Türkiye, uzun yıllardır görmediği bir siyasal hareketliliğin içine girdi. Son gelişmeleri tetikleyen olgu, AKP kurmaylarının 14 Nisan mitinginin etkilerini küçümseyerek, sırtlarını ABD’ye, AB’ye ve tekelci sermayeye yaslayarak Cumhurbaşkanlığı seçimini Tayyip Erdoğan’ın iki dudağı arasına kilitlemeleridir. Öncelikle Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı adayı gösterilmesi, gelişmeleri tetikledi. %25’lik oy tabanıyla, tek parti cenderesinde bir ılımlı İslam rejimi inşa etme […]
Türkiye, uzun yıllardır görmediği bir siyasal hareketliliğin içine girdi. Son gelişmeleri tetikleyen olgu, AKP kurmaylarının 14 Nisan mitinginin etkilerini küçümseyerek, sırtlarını ABD’ye, AB’ye ve tekelci sermayeye yaslayarak Cumhurbaşkanlığı seçimini Tayyip Erdoğan’ın iki dudağı arasına kilitlemeleridir. Öncelikle Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı adayı gösterilmesi, gelişmeleri tetikledi. %25’lik oy tabanıyla, tek parti cenderesinde bir ılımlı İslam rejimi inşa etme atağı aslında inanılmaz cürettir. Kuşkusuz AKP’nin bu cüretinin (aslında gafletinin) altında, yaklaşık beş yıldır iktidarda sırtını egemenlere yaslama kolaycılığının ve ülkedeki muazzam muhalefet boşluğunun getirdiği baş dönmesi yatmaktaydı. Öte yandan, Abdullah Gül’ün sıkı milli görüşçülüğünün yanında, AKP’nin en liberal, en Amerikancı figürü olması da işin diğer yönüydü.
Ardından ise, bilinen gelişmeler sırasıyla gündeme geldi. TÜSİAD ve sermaye medyası Abdullah Gül’ü bağırlarına bastı. CHP ve Genelkurmay ise, başlangıçta tereddütlü bir tutum sergiledi. Ancak oluşan toplumsal basınç ile birlikte CHP’nin tutumu sertleşti. Parlamentoda 367 üyenin katılımının ön plana çıkmasıyla birlikte, kilit pozisyona gelen ANAP ve DYP ise, erken seçim vurgusu yaparak AKP ile uzlaşmadı (Sonradan bu uzlaşmaz tutumun ardında ordunun muhtıra hazırlığının etkili olduğu anlaşıldı). Yalnız kalan AKP ise, 367 engelini aşmak için her türlü ayak oyununu denemeyi ihmal etmedi.
27 Nisan günü TBMM’de cumhurbaşkanlığı seçiminin başarısız geçen 1. turu sonrasında konu mahkemelik olurken, aynı gün gece yarısı Genelkurmay’ın yaptığı uyarı (muhtıra) ülke siyasetini iyice altüst etti. Bu gelişmenin ardından ilk gece, “28 Şubat’a benzer” bir muhtıra havası esti. Bir anda panikleyen medyada aniden erken seçim yoğun biçimde dile getirildi. AKP ertesi gün öğleden sonraya kadar tam sipere yattı. Zaten Tayyip Erdoğan’ın olağan olmayan durumları yönetme kapasitesinin çok sınırlı olduğu bilinen bir gerçek. Gelişmeler bu gerçeği bir kez daha gösterdi. Cumartesi günü, önce AB’nin, öğle saatlerinde de ABD’nin açıklamalarıyla ve aynı saatlerde MİT müsteşarının “sorun yok” mesajıyla rahatlayan AKP kurmayları, öğleden sonra “aslanlar gibi kükreyerek” orduya açıktan meydan okudu. AKP, bir yandan bu tavrı sürdürürken diğer yandan bir başka ezberini sahneye koydu; “piyasalar altüst olur”, “borsa düşer ha” korkusunu ortalığa saldı. Giderek tüm liberal ve sağ basın muhtıraya verip veriştirmeye başladı. AKP, Anayasa Mahkemesi’nin kararını bekleyeceğini açıklayarak muhtırayı fazla dikkate almayacağını hissettirdi. Ve Emekli Orgeneral Tuncer Kılıç, aslında Genelkurmay’ın bir muhtıra vermediğini, sadece bir açıklama yaptığını ifade etmek zorunda kaldı.
Ordunun kurtarıcısı kitleler oldu. 29 Nisan mitinginde yeniden sokaklara dökülen ve milyonla ölçülebilen kitle hareketi, siyasal arenaya etkili müdahaleyi gerçekleştirdi. Bir rejim krizi oluştuğunu tereddütsüz olarak herkes kabul etmek zorunda kaldı. Muhtıranın gündemdeki yeri gerilere düştü. Ordunun kısa süreli prestij kaybı hemen unutuldu. TÜSİAD aynı gece erken seçim çağrısı yaparak, gidişin kesin yönüne işaret etti. Nitekim Anayasa Mahkemesi de 367 üyenin toplantıya katılımının zorunluluğuna işaret ederek, cumhurbaşkanlığı seçiminin 1. turunu iptal ederek erken seçimin önünü açtı.
***
Genelkurmay’ın muhtırası zamanlaması ve tarzı itibariyle “panik atak” bir davranıştı (Bir önceki Aktüel Gündem yazısında, Ulusalcıların bu dönemde hata yapmalarının güçlü olasılık olduğu belirtilmişti). Muhtıranın ordunun manevra kabiliyetini daraltmasının, karşı cepheyi genişletmesinin ve kutuplaştırmasının yanı sıra, parlamenter işleyiş sürecinin ortasına denk gelerek Anayasa Mahkemesi’nin iptal kararını zan altında bırakan zamanlamasında da hata yapıldığı açık. Bu durumda muhtıranın zamanlamasının yarattığı avantaj olsa olsa, (diğer tüm olumsuz etkilerine karşın) yaratılan güç gösterisiyle, bu süreçte AKP karşıtı kitlelerde sonuç alabilecekleri duygusunu güçlendirmek ve Çağlayan mitingine kitle katılımını pekiştirmekti. Ayrıca, “sanal muhtıra” yorumlarına yol açan internet sitesinden açıklanma tarzı da tuhaftı. Muhtıra metnindeki abartılı ve kutuplaştırıcı vurgular, AKP’yi yıldırma amacının yanı sıra TSK’nın içinde de bir “yeniden bağıt oluşturma” ve iç dengeleri elde tutma amacı taşımaktadır. Ayrıca “Ne mutlu Türküm diyene” demeyenlerin sonsuza kadar düşman ilan edilmesi de Kürtler ve İslamcılar karşısında cepheyi sıkılaştırmaktan başka bir şey değildir. Bu ifadenin ağırlıkla sol tabandan gelen kitlelerin hareketliliğini yönlendirme ve harekete sınır çizme etkisi yarattığını da tespit etmek gerekir.
Tüm bunlar göstermektedir ki, Genelkurmay’ın 27 Nisan’daki “muhtırası” adım adım hazırlanmış bir planın/sürecin bir parçası olmaktan çok, hızla karar verilen ve uygulamaya konulan bir inisiyatiftir. Bu tablo, TSK kurmaylarının alt kadrolardan gelen güçlü bir basınç altında oldukları yönünde bir izlenim oluşturmaktadır. Kuşkusuz darbe yanlısı “sivil kadroların” oluşturduğu basıncı da küçümsememek gerekli. Ancak artık Genelkurmay’ın düğmesine bastığı süreç başlamıştır ve geriye dönüşü mümkün değildir.
***
Ülkede yükselmekte olan ulusalcı dalgayı doğru analiz etmek gerekir. AKP’ye karşı artan tepkinin içinde, önümüzdeki orta vadeli dönemi doğrudan etkileyecek önemli bir siyasal dalganın yükselişine tanıklık etmekteyiz. Bu dalganın etkisiyle, “rejim bir süre Türkiye’nin 27 Mayıs’ıyla, İspanya’daki başarısız Albay Tejero darbelerinde yaşanan süreçlerin daha gerici versiyonları arasındaki bir sarkacın basıncı altında gidip gelecektir”.
Yükselen ulusalcı dalgaya yol açan nedenlerin en başında, kuşkusuz geniş kitlelerin yaşam tarzlarına dönük tehdit hissiyatı bulunmakta. Ayrıca ekonomik yoksullaşmanın neden olduğu sosyal krizlerin yanı sıra, özellikle “Büyük Ortadoğu Planıyla” başlayan süreçte, ABD’nin Türkiye ile bağlantılı olarak devreye giren “ılımlı İslam” projesi ve Kürtlere devlet kurdurma planları ülkede gerek rejim değişimi gerekse bölünme endişelerini had safhaya çıkarttı.
Ulusalcı söylemin sol içinde de etkisini artırmaya başladığı görülmektedir. Kürt hareketinin yanı sıra, sol liberal veya dogmatik Marksizmle malul kümelerse, hızla bu kitlesel hareketi cepheden karşıya almaktadır. Irkçı eğilimler de barındıran ulusalcı dalga karşısında Kürt hareketinin savunma pozisyonu benimsemesi ilk ağızda anlaşılır ve gerekli bir tutumdur. Ancak, Kürt hareketi bu ulusalcı dalganın yükselişinin nedenlerini de doğru olarak bilince çıkarmalı ve çözümün (Barzani çizgisi gibi) karşıt bir liberal-milliyetçi tepkiye yönelmekten geçmediğini görerek yeni bir politika oluşturma çabası içine girmelidir.
Diğer yandan, sorun bu ulusalcı harekete dahil olmak ya da basitçe cepheden karşı olmak değildir. Önümüzdeki orta vadeli konjonktüre ilişkin cevaplandırılması gereken kritik soru, solun dışında ama solun potansiyel kitlesini sürüklemeye başlayan bu dalgayla nasıl ilişki tutturulması üzerinedir. Bu açıdan, öncelikle, ulusalcı dalgayı yönlendirmeye çalışan odaklarla, gericilik karşısında hareketlenen geniş kitlelerin eğilimlerini birbirinden ayırt etmek gerekir. Kitle hareketinin gericilik karşıtlığı ve ağırlıkla neo-liberal programdan zarar gören orta sınıfların tepkilerini barındırması, devrimciler açısından sınıf hareketinin b
u yeniden oluşum evresinde mutlaka değerlendirilmesi gereken bir dizi olanak yaratmaktadır. Kuşku yok ki, ulusalcı hareket içinde Kürtlere karşı ırkçılığın yükseltildiği her zeminde devrimciler açık karşı tutum almalıdır. Yine ezilen sınıflara karşı otoriter yanlarının yükseldiği her durumda da ulusalcı hareketin karşısında tavır alınmalıdır. Bunun yanı sıra, devrimciler bu kitlelerin, neo-liberalizme karşı tepki içeren her eğilimlerini halkçı ve demokratik yönelimlerle genişletmeyi hedeflemelidir.
Mevcut durumda, varolan partilerin hiçbiri tarafından temsil edilmediklerini düşünen geniş kitleler, siyasal temsillerini orduya havale etme eğilimindeler. Buna rağmen, özellikle Ankara ve İstanbul’da gerçekleşen iki dev miting, Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığı adaylığına karşı, birçok açıdan askerin muhtırasından daha etkili tersten bir milat oluşturmuştur. Kitlelerin politize olduğu ve daha aktifleşeceği bir dönem başlamıştır. Gösterilen tepkinin sonucu görülmek istenecektir. Ancak AKP’nin elde ettiği iktidarı bu kadar kolay (!) paylaşabileceğini ya da terk edeceğini sanmak safdillik olacaktır.
Tüm açıklığıyla görülmektedir ki, bu özelliklerin tamamı “sol” bir duyarlılık zeminine işaret etmektedir. Gündemdeki ana konuların tamamı solun uzun zamandır politika üretmeye, müdahil olmaya çalıştığı konulardır. Fakat bütünlüklü bir sol programın güçlü ve meşru bir sol merkez etrafında örgütlenemediği koşullarda burjuva siyasetçilerin bu tepkileri sulandıracağı ve sadece işlerine yarayan kısımlarını kullanacakları da aşikardır.
Ülkenin tüm sorunlarının çözüm sürecine girmesinin en temel yolu halkın kendi gerçek demokrasisini işletmesidir. Bu yolun ilk adımlarının ana başlıkları bellidir: 1) Erken seçimin barajsız ve yasaksız olarak yapılması, 2) Siyasal ve demokratik örgütlenmeler üzerindeki tüm baskıların kaldırılması, 3) Yeni ve demokratik bir Anayasanın hazırlanması ve bu sürece halkın aktif katılım kanallarının oluşturulması. Seçime yönelen bugünlerde, bu acil taleplerin toplumsal muhalefetin tümünün ortak taleplerine dönüştürülmesi için çaba sarf edilmelidir. Devrimciler “halkın hakları” çerçevesindeki diğer ana talepler paketinin yanına bu acil talepleri de ekleyerek çalışmalarını yoğunlaştırmalıdır.
Taksim 1 Mayıs’ı da öngörüldüğü üzere, solun bu hareketli döneme müdahalesi olarak gerçekleşti. AKP iktidarının Taksim 1 Mayıs’ını engellemek için tüm İstanbul’u, yaklaşık 15 milyon insana açık cezaevi haline getirme girişimi ters tepti. İstanbul’a ve Taksim’e sokulması engellenmeye çalışan binlerce devrimci, binlerce emekçi İstanbul’un dört bir yanında ve Taksim’de direnişe geçerek tüm barikatları yerle bir etmeyi başardı. 30 yıl sonra Taksim’in 1 Mayıs alanı olduğu toplumsal belleğe yeniden kazındı. Bunun yanı sıra, sahte demokrasi havarisi AKP’nin baskıcı yüzü teşhir oldu. Bu durum heyecan içindeki laik kitlelerle devrimcileri AKP karşısında ortak bir ruh halinde buluştururken, “ne şeriat ne darbe” sloganının gerçek sahibi olarak devrimciler toplumsal arenada boy göstermeyi başardılar.
1 Mayıs’ın diğer illerde dağınık ve cılız olarak geçmesine neden olan ve aslında çok daha güçlü bir Taksim 1 Mayıs’ının önünü kesen konfederasyon, parti ve grupların politikasızlıkları bir kez daha ortaya çıkmış oldu.
Kriz dinamiklerinin daha uzun süre etkili olacağı ve kitlelerin politikleşme eğiliminin süreceği bu hareketli dönem, sürece somut müdahalede bulunabilecek devrimci bir kanal oluşturabilmek için, ilerici halk güçlerinin kendilerini yenilemesini ve sınırlarını zorlamasını gerektiriyor.
1 Mayıs 2007