Sular İdaresi yönünden ilk kurşun atıldığında Tahir Taş adlı bir öğrenci ‘Vuruldum’ diyerek yere düştü. Panzerler ise bombalarla topluluğu daracık bir yolun girişine sıkıştırınca insanlar ezildi ERTUĞRUL MAVİOĞLU, RUHİ SANYER 1 Mayıs 1977 günü Taksim Meydanı’ndaki en büyük kortejlerden birini 50 bin kişiyle Dev-Gençliler oluşturuyordu. Beşiktaş yönünde toplanmışlar, önlerindeki kortejler ağır yürüdüğü için ‘Mutlaka alanda […]
Sular İdaresi yönünden ilk kurşun atıldığında Tahir Taş adlı bir öğrenci ‘Vuruldum’ diyerek yere düştü. Panzerler ise bombalarla topluluğu daracık bir yolun girişine sıkıştırınca insanlar ezildi
ERTUĞRUL MAVİOĞLU, RUHİ SANYER
1 Mayıs 1977 günü Taksim Meydanı’ndaki en büyük kortejlerden birini 50 bin kişiyle Dev-Gençliler oluşturuyordu. Beşiktaş yönünde toplanmışlar, önlerindeki kortejler ağır yürüdüğü için ‘Mutlaka alanda olmalıyız’ diyerek arka yollardan geçerek Elmadağ üzerinden alana girmişlerdi. Alanda konumlandıkları yer çok sayıda insanın ezildiği Kazancı Yokuşu’nun önüydü. Şimdi 78’liler Vakfı girişim sözcüsü olan, dönemin İstanbul Dev-Genç Başkanı Celalettin Can, katliam sırasında neler yaşadığını, çok kayıp vermelerinin nedenlerini ve kendisinin nasıl kılpayı ölümden kurtulduğunu anlattı:
İstanbul’da Şişli Siyasal Bilgiler Yüksek Okulu’nda öğrenciyken, aynı zamanda İstanbul Dev-Genç örgütlenmesinde sorumlu olarak faaliyet sürdürüyordum. 1976 sonları, 1977 başları siyasal ortamın hızla geliştiği bir dönemdi. 1 Mayıs 1977 öncesinde dikkate almamız gereken bir kaç nokta vardı. Bunlardan birisi, 1976 1 Mayıs’ta çok kitlesel bir gösteri olması nedeniyle bir provokasyonun meydana gelmesi mümkündü. İkincisi, 1 Mayıs öncesinde basın aracılığıyla gerginlik hızla tırmandırılıyordu. “Mao’cular mitinge saldıracak, kan dökülecek” gibi bir söylem yaygınlaştırılmıştı. Üstelik Maocu diye adlandırılan Halkın Kurtuluşu, Halkın Yolu, Halkın Birliği ittifakı ile onların ‘sosyal faşist’ diye tanımladığı Türkiye Komünist Partisi taraftarları arasında olaylar da oluyordu. 1 Mayıs için düzenlenen toplantılarda bu gerçeği dile getirdik. Kemal Türkler ve diğer DİSK yöneticileri de bir adım geri adım atmak istemiyorlardı. DİSK’liler de ‘Maocu grup’ için “Bu Maocu bozkurtları alana sokmayacağız” diye karar almışlardı. Ne kadar ısrar ettiysek de bu gerginliği yumuşatmak mümkün olmadı.
Çatışma tehlikesi vardı
Tertip komitesi alana grupların nasıl yerleşeceği konusunu da bu hassasiyete göre belirlemişti. Artık ‘Maocu’ diye adlandırılan grupların alana sokulmayacağı, onların da girmek için dayatacakları, bunun da bir çatışmaya zemin hazırlayacağı iyice ortaya çıkmıştı. Biz bunun üzerine meydana gelebilecek bir çatışmayı nasıl önleyebileceğimizi düşünmeye başladık. Öyle bir yerde olmalıydık ki, çatışma ihtimali olan gruplar yan yana gelmemeliydi. Organizasyonumuzu en küçük birimin bile disiplin içinde hareket edebilmesi yönünde tamamlamıştık. 1 Mayıs günü sabah erkenden Beşiktaş’ta toplandık. Yürüyüş başladı ama 50 bin kişilik kortejimiz nedense bir türlü ilerlemiyordu. DİSK’li sendikaların bütün siyasetlerin kortejlerinin ilerlemesini engellediği kısa sürede anlaşıldı. Oysa biz alanda olay çıkmasından kaygılanıyorduk. Yürüyüş istikametimiz Gümüşsuyu Caddesi’ni takip edip Atatürk Kültür Merkezi önünden Taksim alanına girmekti. Bunu saatler geçse de başaramayacağımızı anlayınca ‘mutlaka alana girmeliyiz’ diyerek bütün kitlemizi Beşiktaş’ın ara sokaklarından Nişantaşı üzerinden Elmadağ’a, oradan da Taksim Meydanı’na sokmaya karar verdik. Bu düşüncemizi DİSK’lilere de ilettik, onlar da kabul edince güzergahımızı değiştirdik.
Taksim’e girişimiz çok renkli oldu. Marşlarımızı söylüyor, ‘Devrim için savaşmayana sosyalist denmez’ sloganları atıyorduk. O sırada Tarlabaşı yönünden ‘Kurtuluş’ grubu da alana girmek üzereydi. Alana girdikten sonra Sular İdaresi’nin önünden Taksim Meydanı’nın tam ortasındaki Malta otobüs duraklarının bulunduğu yere kadar yerleştik. Her şey normal görünüyordu. Kemal Türkler kürsüde konuşuyor, biz sloganlarımızı atıyorduk. Ben, İbrahim Erdoğan, Elazığlı Tahir onun yanında Sinan Kukul otobüs durağının önünde yan yana durmuştuk. Durağın üzerinde ise Bülent Uluer vardı. Sağa sola bakıyorum, içimde bir şeyler olacak hissi. Artık şu ‘konuşma bitse de miting dağılsa’ diye düşündüğümü hatırlıyorum.
Üzerimize ateş açıldı
Birden bir dalgalanma oldu. Hemen yanımdaki Elazığlı Tahir diye bilinen İstanbul Teknik Üniversitesi öğrencisi Tahir Taş yere düştü. “Celalettin ben vuruldum” dedi. Tam dizinin üzerinden isabet almış. Ona bakarken ‘tak tak’ önümüze iki kurşun daha düştü. Baktım Sular İdaresi’nin üzerinden tam da bizim korteje doğru hedef gözeterek ateş ediliyordu. Ortalık birden bire ana-baba gününe döndü. Tam bu noktada mutlaka altını çizerek belirtmem lazım. Kitlenin üzerine ateş açıldığı sırada ‘Maocu gruplar’ henüz alana girmemişlerdi. Yani basının 1 Mayıs öncesinde ve sonrasında yazdığının aksine, açılan ateş ve yaşanan panikle bu grupların doğrudan ilgisi yoktu.
‘Ölüm yokuşu’
Her yerden patlama ve siren sesleri gelmeye başladı. Panzerler topluluğu dar bir yokuşun girişine sıkıştırıyordu. Kalabalık bir dalga gibi hepimizi önüne katmış sürüklemeye başlamıştı. Bir anda Kazancı Yokuşu’nun tam girişine gelmiştim. Kim koyduysa tam yokuşun girişinde bir kamyonet duruyordu. Kamyonetin önünde kısa sürede müthiş bir yığılma oldu, kalabalığın altında kaldım. Nefes alamıyordum ve tam ‘ölüyorum’ derken kamyonetin altına girecek fırsatı yakaladım. İyice eğilip sürünerek kamyonetin arkasından çıktım. Ben kurtuldum ama Kazancı yokuşunun girişi kısa sürede mahşer yerine dönmüştü.
Birkaç arkadaşımla birlikte dolaşıp tekrar alanın içine girdim,
İntercontinental Oteli’nin içinden de ateş ediyorlardı. Hemen otelin içine girdik. Barikat kurdukları için ikinci kata çıkmamız mümkün olmadı. Bu kez garajdan girmeyi denemeye karar verdik. Amacımız kitlenin üzerine kurşun yağdıranları etkisizleştirmekti. Kazancı Yokuşu’nun yanından garaja doğru ilerlerken beyaz bir araba belirdi. İntercontinental’in garajından hızla çıktı. İçinde silahlı adamlar vardı. Hemen o yöne döndük ama hızla gözden kayboldu. Tekrar meydana doğru koştuk. Bu beyaz araba, kitlenin üzerine ateş açarak meydanda iki kez döndü. O araca ateş edenler de oldu ama isabet kaydedemediler.
Sular İdaresi’nden, Pamuk Eczanesi’nin üzerinden ve İntercontinental’den ateş sürüyordu. Panzerin bir kadını ezdiğini gördüm. Ezilen kadının adı Meral Özkol’du. Sonra silah sesleri kesildi. Biz yaralılarımızı toplamaya başladık. Araba bulursak arabalarla, bulamazsak sırtımızda taşıdık hastanelere…
Türkiye’de 1 Mayıslar ya kanlı ya da yasak
Türkiye’de ilk 1 Mayıs’ın Osmanlı İmparatorluğu’nun çözülme yıllarına denk düştüğü ve 1909’da Üsküp’te kutlandığı biliniyor. İstanbul’daki ilk 1 Mayıs’ın tarihi ise 1912. İttihat Terakki’nin 1913’te sıkıyönetim ilan etmesi ve 1. Dünya Savaşı nedeniyle 1921 yılına kadar yedi yıl boyunca 1 Mayıs gösterileri yapılmadı.
1921 yılında ise işgal kuvvetleri 1 Mayıs’ı yasaklasa da, Tramvay, Vapur ve Haliç Tersanesi işçileri iş bırakma eylemiyle kutlamalarını gerçekleştirdi. Yine 1922 yılı, 1 Mayıs’ta İstanbul ve Ankara’da iş bırakma eylemleri ve mitingler düzenlendi. 1923’te toplanan İzmir İktisat Kongresi’nde 1 Mayıs’ın Türkiye İşçileri Bayramı olmasını benimsedi ve tarım dışı işlerde çalışma süresi de sekiz saat olarak belirlendi. Bu kararlar dünya çapında son derece ileri özellikler taşısa da, kâğıt üzerinde kaldı. 1923’teki olumlu hava sayesinde mitingler düzenlense de, hükümet 1924’te 1 Mayıs gösterilerini yasakladı. Gazeteler toplandı, tutuklanan işçiler oldu. 1925’te Şeyh Sait isyanı gerekçe gösteril
erek çıkarılan Takrir-i Sükun Kanunu’nu 1 Mayıs’ı yasaklamak için de kullanıldı. Yasağa uymayanlar İstiklal Mahkemeleri’nde yargılandı. 1926’dan 1975’e kadar 50 yıl boyunca kitlesel bir gösteri yapılamadı. Buradaki tek istisna 1927 yılındadır. Amele Teali Cemiyeti’ne ‘kamu taşıtlarının işlemesine engel olmamak’ koşuluyla kutlama izni verildi. Kâğıthane’de düzenlenen 1 Mayıs’a katılan işçiler, verilen izne rağmen tutuklandılar. 50 yıllık moladan sonra ilk yasal 1 Mayıs 1975 yılında İstanbul Tepebaşı’nda bir düğün salonunda gerçekleştirildi. 1976, 1 Mayıs’ın yeniden alana çıktığı yıldır. On binler, 1976’da Taksim Meydanı’nda büyük bir miting gerçekleştirdi. 1977, ‘Kanlı 1 Mayıs’ olarak tarihe geçerken, 1978’in 1 Mayıs’ı, 1977 katliamının gölgesinde geçti. 1 Mayıs 1979 günü İstanbul’da sokağa çıkma yasağı konuldu. Yasağa rağmen İstanbul Merter’de gösteri yapmak isteyenlere polis saldırdı. Aralarında Türkiye İşçi Partisi (TİP) lideri Behice Boran, Türkiye Sosyalist İşçi Partisi (TSİP) lideri Ahmet Kaçmaz ve DİSK Genel Başkanı Abdullah Baştürk’ün de bulunduğu protestocular gözaltına alındı. 1980 yılı da yasaklarla geçerken, 12 Eylül darbesi oldu. Cunta, bırakın 1 Mayıs’ın kutlanmasına izin vermeyi, o günü tatil olmaktan da çıkardı.
1988’de sendikacılar yeniden Taksim Meydanı’nda 1 Mayıs’ı kutlamak istedi. Yasağa rağmen alana çıkmak isteyenlerden 81’i gözaltına alındı. 1 Mayıs 1989’da da yasaktı. Hem Çağlayan hem de Taksim alanına çıkmak isteyenlere polis sert müdahale etti. 1989’un en acı gelişmesi, Taksim Meydanı’na çıkmak isteyenler arasındaki Mehmet Akif Dalcı adlı 17 yaşındaki genç bir işçinin polis kurşunuyla öldürülmesiydi. 1990 yılında sendikalar ağırlıklı olarak 1 Mayıs’ı ‘işyerlerinde kutlama’ kararı aldı. Taksim Meydanı’na çıkmak isteyenler ise yine polisin müdahalesiyle karşılaştı.
Polisin açtığı ateş sonucunda Gülay Beceren adlı bir genç kız felç oldu.
Sendikalar 1991 ve 1992’yi salon kutlamalarıyla geçiştirirken 12 Eylül sonrasının ilk 1 Mayıs mitingi, 1992’de Sosyalist Parti tarafından
İstanbul Gaziosmanpaşa’da gerçekleştirdi. 1993, 1994, 1995’te 1 Mayıs mitingleri İstanbul Abide-i Hürriyet Meydanı’nda yapıldı ve herhangi bir olay çıkmadı. 1996’da Kadıköy’de düzenlenen mitinge yine kan bulaştı. Hasan Albayrak, Yalçın Levent ve Dursun Odabaşı polis kurşunuyla öldü. Sonraki 1 Mayıslarda ise, Taksim Meydanı’na çıkılmadıkça polis müdahale etmedi.
Alanda paniği artıran bombalar kontrgerillaya ait
“Alanda biriken büyük kalabalık esasen tabanca seslerinden ziyade bu büyük patlamalar sonucu husule gelen sesten paniğe kapıldı ve kalabalıkta büyük dalgalanmalar ve şuursuz bir biçimde kaçmalar başladı. Yığın yani toplum, özellikle Kazancı Yokuşu’nun başına ve diğer kesimi Tarlabaşı önüne kaçmaya başladı. (…) Benim duyduğum sese göre bu patlamadan mütevellit o bölgede muhakkak tahribat olması lazımdır. Eğer dinamit olsa dahi bir iz bırakması gerekir. Ben bomba veya dinamit atıldığını zannettiğim yerleri dolaştım, bundan mütevellit bina ve sair yerlerde tahribat görmedim. Büyük gürültü çıkaran patlayıcı maddeler panzerlerde görevli emniyet mensuplarında bulunmaktadır.”
1 Mayıs 1977 katliamının gerçekleştiği dönemde İstanbul’da Jandarma İl Alay Komutanı olarak görev yapan Ömer Öziskender, 4 Mayıs günü savcılığa verdiği ifadesinde aynen bu cümleleri kullanıyordu. Bu ifade aslında panzerlerin alana giriş kitlenin üzerine yürümesi emrini veren Emniyet müdür yardımcıları Zeki Tamay ve Salih Bora’nın savcılıkta verdikleri ifadelerle birleşince daha bir anlam kazanıyordu. Tamay ve Bora, panzerlerin ‘sinyal çalarak, su sıkarak ve gürültü bombası atarak’ kitlenin üzerine yürüdüğünü reddetmiyordu. Üstelik daha sonra hazırlanan iddianamede de bu konuya değinilmiş, patlama seslerinin ‘100 bin kişilik kitlenin panik içinde düşmesini süratlendiren diğer bir etken’ olduğu vurgulanmıştı.
Genç’in evine aynı bombadan atılmış
Alanda patlamamış halde bulunan ‘tenis topu’ büyüklüğündeki bu bombaların, eski CHP milletvekili Süleyman Genç’in evine atılan bombalarla aynı oluşu bir başka ilginç ayrıntıydı. Süleyman Genç, Hürriyet gazetesine 1 Mayıs’ta çok sayıda insanın ezilerek öldüğü Kazancı Yokuşu girişinde bu bombalardan çok sayıda bulunduğunu söyleyecekti. Genç şöyle diyordu: “Evet, benim evime atılan bombanın aynısıdır. İkisini de gördük. Aynıydı. Bunlar yerden şöyle tarayarak gidiyor. Bunları bir de çelik borunun içine koyuyorlarmış, o zaman çelik boru ciddi tahribat yapıyor. Tavanı, duvarı çok rahat delip geçebiliyor. İstanbul Üniversitesi olayında kullanılan (16 Mart 1978’de üzerlerine bomba atılması sonucu yedi öğrenci can verdi) bomba da bizim tespitimize göre aynı cinstendi.”
Panzerlere ‘Üzerlerine sürün’ emri
Kitlenin daracık Kazancı Yokuşu’nun ağzında birbirini ezmesinin sorumlusu panzerlerdi. Panzerlere kitlenin üzerine yürüme emrini Emniyet Müdür Yardımcısı Salih Bora vermişti. Panzerler insanların üzerine doğru hızlı manevra yapmak, su sıkmak, gürültü bombaları atmak suretiyle paniği artırdı. Panzerlerin bu kadar kalabalık insanın arasında önüne geleni yere devirerek çılgınca tur atmasına bakılırsa, panik ortamının bilinçli biçimde yaratılmış olduğu sonucuna varmak mümkün. Salih Bora telsizler verdiği bu emri, “Öylesine silah atıldı ki, can güvenliği söz konusuydu. Birkaç panzeri çatışmanın devam etmesi üzerine alana ve Continental Oteli’nin önüne hareket ettirdim. Panzerler, su sıkarak, ses bombaları atmak suretiyle çatışan grupların dağılmalarını teminen alanda harekete geçtiler” diye savundu.
Uluer: Provokasyonu CIA planladı
Katliamın ertesi günü Kazancı Yokuşu’nun girişinde en fazla kaybın Dev-Genç kortejinden olduğu ortaya çıktı. Kazancı yokuşunun girişine en yakın yere yaklaşık 50 bin kişiyle yerleşmiş olan bu kortej, alanın dört bir tarafından sıkılan kurşunların da en büyük hedefi olmuştu. Dev-Genç Genel Sekreteri Bülent Uluer, 2 Mayıs günü yaptığı açıklamada, İntercontinental Otel’in 4 ve 5. katının MİT tarafından kiralandığını iddia ederek şunları söylüyordu: “En fazla kaybı biz verdik. 15’e yakın arkadaşımız kurşunla ya da ezilerek öldüler. Bunu CIA planlamıştır. Bu, olayların ne başlangıcı ne de sonudur. Bu devam edecektir. Olayları aydınlığa çıkarmak için olaylara bu açıdan bakmak gerekir.”
Beyaz Renault sayısı birden fazla
Bir de 30 yıldır tartışılan ve kimsenin mutabık kalamadığı beyaz renkli Renault araç konusu var elbette. Çok sayıda görgü tanığı beyaz renkli bir araçtan da kitlenin üzerine ateş açıldığı konusunda hemfikir. Anlatılanlara bakılırsa bu araç hem İntercontinental Otel’de kitlenin üzerine ateş açanların kaçmasını sağlamış, hem panik yaratmak üzere Gümüşsuyu Caddesi’nde ortaya çıkıp Taksim Meydanı’nda tur atarak ateş açmıştı. Bu aracın yaralı güvenlik güçlerini taşıdığı iddiasını ortaya atanlar da var. Dahası, bu aracın içindekilerin sivil mi yoksa asker üniformalı mı olduğu konusu da aradan geçen 30 yıla karşın bir türlü netliğe kavuşmadı. Fakat tanıkların tümünün anlatımlarındaki tutarlı yanlar dikkate alınırsa, alanda provokasyona katılmış bir değil, birden daha fazla beyaz renkli araç olduğu ortaya çıkıyor. Bu tezi destekleyecek çok fazla tanık olduğu gibi, o yıllarda güvenlik güçlerinin kullandığı araçların büyük çoğunluğunun Renault marka ve beyaz renkli olduğu gerçeği de gözden kaçırılm
aması gereken bir başka ayrıntı.