Avrupa Birliği (AB), Mart 1957’de Roma Anlaşmasının imzalanmasıyla kuruluşun ellinci yıldönümünü kısa bir süre önce kutladı. Bu anlaşmanın imzacılarından sadece Fransız Maurice Faure halen hayatta ve Avrupa devleti hakkında biraz umutsuz olduğu görülüyor. Le Monde gazetesinin bu konuyla ilgili olarak attığı başlık Avrupa’da, Avrupa ile ilgili bir “sıkıntı”dan bahsederken International Herald Tribune’deki başlık ise “huzursuzluk” […]
Avrupa Birliği (AB), Mart 1957’de Roma Anlaşmasının imzalanmasıyla kuruluşun ellinci yıldönümünü kısa bir süre önce kutladı. Bu anlaşmanın imzacılarından sadece Fransız Maurice Faure halen hayatta ve Avrupa devleti hakkında biraz umutsuz olduğu görülüyor. Le Monde gazetesinin bu konuyla ilgili olarak attığı başlık Avrupa’da, Avrupa ile ilgili bir “sıkıntı”dan bahsederken International Herald Tribune’deki başlık ise “huzursuzluk” tan bahsediyor. Ellinci yıldönümü kutlamalarının pek de şenlikli geçmemesinin en yakın nedeni 2005’te yeni Avrupa Anayasası taslağı için yapılan referandumda Fransa ve Hollanda’dan ret sonucu çıkmasıydı.
Avrupa Biriliği’nin şu anki başkanı Almanya Başbakanı Angela Merkel burada iyimser görünmeye çalışarak, üye devletleri yıldönümünde Berlin’de toplandı ve ileriye doğru atılacak siyasi adımlara dair müzakereleri yenileme amacını taşıyan biraz da muğlak bir taslağı kabul etmeleri konusunda hepsini ikna etti. Şimdiki mesele Avrupa’nın yeni bir elli yılda neye benzeyebileceği ya da neye benzeme ihtimali olduğu üzerinedir.
Harris Interactive adlı kuruluş, medyanın ve politikacıların tahribatları ve karamsarlıkları arasında yaptığı, beş Batı Avrupa ulusunu (Fransa, Büyük Britanya, Almanya, İtalya ve İspanya) ve Birleşik Devletler’i kapsayan, 2057 Avrupası hakkındaki kamu oyu yoklamasının sonuçlarını açıkladı. Anketin bazı sonuçları şaşırtıcıydı. Hemen herkes AB’nin 2057’de halen yürürlükte olacağından ve Euro’nun standart para birimi olacağından emindi. Sadece üçte biri Avrupa’nın Birleşik Devletler ile ilişkilerinin gelişeceğini düşünüyordu.
Ancak asıl şaşırtıcı sonuç, katılımcılara genişlemeyle ilgili sorulan sorularda ortaya çıktı Katılımcıların üçte ikisi (bu oran ülkeye göre değişiyor) Rusya’nın Avrupa Birliği’ne üye olacağını (ki şu an bunu savunan kimse yoktur) düşünüyor ve bundan da fazlası (bugün hayli tartışmalı hale gelen) Türkiye’nin üyeliğinin gerçekleşeceğini tahmin ediyordu. Bu ikisinin gerçekleşmesinin ne denli kötü bir fikir olduğunu söyleyen son günlerin bütün politik gevezeliklerine bakılırsa Avrupalıların, geleceği öngörme rollerinde başka sonuçları kabul etmedikleri ya da en azından tahmin etmedikleri görülebilir.
Konumunu belirlemedeki bu çelişki Politika ve Jeopolitik arasındaki farkı bize göstermektedir. Politika temelde, politik arenadaki çok sayıda aktörün, kısa vadeli kaygılarını yansıtan, halihazırdaki karşılıklı etkileşimlerdir. Bu bakış açısıyla Avrupa’nın sallantılı bir durumda olduğu söylenebilir. Jeopolitik ise kısa vadeli aktörleri kısıtlayan orta vadeli yönelimlerle ilgilenir, ki bunlar da uzun vadeli çıkarları yansıtır. Çok az insan ve tabii çok az politikacı jeopolitik kavrayışa/tercihlere/fikirlere sahiptir. Jeopolitik eğilimler çoğu insanı, onlar pek de farkında olmadan beraberinde sürüklemektedir.
Mart 1957’de Roma’da buluşan grup belli bir jeopolitik vizyona sahip olmasıyla istisnai idi ve bu güne kadar tarihsel eğilimler denen gerçeklik onları büyük ölçüde haklı çıkardı. Başbakan Angela Merkel şimdi, yönetimdeki fikir arkadaşlarını, Batı Avrupalıların anket sonuçlarında görünen beklentilere yakın bir jeopolitik çerçeveden bakmaya ikna etmeye çalışıyor.
2057’de ne tür bir Avrupa görmemiz muhtemeldir? Bu soruyu cevaplarken üç ana unsura göre düşünülmelidir. İlk olarak, Birleşik Devletler’in hızlanan düşüşüne bakılırsa, gerçek bir çok kutuplu dünya-sistemi yaratılmasının tam ortasındayız. Avrupa’nın meselesi -ekonomik, politik, kültürel olarak- Birleşik Devletler ile değil Doğu Asya ile rekabet edebilmektir. Bu kısmen, Doğu Asya’nın (Çin, Japonya ve Kore) anlamlı biçimde bir araya gelip gelmemesine bağlıdır. Bunun yanında, Avrupa’nın siyasi olarak daha kaynaşık bir yapı yaratıp yaratamamasına ve bundan da önemlisi Rusya ve Türkiye’yi de içerip içermeyeceğine bağlıdır.
Göz önünde bulundurulacak diğer bir şey, Avrupa’nın kendisini Hıristiyan bir kıtadan çok dinli bir kıtaya çevirip çeviremeyeceğidir. Papa 15. Benedict Katolik Kilisesi’nin bir numaralı önceliğini “yeniden Hıristiyanlaşma” olarak belirler.Avrupa’nın “tehlikeli bireyciliği”ni tarihsel “laikleştirmeye” bağlamaktadır. Ona göre, Avrupa “din değiştirme yolundadır” ve “kendi geleceğine dair inancını kaybetmekte”dir. Papa bunu “kültürel çöküş” olarak tanımlar.
Jeopolitik eğilimler papanın isteklerini yansıtmıyor gibi görünüyor. Müslümanların oranı her geçen gün artıyor, kiliseye giden Hıristiyan sayısı ise düşüyor. Öyleyse Avrupa’daki “kültürel çöküntü”yü vurgulayan Papa haklı mı, yoksa Avrupa, yeni demografik bileşimi ile yeni, güçlü bir kültürü mü gerçekleştiriyor? Sorunun cevabı henüz verilemez..
Son olarak, Avrupa 2057’de bir içeride göreli istikrara sahip bir ada mı, bir içeride şiddetli çatışmalar yaşayan bir bölge mi olacak? Bu toplumsal sorundur ki, cevabı Avrupa’nın neo liberal baskılardan doğan, artan iç kutuplaşmaya ne derece karşı koyabileceğine bağlıdır. Şimdiye dek Avrupa, refah devleti politikalarının tasfiyesi isteklerine karşı görece dayanıklı olmuştur. Ne var ki, baskı azalmıyor, aksine artıyor. Neo liberal bir Avrupa’nın ise, sakin bir Avrupa olması beklenmemeli. Yapısal kriz içindeki bir dünya-sistemde Avrupa, dönüşümde olumlu bir güç rolünü oynayabilecek mi? Bu sorunun cevabı da verilememektedir.
15 Nisan 2007
[binghamton.edu’dan Açalya Temel tarafından Sendika.Org için çevrilmiştir]