Cumhurbaşkanlığı krizinin en doğrudan sonucu siyasetin “merkez”e yığılması oldu. Artık bayrak taşımadan, onuncu yıl marşı söylemeden, cumhuriyetçi olmadan, laikliği savunan sloganlar atmadan siyasal bir tutum almak imkansız hale geldi. Tandoğan meydanını ya da Çağlayanı dolduran ve giderek Anadolu kentlerine yayılan “Cumhuriyet Miting”leri ve “Muhtıra” siyasal alanın sınırlarını belirtiyor. Hatta öyle ki “merkezde” kendine yer arayan […]
Cumhurbaşkanlığı krizinin en doğrudan sonucu siyasetin “merkez”e yığılması oldu. Artık bayrak taşımadan, onuncu yıl marşı söylemeden, cumhuriyetçi olmadan, laikliği savunan sloganlar atmadan siyasal bir tutum almak imkansız hale geldi. Tandoğan meydanını ya da Çağlayanı dolduran ve giderek Anadolu kentlerine yayılan “Cumhuriyet Miting”leri ve “Muhtıra” siyasal alanın sınırlarını belirtiyor.
Hatta öyle ki “merkezde” kendine yer arayan AKP bile “Türkiye laiktir laik kalacak” diye bağırıyorlar, biz de farklı bir şey söylemiyoruz ki diyerek ya da, bayraklı “billboard” larla kendi siyasal sınırlarını bu “merkez”de tanımlamanın yollarını arıyor.
DYP-ANAP, CHP-DSP birleşmesine ilişkin atılan adımlar da hep bu merkezin kurulmasına yönelik hamleler. Sınıfsal olarak da bir “orta sınıf” refleksi söz konusu olan. Yaşam tarzlarıyla, siyasal ranttan kaptıkları payla gelen zenginleşme-leriyle AKP’nin “davetsiz misafir” haline tepki duyarlarken aynı zamanda mevcut düzenin tahkim edilmesi için meydanları dolduruyorlar.
Türkiye’nin önümüzdeki dönemde en büyük açmazı da bu; siyaset daraltılmış ve tanımlanmış bir merkeze yığılırken, toplumsal hayat giderek merkez-kaç güçlerin boy verdiği bir alan olarak gelişiyor. Küreselleşme sürecine önlem-siz ve koşulsuz dahil olma hevesi bir yandan tarımın ve sanayinin çöküşüne yol açarken diğer yandan da yoksullaşmanın hızla artmasına, işs-sizliğin yaygınlaşmasına neden oluyor. Büyük kentlere akan yeni yoksulların yanısıra “orta sınıflar” giderek varlıklarını kaybetmeye ve sermaye hızla el değiştirmeye başlıyor.
Ek olarak etnik, bölgesel, dinsel farklılıklar üzerinden kurulan “direniş ve dayanışma” biçimleri merkez-kaç eğilimleri güçlendiriyor. Toplumsal olarak biriken bu dinamikler giderek egemen siyasetin merkezi çekim gücünden uzaklaşıyorlar. Geçen dönemde toplumsal taleplerini AKP eliyle merkeze taşımaya çalışan yoksullar ve dışlanmışlar; IMF politikalarının katıksız uygulamaları nedeniyle sorunlarına bir çözüm bulabilmiş değiller.
Siyasal alanın bu türden merkezileşmesiyle, toplumsal hayatın giderek merkez-kaç güçler üretmesinin arasındaki “çelişki” Türkiye’nin geleceğini şekillendirecek en önemli kriz alanıdır. Ya merkezden uzaklaşan kitleler popülist söylemlerle neo-faşist bir hareketin yedeğine sürüklenecek ya da yeni bir sol hareket yoksulların ve dışlanmışların toplumsal-sınıfsal taleplerini örgütleme görevini üstlenecektir.
22 Temmuz seçimleri şimdilik “krizi”in bir “askeri darbe” yoluyla çözülmesinin önünü kapatmış gibi görünüyor. Ama seçimler örneğin AKP’nin oy arttırması, CHP’nin ve merkez sağın oy yitirmesiyle sonuçlanırsa ne olacaktır? İlelebet halkın tercihleriyle başta ordu olmak üzere egemen bürokrasinin çekişmesi mi rejimi belirleyecektir? Bütün bunları yaşayacak ve göreceğiz.
Bu noktada yapılması gereken şey, solun AKP politikalarına karşı sivil bir muhalefet hareketini şimdiden oluşturmaya başlamasıdır. Bu türden sol bir muhalefetin “merkez”in bayrak, marş, türbanla tanımlanan çerçevesi içinde kalması düşünülemez. Neo-liberal politikaların küreselleşme sürecinde yarattığı mağduriyetleri hesaba katmayan bir sol hareketin önümüzdeki dönemde gelişme şansı olmayacaktır. Solun doğası ve tarihsel mirası bir ordu darbesinden medet umma utancını taşımayacağı gibi, gerçek yüzü 1 Mayıs’ta ortaya çıkan AKP’nin kendinden menkul demokratlığını da baştan reddeder. Akıntıya karşı durmak her zaman zordur ama ancak akıntıya karşı durabilenler kendi istedikleri hedefe varabilirler.