Bundan yaklaşık 10 yıl kadar önce ÖSS/ÖYS cenderesinde bir yılımı heba edip Türkiye’mizin güzide üniversitelerinden birine kapağı atmayı başarmış seçkin azınlığın içine dâhil olduğumda tedirgin bir heyecan içerisindeydim. Aileyle birlikte yaşamanın boğucu rahatlığından kopuyor, yeni bir şehirde kendi başıma ayakta durmak zorunda kalıyordum. İTÜ benim için, bir meslek sahibi olmak için gerekli bilgileri edineceğim bir […]
Bundan yaklaşık 10 yıl kadar önce ÖSS/ÖYS cenderesinde bir yılımı heba edip Türkiye’mizin güzide üniversitelerinden birine kapağı atmayı başarmış seçkin azınlığın içine dâhil olduğumda tedirgin bir heyecan içerisindeydim. Aileyle birlikte yaşamanın boğucu rahatlığından kopuyor, yeni bir şehirde kendi başıma ayakta durmak zorunda kalıyordum. İTÜ benim için, bir meslek sahibi olmak için gerekli bilgileri edineceğim bir kurumdan çok, kendimi ifade edebileceğim alanlar yaratma imkânı sağlayacak yeni bir yaşam anlamı taşıyordu.
Bazı tanıdık ve akrabalarımız artık ekmeğin aslanın ağzında değil, midesinde olduğunu, kazandığım üniversitenin, elimi aslanın ağzına sokup, midesindeki ekmeği cebime koymak için bana en iyi yöntemleri, en iyi şekilde kazandıracağını söylüyorlardı. Ancak Teknik Üniversite bende halen iki güçlü imgeyle hayat buluyordu.
Bunlardan ilki Harun Karadeniz’lerin anti-emperyalist eylemleri, Dolmabahçe
yürüyüşleriydi. 68’ler özgürlüğü, başkaldırıyı ve üniversiteli olma halini çağrıştırıyordu.
Diğer bir imge ise lise yıllarında bir akşam haberlerde kırmızı büyük puntolarla izleyenlerin gözlerine soktukları “Üniversitede bardak savaşı” yazısının arkasından gelen görüntülerdi. Yemekhane masalarını kendine siper etmiş öğrencilerin birbirlerine fırlattıkları bardaklar ‘dahi’ görüntü yönetmeni tarafından havadayken donduruluyor, havada asılı kalan bardak kırmızı bir daire içine alınıyor, sonra sloganlar eşliğinde tuzla buz oluyordu. Yıllarca “İstiklal Marşı böyle mi okunur, zibidiler” diyerek müzik öğretmeninin elinden kaptığı mikrofona boynundaki damarlar çatlayana, sesi kısılana dek “Korkma sönmez..” diye böğüren bir müdürün önünden, ikili sıralar halinde sınıflara girerken; üniversitenin bardakların havada uçuşabildiği bir yer olması nedeniyle kendimi avuttuğumu hatırlıyorum. Bardaklara karşı özel bir kinim yoktu, ayrıca insanların kafasında bardak patlatmak ürkütücü ve vahşi geliyordu. Ancak “Karşıt görüşlü öğrencilerin arasında çıkan çatışmada…” diye başlayan televizyon haberlerinin bize anlatmadığı, yükselen öğrenci muhalefetinin ve bunu elindeki her türlü yöntemi kullanarak bastırmaya çalışan, böyle zamanlarda sık sık yaptıkları gibi yanlışlıkla demir çubuğunu koltuğunun altında, satırını da çantasında unutmuş birtakım kişileri muhalif öğrencilerin üzerine salanların farkındaydım. Ancak yine de üniversitenin, liselerin otokratik, tek sesli disiplinciliğin karşısında, öğrencilerin örgütlenme, birlikte hareket etme hakkına saygı duyan, insancıl ve çok sesli mekânlar olduklarını düşünüyordum.
Böyle bir ruh hali içerisinde İTÜ’ye geldiğimde yaptığım ilk işlerden biri öğrenci kulüplerini araştırmak olmuştu. Liseden arkadaşlarla birlikte tiyatro gruplarından birine girmiş ve uzun yıllar boyunca sürecek olan bir birlikteliğin parçası olmuştuk. Bir yandan kolektif bir sanatsal faaliyetin içindeyken, bir yandan da çeşitli muhalif öğrenci gruplarıyla tanışmış, 6 Kasım YÖK protestolarına, yemekhane zammına karşı örgütlenen boykota ve İTÜ’nün geleneksel öğrenci şenliklerine farklı yoğunluklarda katılmıştık.
Tüm bu etkinlik ve eylemler çeşitli siyasi hareketlerden sınırlı sayıda öğrenci tarafından organize ediliyor olsa da, sonraki yıllarda karşılaştırıldığında kısmi bir kitleselleşmeyi ve meşruluğu yakalıyordu. Amfilere girerek okunan bildiriler, boykot çağrıları, kantin bahçelerinde yüzlerde maskelerle, kızıl bayraklarla yapılan Mahir Çayan anmaları, geniş öğrenci kesimleri tarafından kayıtsızlıkla karşılanıyor ancak muhalif çevrelerin kitleselleşme umutlarını tüketmiyordu.
Öğrenci muhalefetini kendine muhatap almamak için büyük çaba sarf eden rektörlüğün, tüm bu etkinlik ve eylemleri yakından izlediğini, sıkıştığı zamanlarda işi polise devretmesinden anlayabiliyorduk. Yemekhane boykotu sırasında sandviç yapmak için okula sokulmaya çalışılan kaşarların gözaltına alınması, ya da bahar şenliğine katılmak için gelen öğrencilerin üniversiteye sokulmadığı öğrenildiğinde, onları içeri almak için kapıya koşan öğrencilere polisin saldırması, kiminle dans ettiğimizi hatırlatıyordu.
Her şeye rağmen, üniversitelerde harekete geçmeye muktedir muhalif bir potansiyelin doğru politikalar ve örgütlenmeler yoluyla harekete geçirilebileceğine inanıyordum. Ne yazık ki, bu beklentim gerçekleşmedi. Ve bunun gerçekleşebileceğine olan inancım aynı yıl, ilk ve son defa aktif olarak katıldığım geleneksel Bedri Karafakioğlu öğrenci şenliklerinde kayboldu. Şenlik üniversitedeki tüm eylemler gibi çeşitli siyasetlerden öğrenciler tarafından organize ediliyordu. Grup Yorum, Onur Akın, Yaşar Kurt gibi isimlerin sahne aldığı açılış ve kapanış konserleri dışında şenlik alanındaki insanlar, ağırlıklı olarak sol grupların sempatizanlarından oluşuyordu. Bu sol hareketler arasında yaşanan sınırlı dayanışma sık sık yaşanan sürtüşmelerle bozuluyor, ortak alanda herkes kendi şenliğini organize etmeye çalışıyordu. Şenlik alanında kurulan çadırlar X grubunun çadırı, Y grubunun tentesi şeklinde anılıyordu. Şenliğin olumlu yönlerini herkes kendine, olumsuz yönlerini ise o yıl sürtüşme yaşanan gruba yazmaya çalışıyordu. Kamp ateşi başında yapılan tartışmalar öğrencilerin gündeminden çok siyasi grupların stratejik-ideolojik tartışmalarına dönüşüyordu. Öğrenci muhalefeti için ateşleyici ve bütünleştirici bir etkinlik olması gereken şenlik dar kadroların iç hesaplaşma alanına dönüşüyordu.
O dönem muhalif hareketlerdeki arkadaşların söylemlerinin üzerinde, nostaljinin büyük belirleyiciliği vardı. Ancak bu özlemle anılan geçmiş 60’lar, 70’ler değil çoğu zaman birkaç yıl öncesiydi. 2-3 yıl önce yapılan kitlesel eylemler, okuldaki son ülkücünün sopa ve yumruklarla “pasifize” edilmesi, destansı kahramanlık öyküleriymiş gibi anlatılıyordu. Meçhul bir geçmişten kopup geldiğini düşündüğüm hikayelerin 2-3 yıl önce gerçekleştiğini, olaylardaki devrimci öznelerin çoğunun hareketten koptuklarını öğrenince olup bitenleri anlamlandıramıyordum. Ancak İTÜ’de öğrenci muhalefetinin kitleselleşmesi için belki de son büyük fırsat olan bir yıl geride kaldığında bu nostaljik söylemler de anlam kazanmaya başlamıştı. Çünkü ertesi yıl İTÜ’de bir dönemin kapandığı ve yeni bir dönemin başladığı aşikâr olmuştu. Rektörlük nezdinde yürütülen 2001 Atılım Projesinin doğuracağı sonuçları o dönem komplo teorisi yazmaya meyillilerimiz bile hayal edememişti.
Ertesi yıl, üniversitede öğrencilerin Kültür Sanat Birliği binası dışında toplumsallaşabildiği yegâne mekânlar olarak bilinen ve her biri belli bir çevreyle birlikte anılan fakülte kantinleri kapatılmış yerine camdan duvarları, etrafında dört kişiden fazlasının oturamadığı sabitlenmiş sandalyeleriyle masalarla dolu merkezi bir yemekhane açılmıştı. Sol literatürde eleştiri unsuru olarak kullanılan -kantin solculuğu- devri kapanırken sol, uzun yıllardır alıştığı kantinlerden asıl olması gereken yerlere -amfilere- geçiş yapamamıştı. Kantin masalarında devrimden sonra boğaz köprüsüne asacakları liderlerinin bayrağının, köprüyü çökertip çökertemeyeceğini hesaplayan bazı arkadaşlar, masa bulamayınca bayraktan da devrimden de vazgeçip bir an önce bir şirkete kapağı atmak için bond çanta taşımaya başlamışlardı.
Kalanlar yeni duruma karşı etkin stratejiler geliştirmek yerine ÖSS-ÖYS sisteminin her sene daha da çarpıklaşan yapısından ve otoparklarda artan öğrenci ar
abalarının sayısından dem vurur hale gelmişlerdi. Bazıları da kültürel-sanatsal faaliyetlerin taşıdığı anlamı keşfederek kulüp faaliyetine yönelmişlerdi.
Sonraki yıllarda öğrenci şenliğinin gitgide daha fazla kan kaybettiğini bütün sene boyunca yapılan eylemlerin zayıflığından ve sene sonu yaklaştıkça kulüpleri ziyaret ederek şenliğe katılım yapmamızı isteyen çeşitli gruplardan arkadaşlardan anlayabiliyorduk. Her sene, “Bu sene gerçekten öğrencilerin şenliği olacak” diye başlayan çalışmalar, daha fazla marjinalleşmekte, şenlik alanı gittikçe yalnızlaşmakta, şenlik bölünerek küçülmekteydi. Rektörlük her sene kan kaybeden öğrenci şenliğini engellemek için çeşitli yöntemler geliştirmekteydi. Bunların arasında geleneksel şenlik alanına ağaç dikilmesi gibi dâhiyane ya da kampus giriş çıkışlarındaki turnikelerin başına polis dikmek gibi toplama kamplarıyla üniversite arasındaki çizgiyi belirsizleştiren yöntemler vardı. Ancak ağaç fidanları daha müsait yerlere taşınıyor, giriş çıkışlarda kartlar değiş tokuş edilerek ya da duvarlardan atlanarak, şenlik geleneği kör topal devam ettiriliyordu.
Tüm bu engellemeler şenliği bitiremedi, ancak geçen sene şenlik alanında PKK bayrağı açıldığı provokasyonuyla rektörlüğe yürüyen, İTÜ’nün en kitlesel eylemlerinden birini yapan güruh bir dönemin kapandığını gösterdi hepimize. Ogün Samast’larla, misyoner katilleriyle duygudaş, neo-faşistlerimizin arkasında şenliği, katılımcıları hedef göstererek yürüyenler, kabul etsek de etmesek de, İTÜ’nün yeni profilini temsil ediyordu.
Bu sene rektörlüğün yayımladığı bildiriyle öğrencileri polise hedef göstermesi ve polisin de, top oynamak, sohbet etmek gibi son derece sakıncalı etkinliklerde bulunan 80 öğrenciyi döve döve gözaltına alması geçen sene bu kadar ileri gidemeyen güruhun misyonunun artık profesyonel faşistlerimiz tarafından devralındığının işaretiydi.
Şenlikteki öğrencilerin gözaltına alınmasının ertesi günü yapılan protesto yürüyüşüne karşı okulun kapılarını, ardına kadar polise açan ve hatta ilk defa üniversite yollarına panzer sokan bu zihniyet, 1 Mayıs’ta İstanbul’da adı konmamış bir sıkıyönetim ilan eden sayın valimizle yarışır gibiydi.
Bu sene öğrenci şenliklerine yapılan saldırı ve kulüplere okulun son iki haftası tüm salonların kapatılması İTÜ’de yeni bir dönemin başlangıcı gibi gözüküyor. Bedri Karafakioğlu’ları bünyesinde barındıran, öğrenci etkinliklerini -olmasa daha iyi olurdu zihniyetiyle bile olsa- destekleyen Teknik Üniversite tarihe gömüleli sanırım çok oldu. Öğrencilerini hedef gösteren, onlara potansiyel suçlu olarak bakan, şenlik ve etkinlik yapılacaksa ben yaparım zihniyetiyle hareket eden yeni bir üniversitemiz var artık. Artık elimizde ne özlem duyacağımız anlı şanlı bir geçmiş, ne de “Birileri bana gelse de içimdeki muhalefeti örgütlese” dermiş gibi algıladığımız kitlelerimiz var.
Sıfır noktasındayız… Radikal bir çıkış yapmak, geleneksel mücadele, örgütlenme ve eylem formlarını tartışmaya açmak için sanırım İTÜ açısından daha iyi bir zaman olamaz.
Elveda Teknik Üniversite demek, büründüğü halden nefret ettiğimizi bağırmak, üniversiteyi ve öğrenciliği bir özgürleşme eylemi olarak yeniden tanımlamak gerekiyor belki de…