Başlarken Türkiye’nin yakın tarihi açısından 1 Mayıs 1977 katliamı, faillerinin bulunamamış olması, hatta belki de daha kötüsü faillerinin hiç aranmamış olması nedeniyle, otuz yıldır bu ülkenin alnına kazınmış kara bir leke gibi hafızalardaki yerini koruyor. Bugünden 30 yıl öncesine baktığımızda, 1 Mayıs’ın sadece emekçilerin canını alan bir katliam değil, aynı zamanda kendinden sonraki çok sayıda […]
Başlarken
Türkiye’nin yakın tarihi açısından 1 Mayıs 1977 katliamı, faillerinin bulunamamış olması, hatta belki de daha kötüsü faillerinin hiç aranmamış olması nedeniyle, otuz yıldır bu ülkenin alnına kazınmış kara bir leke gibi hafızalardaki yerini koruyor. Bugünden 30 yıl öncesine baktığımızda, 1 Mayıs’ın sadece emekçilerin canını alan bir katliam değil, aynı zamanda kendinden sonraki çok sayıda kitle kıyımının da öncülü olduğunu görmek mümkün. Yine bugünden o günlere baktığımızda, 1 Mayıs katliamının sadece işçilerin giderek daha da yığınsallaşan itirazlarına ket vurucu yönüyle değil, aynı zamanda Türkiye’yi 12 Eylül darbesine taşıyan süreçte dönemeç noktası olma özelliğiyle de tartışmak gerekli. Bu ayrıntılar, 1 Mayıs 1977 katliamının neden faili meçhul bırakıldığına dair önemli ipuçları da sunuyor
Otuz yılın ardından karşı karşıya kaldığımız asıl tehlike, “kabuk bağlamış yaraların kanatılmasının anlamsızlığı” üzerine dinleyeceğimiz öğütlerde saklıdır. Oysa, geçen zamanın “katillerin katilliğini eksiltmediği” gerçeğini onlar da çok iyi biliyorlar.
Otuz yılın ardından yeniden ya da otuz yıldır ilk kez konuşan tanıklar, arşivlerde unutulmuş belgeler, 1 Mayıs katliamının faili meçhul değil, faili belli bir katliam olduğunu kanıtlamaya fazlasıyla yeterli. Aradan otuz yıl bile geçse kimliklerine kadar bilinen bu katillerin yakalanmasını, yargılanmasını ve cezalandırılmasını istemek ise bu ülkede yaşayan, herkesin en doğal hakkı. İşte, 1 Mayıs 1977 dosyasını raflardan indirmemizin sebebi biraz da bu… Aksi halde üzerinden geçen panzerle ikiye bölünen kadının, daracık bir yokuşta ezilen gençlerin, yediği kurşunla bu dünyaya erkenden veda eden işçilerin kocaman gözleri hep açık kalacak…
Kürsüdeki siyah saçlı bıyıklı adam, epeyce coşkulu, ama biraz da tedirgin bir ruh haliyle konuşmasının sonlarına gelmiş ve sesini bir ton yükselterek önünde her saniye daha da kabaran insan denizine sormuştu: “En onurlu ve görkemli gününü 1 Mayıs 1976’da ve 1 Mayıs 1977’de yaşayan bu alanın adının 1 Mayıs Alanı olarak değiştirilmesini istiyor musunuz?”
İşte tam o anda bir patlama sesi, diğer bütün sesleri alt ederek orta alana düşmüştü. Bu ilk patlama, kürsüdeki adamın sorusuna karşı karanlığın içinden gönderilmiş bir yanıttı sanki… Peşi sıra ‘tak’, ‘tak’ iki patlama sesi daha geldi. Hemen akabinde ise memleketin ortak hafızasından bir daha asla silinemeyecek alev alev yanan dev bir cehennem topunu yuvarlayıverdi alana…
‘Tam miting havası’ dedikleri türden ılık bir mayıs akşamında, kürsüdeki adam sesin geldiği yöne şöyle bir baktı. Tam olarak ne olduğunu anlayamamış olacak ki, konuşmasını devam ettirdi. Fakat kürsünün çevresinde bulunanlar, alanda olup biteni daha çabuk kavramış olmalılar ki, saniyelere bile sığamayacak bir zaman diliminde müdahale ederek onun önünde etten bir duvar oluşturdular. Kürsüdeki konuşması kurşunla bölünen bu insan Kemal Türkler’di. Yani DİSK’in genel başkanı Kemal Türkler. Üç yıl sonra, 22 Temmuz 1980 günü Merter’deki evinin önünde bir grup faşist katilin silahlı saldırısı sonucu yaşama veda edecek olan Kemal Türkler… Ve kaderin cilvesi midir bilinmez; 1 Mayıs’ın failleri nasıl gizli kaldıysa, Kemal Türkler’i öldürenleri de cezalandırmak mümkün olmayacaktı.
Kemal Türkler belediyeye ait bir ciple alandan kaçırılırken, dört bir yandan kitlenin üzerine atılan mermilerin ve bombaların sesine, nereden geldiği ilk anda pek de anlaşılamayan siren sesleri eklendi. Görgü tanıklarından bazıları olaydan sonraki anlatımlarında bu siren seslerinin sadece polis araçlarından değil, önceden tasarlanmış bir biçimde bazı binalardan da yükseldiğini söylüyordu.
Panzerler direkt kalabalığın arasına dalıyor, rastgele tazyikli su sıkarak, sis bombaları atarak paniği daha da artırıyordu. Üzerlerine yağan mermilerden canını kurtarmak isteyenler, panzer tekerleklerinin altında kalıyorlar, buldukları bir merdivenin altına ya da duvar dibine sığınmak isteyenler farkında olmadan birbirlerini eziyorlardı. Herkesin gözleri önünde bir panzerin tekerlekleri altında ezilerek parçalanan hemşirenin adının Meral Özkol olduğu sonradan öğrenilecekti.
İlk kurşun sıkıldıktan beri sekiz ya da on dakika geçmişti ki, birden silah sesleri kesildi. Sayıları 500 bine yaklaşan kalabalık ortadan kaybolmuş, arka sokaklardan geldiği sanılan tek tük patlamalar dışında artık sadece yaralıların iniltileri işitiliyordu. Az önceki cayırtıdan sonra kulaklarındaki şiddetli çınlamanın etkisinden biraz olsun sıyrılan ve sayıları oldukça az olan öğrenci ve işçi gençler tekrar alana dağıldılar. Bu kez hedefleri slogan atmak, pankartlarını mümkün olan en yükseğe kaldırmak ya da polisle çatışmak değil, kanlar içinde gelişigüzel yerlerde yatan arkadaşlarını hastanelere yetiştirmekti…
34 ölü yüzlerce yaralı
Ve 1 Mayıs 1977 günü yaşanan felaketin ağır sonuçları akşam geç saatlerde belli oldu. Sis ve barut yüzünden çöken kara bulut, yerini karanlığa terk ederken İstanbul Radyosu “Taksim Meydanı’nda çıkan olaylarda 34 işinin öldüğünü, 126 kişinin de yaralandığını” flaş haber olarak duyuruyordu. Ölüler üzerinde yapılan otopsi raporları bir ay içinde gün ışığına çıktı. Alana yağmur gibi yağan mermilere rağmen, sadece dört kişi aldığı kurşun yarası sonucu can vermişti. İlginç bir tesadüf, kurşunla ölenlerin tümü arkadan vurulmuştu ve sadece birinde iki kurşun yarası vardı. Bir kişinin kurşun mu yoksa ezilme sonucu mu öldüğü kesin olarak belirlenememiş; bir kişi ezilme ya da kafa travması sonucu, bir kişi de künt travma sonucu yaşamını yitirmişti. Ezilme sonucu ölenlerin toplamı ise çok ürkütücü boyuttaydı; tam yirmi yedi kişi. Ölen kişilerin 8’inin kadın 26’sının ise erkek olması ve 29’unun 40 yaşın altında olması dikkat çekiciydi.
Eli silahlılara dokunan olmadı
Alanda ölenlerin nasıl öldüğünün dışında dikkat çekici bir diğer nokta da güvenlik güçlerinin ilk anda kimseyi gözaltına almamış olmasıydı. Bu kadar ölünün olduğu bir yerde polisler ne suç delillerini elde etmeye yeltenmişler, ne de eli silahlı olan sivilleri gözaltına alma girişiminde bulunmuşlardı. Aksine görgü tanıkları, daha sonraki anlatımlarında polisin eli silahlı olanlara kolaylıklar sağladığını gördüklerini bile söylediler. Alanda görevli jandarma subaylarının gözaltına aldıkları kişilerin kısa bir süre sonra emniyet görevlilerince salıverildiklerinin ortaya çıkması, bu tanıkların sözlerini destekler mahiyetteydi. Polislerin yakalanan kişileri salıverdiğini CHP lideri Bülent Ecevit de Adana konuşmasında dile getirdi. Emniyet Müdürü Nihat Kaner ise bu iddiaları kesin bir dille yalanladı. Fakat bu iddiaların sahibi Ecevit ile de sınırlı değildi. Dönemin İstanbul Belediye Başkanı Ahmet İsvan, Sular İdaresi’nin üzerinden ateş eden kişileri bizzat gördüğünü, hatta bu kişilerin yakalanarak polise teslim edildiğine dair bir tutanağın Sular İdaresi’ndeki nöbetçi memurlar tarafından görüldüğünü söylüyordu.
12 Eylül’e giden yol
Güvenlik güçleri olaydan yaklaşık bir saat sonra caddelerde, sokaklarda, tren istasyonu ve otogarlarda insan avına çıktı. Bu gözaltı furyasından en çok başka kentlerden gelmiş işçiler ve gençler etkilendi. Gözaltına alınan yaklaşık beş yüz kişinin tümü 1 Mayıs katliamından canını zor kurtarmıştı. Hatta içlerinde yaralı olanlar da vardı. Gözaltına alınanlardan sadece birinin üzerinde silah bulunmuştu ki, bu sila
hın olaylar sırasında kullanılmamış olduğu kısa süre içinde anlaşıldı. Kısacası polis, katliamı gerçekleştirenler yerine mağdurları gözaltına almayı tercih etmişti. Savcılar da önlerine getirilen bu mağdur ordusunun içinden 98’i hakkında dava açtı. Aslında önlerine getirilen sanıkların olayın gerçek failleri olmadığını onlar da biliyorlardı ve bu gerçeği iddianameyi hazırlarken açıkça yazdılar. Olayın bir başka ilginç noktası ise gözaltına alınanlardan 49’unun aynı polis memuru tarafından teşhis edilmiş olmasıydı. Gerçek faillerin ise serbestçe dolaşmalarına müsaade edildi. Onlara dokunulmamış olmasının elbette ki birtakım sonuçları olacaktı ki, bu sonuçlar Türkiye’yi 12 Eylül’e götüren yola yazıldı…
Sendikadan aradılar: Yarın sabaha afiş gerek
DİSK’in 1 Mayıs 1977’de ve 1 Mayıs 2007’de cadde ve sokakları donattığı ‘dünyayı avuçlarında yükselten işçi’ afişinin ilginç bir hikâyesi var. Neredeyse artık 1 Mayıs’ın sembollerinden biri haline gelmiş, Dünya Sendikaları Federasyonu’nun düzenlediği uluslararası yarışmada birincilik ödülü almış olan bu afişin yaratıcısı Orhan Taylan o hikâyeyi şöyle anlatıyor:
“Bir gece, hatırlıyorum gece yarısı civarındaydı saatt, DİSK’ten bir arkadaşım telefon etti. Dedi ki, ‘Yarın sabah yürütme kurulu toplantısı var.
1 Mayıs’ta kullanılacak malzeme üzerine kararlar alınacak.’ ‘Birtane de’ dedi, ‘son dakikada aklımıza geldi, bir 1 Mayıs afişi yapalım istedik. Bunu bize yetiştirebilir misin?’
‘Ne zamana?’ dedim. ‘Şimdi lazım’ dediler. ‘Peki…’
Zaten bir antrenmanımız var böyle konularda. Epeyce çeşitlemesini yaptığım bir çalışma olduğu için oturdum, yarım saat içinde afişi çizdim. Hazırladım. Gelip aldılar. Sabahleyin yürütme kurulundan geçti, kabul etmişler, beğenmişler.
Sağ olsunlar. Ve bizim 1 Mayıs afişi çıktı ortaya böylece. İki el üzerinde bir dünya. Kırmızı bir dünya. Üzerinde 1 Mayıs yazıyor.
O afiş sendikalar tarafından çok yaygınlıkla kullanıldı. Bu afişle sonradan bir de dünya birinciliği aldım. 78 ya da 79 yıllarıydı. Dünya Sendikaları Federasyonu vardı Çekoslovakya’da. Onlar bir sendika afişleri yarışması düzenlemişler. Haber verdiler DİSK’ten, katılmak ister misin diye. Katıldım. Ben birinci oldum.”
DİSK Genel Başkanı Çelebi: O gün herkeste büyük bir coşku vardı
1977’de genç bir sendikacı olan Süleyman Çelebi, bugün DİSK’in genel başkanı ve görünüşe bakılırsa, Taksim Meydanı’nda 30 yıl öncesinde bir katliamla bölünen işçi bayramının coşkusunu onarmakta ve yeniden bayraklaştırmakta çok kararlı. Süleyman Çelebi’den 30 yıl öncesine dönmesini ve o gün yaşadıklarını anlatmasını istedik. İşte
Çelebi’nin gözüyle 1 Mayıs 1977:
1 Mayıs öncesinde büyük coşku vardı. İşçiler ve sendikalar kendi bayramlarını kitlesel biçimde neşe içinde kutlamak için haftalar öncesinden hazırlıklara başlamışlardı. Ben o zaman Tekstil Sendikası’nın Genel Başkan Yardımcısı’ydım. Haftalar öncesinden işyerlerinde, caddelerde yaygın afişleme yapmış, bir de işçilere yaygın bir eğitim süreci yaşatmıştık. Dışarıdan bakanlar, sadece pankartları ve yürüyen kitleleri görüyor. Oysa orada 1 Mayıs’ın ne demek olduğunun bilinciyle yürüyen işçiler var. Bu çok önemli. Ayrıca bütün işkolları, pankartların yanı sıra kendi üretimlerini simgeleyen bazı sembollerle geldiler 1 Mayıs alanına. Biz Tekstil Sendikası olarak kırmızı renkli ‘Enter’ marka bir kamyonun üzerine motorunu söktüğümüz kocaman bir tekstil makinasını yerleştirmiştik. Oleyis Sendikası’na bağlı otel işçileri kepçelerle katıldılar mitinge. Maden-İş kazmalar, kürekler, iş aletleriyle katıldı. Matbaa işçileri sembolik bobinlerle… Alan işte böyle rengârenk, üretim alanlarının muhteşem çeşitliliğini sergiliyordu.
Mitingin sonlarına doğru bir yerlerden düğmeye basıldı ve ateş açılmaya başlandı. Ardından herkes biliyor, kaçışmalar, ortalık cehennem yeri. Biz üzerinde tekstil makinası yüklü olan kamyonun altına girerek canımızı kurtardık. Olaylar biraz durulunca yaralılarımızı toplamaya başladık. Yaralıların bir kısmını da bizim kamyona bindirdik. Kasımpaşa Deniz Hastanesi’ne yetiştirdik ama biri maalesef yaşamını yitirdi. Alandaki genel manzara unutulacak gibi değildi. Yaralılar, ölüler, her taraf kan gölü. Bu görüntüleri insan hafızasından silemez. Buna rağmen 1978 1 Mayıs’ı da Taksim’de yapıldı. 1 Mayıs 1977 katliamını yaşayanlar yine alandaydılar. Bu olgu, her şeye rağmen toplumsal cesareti tamamen yok edemediklerinin, toplumun teslim olmayışının işareti sayılmalı. Ama bir önemli farkı da vurgulamak gerekli. 1 Mayıs 1978’de aydınların katılımı daha azdır.
DİSK suçlandı
DİSK bu katliamdan ötürü çok ağır biçimde suçlandı. Zaten 1980 darbesinden sonra da savcıların hazırladığı iddianamelere bakıldığında, DİSK ne kadar iyi iş yapmışsa ondan yargılanmış. 1 Mayıs’ları organize ettik, Devlet Güvenlik Mahkemesi’nin kaldırılmasını istedik.
Keza, 20 Mart Faşizme İhtar Mitingi’ni düzenleyerek, üniversitelerimizde gençlerin öldürülmesine karşı durmak amacıyla iş bıraktık. Ve tüm bunlar nedeniyle yargılandık. Yargılandığımız konuların pek çoğu artık Türkiye’nin gündeminde yok. TCK’nın 141-142. maddelerine karşı çıktık, düşünce özgürlüğünü savunduk. Bugün bu maddeler yok. İdamlara karşı çıktık, bugün bu çağdışı ceza yok. Biz toplum için yarattığımız bütün kazanımlar için yargılandık.
Karşı davalar açtık
1 Mayıs 77 katliamı ile ilgili karşı davalar da açtık. Ama bunların pek çoğu ya zamanaşımına uğradı, ya da yaptığımız suç duyuruları dikkate alınmadı. Bu provokasyonlar olmasaydı, 12 Eylül de olamazdı.
1977 1 Mayıs katliamını yargılamadan sorgulamadan, doğru bir zemine oturtmadan, diğer hiçbir olayın çözüleceğine inanmıyorum. 1 Mayıs 77’yi Kahramanmaraş, Çorum katliamları takip etti. 1 Mayıs katliamının kimler tarafından yapıldığından hiç kuşku yok. Ama faillerin 30 yıldır yargılanamamış olması önemlidir. Öncesinden planlanarak hayata geçirilmiş bir provokasyon bu. Resmi görevlilerin bu işin içinde olmadığını söylemek mümkün değil. Karanlıkta kalan bütün olaylarda birtakım ipuçları çıkıyor ama bunun derinleşmesi söz konusu olmuyor. 1 Mayıs 77 katliamı sonrasında da aynı şeyi yaşadık. İpuçları çıktı ama bir yere kadar. Kimin düğmeye bastığı asla sorgulanmadı. Dönemin Başbakanı Süleyman Demirel’di. Ardından Bülent Ecevit işbaşına geldi. Ne Demirel, ne Ecevit, katliamı tertipleyenlerin üzerine gitmedi
devamı yarın…
Ertuğrul Mavioğlu- Ruhi Sanyer Arşivi/Radikal