam biçiminin değiştirileceği korkusundan hareketle AKP’yi engellemek için her türlü gücün (aktif görevde ya da emekli olmuş paşalar dahil) arkasında saf tutmaya çalışanlar ise bunun yanıtı da hayırdır.
Açık ki bugün gericilik karşısında hareketlenen kitleler, AKP karşısında “solun bölünmemesi” gerekçesiyle devrimcileri ulusalcı saflarda yer almaya, CHP’yi (veya sol adına çeşitli ittifak olasılıklarını) desteklemeye zorlamaktadırlar. Bunun karşısınd
a, toplumsal muhalefet içinde yer alan bir tepkisel yönelim, sol liberal çevrelerde ve Kürtlerin liberal milliyetçi tutumlarında belirginleşmektedir. Amerikancı, liberal ve gerici AKP’den kaynaklı tehlikeyi görmezden gelen veya arka plana ittiren bu çizgi, karşısına esas olarak orduyu ve “darbe tehlikesini” almaktadır. Bunlar ya 30 Nisan’da DTP ve SDP İstanbul il örgütlerinin yayınladıkları bildiride ifade edildiği gibi, “bu süreçte ordu tehlikesine karşı tüm zaaflarına rağmen AKP’yi desteklemeyi” savunmaktadırlar.Yada sol liberallerin, ordunun muhtırasının ardından “ne şeriat ne darbe” sloganının yetersiz kaldığını ifade ederek okları orduya ve ulusalcı rüzgara kapılan kitlelere yöneltmek gereğini vurgulayan tutumlarında belirmektedir.
Bu hatalı tutumlar sola son derece zarar vermekte, solu egemen kutuplaşmaların gölgesi içinde kalmaya mahkum etmektedir. Buna rağmen, bugün halk kitleleri nezdinde umut oluşturabilecek bağımsız bir sol yaratabilmenin gerçekçi yolu, solun ulusalcılıktan ve liberalizmden etkilenen bu tonlarının ve Kürt hareketinin, sınırlı bir zeminde de olsa, emek eksenli ortak bir asgari program etrafında birlikte hareket etmek üzere bir araya gelmesinden geçmektedir.
Bu sürece ancak halkın gerçek ihtiyaçları, talepleri, yani Halkın Hakları üzerinden müdahale edilebilir. Bu süreç, krizin muhtemelen daha da şiddetleneceği seçim sonrasını da gözetecek bir yaklaşımla; halkın hak mücadeleleri temelinde birleşmiş; yüzünü sokağa dönmüş; ortak bir mücadeleyi militan, kitlesel ve demokratik ilkelerle bütünleştirmiş bir toplumsal muhalefetin oluşturulması doğrultusunda ele alınmalıdır. Böylesi bir muhalefetin parlamentoya yüklemeye çalışacağı rol ise, ancak halkın hakları için verilen mücadelelerin sembolik bir kürsüsünden daha çoğu değildir.
15 Mayıs 2007