TGRT’deki Emin Çölaşan-Melih Gökçek tartışmasını, önceki hafta sonu geç vakit olmasına rağmen, ilkokul çağındaki oğlumla izlemek gafletinde bulundum. Yayından önce “Çocuklar için sakıncalıdır” türü bir uyarı da yapılmamıştı. Çölaşan, Gökçek’e soruyordu: “- Adın ne?” “- İbrahim Gökçek… Şerefli bir adım vardır.” “- ‘İ. Melih’ diyorum, ‘Bana “İ.. Melih” dedi’ diye dava açıyorsun.” “- Orada ne […]
TGRT’deki Emin Çölaşan-Melih Gökçek tartışmasını, önceki hafta sonu geç vakit olmasına rağmen, ilkokul çağındaki oğlumla izlemek gafletinde bulundum.
Yayından önce “Çocuklar için sakıncalıdır” türü bir uyarı da yapılmamıştı.
Çölaşan, Gökçek’e soruyordu:
“- Adın ne?”
“- İbrahim Gökçek… Şerefli bir adım vardır.”
“- ‘İ. Melih’ diyorum, ‘Bana “İ.. Melih” dedi’ diye dava açıyorsun.”
“- Orada ne demek istediğin belli. İşin gücün ahlaksızlık.
Kastettiğin neyse sen de osun.”
* * *
Bu “seviyeli tartışma”nın ardından oğluma, köşe yazarlığı, belediye başkanlığı, eşcinsellik ve bunların birbiriyle ilişkisi üzerine izahat vermem gerekti. Özetle şunları söyledim:
“Kimsenin cinsel tercihi kimseyi alakadar etmez.”
“Bu tercihler, küfür niyetine kullanılmamalıdır.”
“Öyle uluorta herkese yakıştırılıp eşcinsellere de hakaret edilmemelidir.”
* * *
Beni insanların cinsel tercihlerinden çok, siyasi tercihleri ve mesleki faaliyetleri ilgilendiriyor.
O yüzden de Melih Gökçek’i, isminin başındaki “noktalı İ”den vurmayı ne kadar yakışıksız buluyorsam, onun Atatürk Bulvarı’na yaptıklarının, “noktalı İ” tartışmasının gölgesinde kalmasını da o kadar garipsiyorum.
Gökçek, bütün itirazlara, protestolara rağmen, inanılmaz bir inat, akıl almaz bir duyarsızlıkla ve 7 ay trafiği kilitleyip Ankaralıları isyan ettirme pahasına Kuğulu altgeçitlerini bitirip hizmete açtı.
Ortaya çıkan fiyaskoyu anlatmak yetmez; gidip görmelisiniz.
* * *
Geniş bahçeler içindeki elçiliklerin arasından süzülerek Çankaya’ya tırmanan, Ankara’nın “yegâne caddesi” sayılabilecek, o güzelim Atatürk Bulvarı tarihe karıştı.
Şimdi onun yerinde, Kızılay’dan Kavaklıdere’ye doğru deşilerek kentin ciğerine saplanmış bir metal hançer var.
Bu “şehir içi otoban”ın neresini önce eleştirmeli:
Geniş kaldırımları, çınar ve kestane ağaçlarıyla başkente kimlik kazandıran tarihi dokunun vahşice yok edilmesini mi?
Yolun eskisinden daha dar hale gelmesini mi?
Trafiğin hepten kilitlenmesini mi?
Kaldırımların tamamen kaldırılmasını mı?
Kavaklıderem Derneği’nin “yaya düşmanlığı” dediği bir anlayışla, araçlara tam gaz hız yapma fırsatı verilirken, karşıdan karşıya geçişin imkânsız hale getirilmesini mi?
* * *
Aylardır herkesin “Yaşamsal riskler var” diye uyarıp durduğu sonuç, çok erken alındı:
Otoyol açıldıktan iki saat sonra işaret kargaşasından bir motosikletle araç çarpıştı.
Bir hafta sonra da Cinnah’taki ilk ölümcül kazada DSP’nin basın danışmanı İsmail Aşçıoğlu refüjü kaldırılmış yolda karşıdan karşıya geçerken hayatını kaybetti.
Şimdilerde karşıdan karşıya geçmeye çalışan savunmasız yayalar, kırmızı bayrak sallayarak arabalardan yol istiyorlar.
Ve bu facia, İstanbul gözlüklü basınımızda “noktalı İ” tartışması kadar ilgi çekmiyor.
Şehrin tam ortasına, bir caddeyi yok etmek ve yayaları ezmek pahasına niye otoyol yapar ki insan?
“Erdoğan Esenboğa’dan Çankaya’ya trafiğe takılmadan rahatça çıkabilsin diye” deniliyordu kulislerde…
Eğer öyleyse, siyaseten söylenen şey, fiilen de gerçekleşecektir:
“Başbakan, Köşk’e ancak cesetlerimizi çiğneyerek çıkabilecektir.”