Öncesine dair kimi bilgiler olsa da Zonguldak’ta düzenli üretime 1848 yılında başlandığını yazar tarihçiler. Kömüre ilk kazmayı vuran Hırvatistan’dan getirilen taşocağı işçileridir. İşçi eylemlerine ilişkin ilk kayıtsa bu tarihten altmış yıl sonrasına rastlar. Sina Çıladır’a göre, “hürriyet, adalet, müsavat” sloganıyla ilan edilen 2. Meşrutiyet’in görece özgürlük ortamında soluklanan Osmanlı emekçilerinin başlattığı grevlerin uzantısıdır bu eylem. […]
Öncesine dair kimi bilgiler olsa da Zonguldak’ta düzenli üretime 1848 yılında başlandığını yazar tarihçiler. Kömüre ilk kazmayı vuran Hırvatistan’dan getirilen taşocağı işçileridir. İşçi eylemlerine ilişkin ilk kayıtsa bu tarihten altmış yıl sonrasına rastlar. Sina Çıladır’a göre, “hürriyet, adalet, müsavat” sloganıyla ilan edilen 2. Meşrutiyet’in görece özgürlük ortamında soluklanan Osmanlı emekçilerinin başlattığı grevlerin uzantısıdır bu eylem. Rumeli’de “hürriyetin ilanı”ndan hemen bir ay sonra başlayan grevler İstanbul’a, oradan da Zonguldak’a ulaşır.
Ücretlerinden kesilen “hastane parası”nın kaldırılması istemiyle 11 Eylül 1908 günü iş bırakan Zonguldaklı madenciler, havzayı o yıllarda elinde tutan Fransız sermayeli Ereğli Şirketi’nin merkez binasını kuşatır. Allı yeşilli bayrakları, kazma ve kürekleriyle şehre inen madencilerin başını demiryolu işçileri çekmektedir. Güvenlik güçleri ilkin müdahale etmeye kalksa da binlerce işçi karşısında çaresiz geri çekilir. Arbede sırasında kimi lokomotiflerle şirkete ait bazı binalar da hasar görmüştür. Harekete geçen İttihat ve Terakki hükümeti takviye güç olarak Musul gambotuna doldurduğu avcı taburunu sevk eder Zonguldak’a. Gambottan inenler arasında şirketin Paris’te yaşayan müdürü C. Vitalis’de bulunmaktadır. Şirket müdürü değil de bir sömürge valisidir sanki. Yapılan görüşmeler sonucunda işçilerin istemleri kabul edilir ama hemen ardından çıkarılacak yasa ile tüm grevler yasaklanacak, sendikalar kapatılacaktır. İşçiler açısından “hürriyet” bir başka baharıdır artık.
Cumhuriyetle Yaşıt Örgütlenme Geleneği
Havzanın ilk işçi örgütüyse Amelebirliği olarak görünüyor bugünkü bilgilerimize göre. 1923 yılında “biriktirme ve yardımlaşma sandığı” olarak kurulan Amelebirliği, ülkenin ilk sosyal güvenlik kuruluşudur da aynı zamanda. Bir iddiaya göre patlak veren lavuar grevlerinin, komünistlerin de yönetiminde yer aldığı İstanbul merkezli Türkiye Umum Amelebirliği”nce yönlendirildiğinden şüphelenen hükümetin işçi hareketini denetim altına almak amacıyla kurduğu bu örgüt, başta hastane açmak olmak üzere oldukça önemli işler de başararak uzanır günümüze.
Bu uzun girizgâhtan da anlaşılabileceği gibi yüz yılı aşkın bir direniş ve cumhuriyetle yaşıt örgütlenme geleneği var Zonguldaklı madencilerin. 90’lı yılların başında gerçekleştirilen büyük Ankara yürüyüşü hepimizin hafızasında tazeliğini koruyor hâlâ. Ülkede taşları yerinden oynatıp, dünyanın dikkatini çeken eylemleri gerçekleştiren madenciler aynı başarıyı, örgütlerini öncü fikirlerle destekleyip demokratik ve saydam bir yapıya kavuşturmakta gösteremiyor ne yazık ki…
1946 yılında bir dernek olarak kurulan ve halen Genel Maden İşçileri Sendikası adıyla çalışmalarını sürdüren Zonguldak Maden İşçileri Sendikası, zorlu çalışma koşulları ve düşük ücretler nedeniyle istemeyerek de olsa bir mücadelenin içinde oldu hep. Diğer yandansa devlet sendikacılığının tüm biçimlerini fütursuzca sergilemekten bir adım bile geri durmadığı gibi işbirlikçi sendikacılığın en kötü örneklerini de sergiledi. Bu yüzden havzadaki toplu katliama dönüşen iş cinayetlerinin üzeri “kaçınılmaz kaza” raporlarıyla örtülebildi kolayca. Genç yaşta ciğerlerini kusarak ölen binlerce madencinin dramı, önemine yakışır biçimde gündeme taşınmadı hiçbir zaman. 12 Eylül dönemi ve Özal’lı yılların “bıçak kemiğe dayandı” dedirten hak kayıpları nedeniyle yükselen eylemlilikse, geride büyük bir çürüme ve inanılmaz bir kadro kaybı bırakarak bir anda sönümleniverdi.
Geçmişten günümüze her türlü muhalif sesin kaba yöntemlere de başvurularak susturulduğu sendikada, düzenin devamını bu ‘devletçi’ yapının dışında ayakta tutan birçok unsur var elbette. Sendikal ve sol hareketlerin tüm dünyada yaşadığı krizin yarattığı ortam en önemli unsurlardan biri olsa da; hemşericilik hokkabazlığıyla sendikayı neredeyse bir suç şebekesi görünümüne sokan çıkar ilişkileri diğer etmenler olarak öne çıkıyor kanımca.
Genel Kurul Toplanırken
Genel Maden İşçileri Sendikası’nın genel kurulu önümüzdeki hafta sonu bu koşullarda oluşan bir delegasyonla toplanıyor. Şimdiden söylemeliyim ki, 80’li yılların ortasından beri ilk kez iki listenin yarışacağı genel kurula, damgasını vuran “fikirler” değil de “ihtiraslar” olacak maalesef. Sendikal hareketin yaşadığı krizin nedenlerini ya da küreselleşme sürecinde sendikaların izleyeceği politikaların neler olabileceğini hiç tartışmamış, hatta böylesi sorunların varlığından bile haberi olmayan bir kitle genel kurula egemen çünkü. Kendi sınıfının sorunlarına tümüyle yabancı olan ve bir toplum mühendisliği titizliğiyle yürütülen “mikro milliyetçi strateji” ile oluşturulan delegasyonu “bindirilmiş kıta” disipliniyle hareket ettirtmek de olanaklı değil artık. Yöneticilerin aldığı yüksek ücretler ve sınırsız harcama yetkisi, yasaya hülle yapılarak kazanılan hizmet ödenekleri, yaşanılan sefih hayat, kullanılan lüks araçlar sınıf atlama eğilimindeki her işçinin hayallerinin bir parçası oldu zira. Parıltılı vaatlerin büyüsüne kendini kaptıran birçok delege bir gecede saf değiştirip bir listeden öbürüne geçiveriyor bu yüzden.
“Umut” Değil “Zübük” Üreten Bir Yapı
Geçmişte kol kola girerek havzada gelişen muhalefeti yok eden ekibin bugün ayrı listelerle genel kurula gitmesi acı bir ironiye, listelerden birinin yeni hiçbir şey söyleme gereği duymadan “Yeni Oluşum” adıyla ortaya çıkmasıysa “ironi” bile sayılamayacak bir garabete işaret ediyor bana göre. Dördüncü sınıf çocuğunun Türkçe bilgisinden yoksun bir dille hazırlanan çok renkli kitapçık savımın bir kanıtı olarak duruyor önümde. Genel başkan adaylarından birinin sendikayı ziyarete gelen Prof. Ahmet Mete Işıkara ile çekilmiş fotoğrafının bile propaganda malzemesi olarak kullanıldığı o kitapçıkta, aynı zatın bir telefonla masasında konuşurken çektirdiği fotoğrafın “büroda bakanla görüşüyor” üst başlığıyla sunulması, Aziz Nesin’in “Zübük” adlı yapıtını anımsattı da gülemedim bile.
Bu duruma şaşırmamak gerekiyor belki de. İçine aldığı insana bir anda sınıf atlatan bir yapının zübük yaratmasından daha doğal bir şey yok çünkü. Önemli olan, bu durumdan nasıl çıkılacağına kafa yormak galiba. Aslında uzun boylu düşünmeye de gerek yok. Sendikayı demokratik bir işleyişe, saydam bir yapıya kavuşturacak bir tüzük, kimi sorunların kolaylıkla aşılmasını sağlayacaktır bana göre.
Yeni tüzük, en başta sendika yöneticilerinin ücretlerini, işçi ücretlerine endekslemelidir. Gayrı menkul ve araç alımıyla satımı başta olmak üzere, büyük ölçekli tüm harcamaların yetkisi yönetim kurulundan alınarak genel kurula devredilmeli, yöneticilere hizmet ödeneği adı altında yapılan her türlü ödeme kıdem tazminatıyla sınırlanmalıdır. İşyeri temsilcileri başta olmak üzere her düzeydeki yönetici doğrudan demokrasinin kurallarına göre seçilmeli, üyelere seçtiği yöneticileri geri çağırma hakkı tanınmalıdır. Başta akçeli konular olmak üzere sendikanın tüm faaliyetleri üyelerin denetimine açık olmalı, bunun mekanizmaları tüzükte tüm açıklığıyla yer almalıdır.
Çok sıradanmış gibi görünen bu önerilerin yaşama geçir
ilmesi bile sendikanın yaşamında devrim niteliğinde bir değişime işaret ediyor ne kötü ki. GMİS’i kıyasıya bir iktidar savaşının arenasına çeviren gladyatörlerin önümüzdeki hafta gerçekleştirilecek genel kurulda bunların hiç birini konuşmayacağı çok açık. Yukarıda da belirttiğim gibi fikirler değil ihtiraslar yarışacak bu genel kurulda. Kim kazanırsa kazansın atılacak hamasi nutukların, “çilekeş madenci” edebiyatının arkasına gizlenmiş fatura işçilere ödetilecek yine. Onlar da yapılacak ilk seçimlerde, tıpkı cellâdına âşık kurbanlar gibi onları seçecek yeniden.
Toplumun değiştirici gücü olması gereken işçi hareketinin “umut” değil “zübük” üretmesinden anlıyoruz ki bu olumsuzluklar yalnızca Zonguldak’ta değil konfederasyon ayrımı olmaksızın ülkedeki tüm sendikalarda yaşanıyor. Bunun değişimi için savaşım vermek yalnızca işçilerin değil tüm demokrasi güçlerinin olmalı. Ne yaparsak yapalım emekçilerin içtenlikli çabası olmadan ülkeye demokrasi gelmeyecek çünkü…
30 Nisan 2007