14 Nisan mitingi, Türkiye’nin gelmiş geçmiş en büyük mitingi olarak önümüzdeki döneme damga vuran biçimde gerçekleşti. Buna karşın miting sürecini önden yönlendirmeye çalışan ulusalcı çekirdeğin otoriter eğilimleriyle, mitinge yaygın katılım sağlayan bir kısım kitle örgütleri ve geniş kitlenin gericilik karşıtı tepkileri arasındaki açı dikkat çekiciydi. Öncelikle mitingin boyutlarını küçümsemeye dönük, gerici, liberal ve sol liberal […]
14 Nisan mitingi, Türkiye’nin gelmiş geçmiş en büyük mitingi olarak önümüzdeki döneme damga vuran biçimde gerçekleşti. Buna karşın miting sürecini önden yönlendirmeye çalışan ulusalcı çekirdeğin otoriter eğilimleriyle, mitinge yaygın katılım sağlayan bir kısım kitle örgütleri ve geniş kitlenin gericilik karşıtı tepkileri arasındaki açı dikkat çekiciydi.
Öncelikle mitingin boyutlarını küçümsemeye dönük, gerici, liberal ve sol liberal yorumlara prim vermemek gerekir. Gene kabul edilmeli ki, bu mitingin siyasal etkileri önümüzdeki dönem boyunca hissedilecektir. Nitekim Ertuğrul Özkök dahi katılımın beklediğinin çok üzerinde olduğunu ve laik kitlenin Nişantaşı’ndan ibaret olmadığını gösterdiğini itiraf etti. Tabii bu arada kitlenin yüzde sekseniyle anlaştığını ama kürsüdekilerin de yüzde sekseniyle u1yuşamayacağını belirtmekten geri durmadı. “Ben AB’den yanayım, onlar değil. Ben küreselleşmeden yanayım, onlar değil. Ben ABD’den yanayım, onlar değil”. Bu denli açık saldırı ve uzlaşma söylemini bir arada kullanarak E.Özkök, aslında tekelci sermayenin bu kitleyi massetme stratejisini ortaya koydu.
Mitingde esas olarak, laik orta sınıfların Cumhurbaşkanlığı seçimi vesilesiyle, gericiliğe karşı tepkisi dile geldi. Bununla beraber, bu kitlelerin orta sınıflar içinde küreselleşmeden en çok zarar gören kesimler olduğu görülmeli. Bu yönleriyle mitinge katılan kitlenin önemli bir kısmı, zaten mahallelerde, işyerlerinde devrimcilere düşmanlık beslemeyen, hatta bir kısmı oldukça yakın bir kitledir. Gericilik karşısındaki tepkileri ise, değerli olmakla birlikte statükocudur. Bu tepkileri statükocu olmaktan çıkartmak ise devrimcilerin görevidir. En genelde solun bugüne kadar izlediği, kişiliksiz çizgi ne yazık ki bu olumsuz tabloya yol açmaktadır. Bir yanda liberalizmle-gericilikle kol kola giren, diğer yanda ise ulusalcılığa yamanarak kendi varlık zeminini yok eden solculuk türlerinin bu kitleleri kapsama ihtimali yoktur.
Örneğin, Murat Belge bu yürüyüşü Mussolini’nin Roma yürüyüşüne benzetirken, Hasan Cemal ve Cengiz Çandar da benzer olumsuz yorumlar yaptılar. Birgün gazetesi yazarlarından Bülent Forta ise, olaya bu yorumlardan biraz daha yumuşak yaklaşmakla birlikte, gazetenin çizgisiyle de bütünleşen ve öz itibariyle, “Bu kitlesel tepki esas olarak ilerici değerler içermiyor ve bu nedenle de üzerinde fazla durulmamalı” şeklinde yorumlanabilecek bir yaklaşım gösterdi. İyi ama liberalizmle bu denli sarmaş dolaş olarak, geniş kitlelerin gericilik karşıtı ve anti-Amerikancı taleplerini küçümseye küçümseye solu bugünkü tanınmaz hale getirenler bu liberal ve sol liberal çizginin savunucuları değil mi? Solda kocaman bir “gericilik ve emperyalizm karşıtlığı” boşluğuna yol açan bu sol liberal çizgi değil mi?
Diğer yandan ise, ulusalcılığın sol içinden savunuculuğunu yapanların, ulusalcı kampın başını çeken odakların otoriter-faşizan eğilimlerini görmezden gelerek onlara meşruiyet sağladıkları ortada. Solun kendi bağımsız çizgisinin oluşamamasına yol açan bu yamanmacı çizgi, solun içine ulusalcılığın tüm şoven değerlerini enjekte ederken, genelde sol içinde sert kamplaşmalara ve tepkisel tutumlara neden oldular. En genelde de düzen dışına doğru evrilebilecek halk tepkilerini, tekrar düzen içine kanalize etmenin vasıtaları haline geldiler. Özellikle çeşitli sendika, oda kitle örgütlerinde, ulusalcıların bu mitingin yarattığı “motivasyonla” sosyalistleri, devrimcileri sıkıştırma ve daha geri programları dayatma, Kürt sorununda şoven bir iç basınç oluşturma çabası içine girme olasılıkları yüksektir. Bu durumlarda devrimciler yoğun bir ideolojik-politik mücadeleye girmekten geri durmamalıdırlar.
Kuşkusuz sorun esas olarak, devrimcilerin izlemesi gereken çizgiyle ilgilidir. Devrimciler içinde yaşadıkları toplumun ilerici değerlerini ve tepkilerini kendi güncel politikalarında ve sosyalizm projelerinde değerlendirmelidirler. İçinde yaşadığımız toplumdan soyutlanmış bir devrimci mücadele ve sosyalizm programı olamaz. Sorun yaşanan çelişkilerin ve yol açtığı sosyal-siyasal tepkilerle doğru bir ilişki tutturma, onları içererek ve yönlendirerek devrimci mücadeleye ve gelecek tasarımına ortak edebilme becerisidir.
Bu noktada sol açısından, konunun düğüm noktası Kürt sorunudur.
Kürtler arasında sırtını ABD’ye yaslayarak yayılan milliyetçi-ayrılıkçı çizgi, halk arasında bölünme endişesine yol açmaktadır. Kürt sorununda ırkçı tepkilere sahip olan Ulusalcı kamp ise, Kürtlerin bu tutumunu ve halktaki ABD’ye karşı artan öfkeyi suistimal etmekte, bu sayede ABD ile pazarlık çizgisi geliştirmektedirler. Devrimciler ise uzun süredir politikasızlık sonucunda arada kalmaktadır. Buradan çıkış, bu ülkenin tüm zenginliklerine sahip çıkmaktan, militan bir emek yanlısı politikadan ve güçlü bir anti-emperyalist çizginin izlenmesinden ve her şeyden önce somut dayanaklara yaslanan bir “yeniden kardeşleşme” dinamizmi yaratmaktan geçmektedir.
Gelelim 14 Nisan’ın olası siyasi sonuçlarına. Öncelikle bu ulusalcı güruh tek bir ekipten ibaret değil. Miting sürecinde bu güruhta çeşitli iç gerilimler yaşandığı bilinmekte.Vitrinde bir yanda şimdiki ADD başkanı ve eski Jandarma Genel Komutanı Şener Eruygur’un başını çektiği ve gazeteci Tuncay Özkan’ın ve Türk Metal’in başkanı Mustafa Özbek’in de dahil olduğu bir ulusalcı ekip, diğer yanda ise her tandanstaki sosyal demokratlar ve öte yanda da her boydan diğer ulusalcılar, AKP’ye karşı çoktandır planladıkları kitlesel seferberlik imkanını son virajda yakaladılar. Özellikle Şener Özuygur’un başını çektiği ekibin bu kadarla yetinmeyeceği aşikar.
Her ne kadar mitingin atmosferini sosyal demokrat merkez partilerine yakın kişiler ve kitle örgütleri belirlemeyi başarmışsa da, bu hareketin “sürükleyici unsuru”nun ordu kaynaklı odakların oluşturduğu akıldan çıkarılmamalıdır. Bu kesimin gelişmelere bağlı olarak bir adım geride durmayı tercih etmesi hareketin inisiyatifini elden kaçırdığı anlamını taşımamaktadır. Bundan sonraki gelişme sürecini izlerken, bu olgu göz önünde bulundurulmalıdır.
Bir bütün olarak “ulusalcıların”, mitingin sağladığı moralle yeni projeler oluşturacakları kesindir. İlk olarak, derhal kendi güçlerini daha disiplinli ve daha sıkı bir hale getirmeye ve organizasyonlarını tamamlamaya yöneleceklerdir. Bu süreçte rejim içi yaptırım güçlerini arttırma yoluna gidecekleri de ortada. Nitekim bu basıncın ilk etkisi uzun süredir seçilemeyen Yargıtay ve HSYK üyelerinin seçimini yaptırmak oldu. İlerleyen günlerde ise, bir yandan bu potansiyeli merkez soldan örgütleyecek bir ittifakı zorlamak, diğer yandan olası bir ulusalcı-milliyetçi koalisyonun temellerini atmak ve bu arada da çeşitli siyasi partiler içinde güçlü “iş ortakları” bağlamak olacaktır. Ancak verili hal içinde bu sürecin doğal akışının ilk ağızda en fazla CHP’ye doğru kanalize olması eşyanın doğasına uygundur. Ancak Baykal’ın doğası bu akışı kucaklamaya ne kadar uygundur, bilinmez…
Elbette bu süreçte Kürt sorununun kaşınması üzerinden politika yapılacağının sinyalleri de fazlasıyla görülüyor. Gerek son bir iki haftada yoğunlaşan operasyonlar ve tam 14 Nisan mitingi öncesinde birden yoğunlaşan asker cenazeleri gerekse de Büyükanıt’ın ani basın toplantısında K.Irak’a yönelik operasyon gerektiğini belirterek topu T.Erdoğan’a atması, genel seçime kadar Kürt sorunu üzerinden daha epey gerilim yaratılacağını gösterdi.
Ulusalcıların 14 Nisan’da elde ettikleri “motivasyonla” durum analizi yaparken hata yapacakların