Basında sıkça anılan ifadelerle “14 Nisan 2007 tarihinde Ankara, Türkiye tarihinde eşi görülmemiş bir mitinge ev sahipliği yaptı.” 14 Nisan, günler öncesinden Türkiye gündemine baş sıralardan oturdu. Miting, Cumhuriyet’e sahip çıkmak için şahlanan Cumhur’un tamamiyle sivil bir biçimde mitingi olacaktı. Tamamiyle, demokratik bir hak kullanımı olan bu “sivil” miting, ne derece demokratik olduğunun ipuçlarını henüz […]
Basında sıkça anılan ifadelerle “14 Nisan 2007 tarihinde Ankara, Türkiye tarihinde eşi görülmemiş bir mitinge ev sahipliği yaptı.” 14 Nisan, günler öncesinden Türkiye gündemine baş sıralardan oturdu. Miting, Cumhuriyet’e sahip çıkmak için şahlanan Cumhur’un tamamiyle sivil bir biçimde mitingi olacaktı.
Tamamiyle, demokratik bir hak kullanımı olan bu “sivil” miting, ne derece demokratik olduğunun ipuçlarını henüz mitingin propaganda aşamasında gösterdi. Mitingi eleştiren ve mitinge katılmama kararı alan demokratik kitle örgütleri, hıyanetle, satılmışlıkla suçlanmaya başlanmıştı. Örneğin, AKP iktidarı ve AKP’nin taşeronluğunu üstlendiği neoliberal politikalar karşısında yıllardır bedeller ödeyerek mücadelesini sürdüren Eğitim-Sen, bu mitingden henüz bir hafta önce ülke çapında düzenlediği bölge mitingleriyle AKP karşısında, Erdoğan’ın köşke çıkma ihtimali karşısındaki tavrını net bir biçimde ortaya koymuştu. Ancak sırtını statükoya yaslamış, tuzu kuru düzen sendikaları, ağızlarını “gaflet, dalalet, hıyanet” kelimeleriyle açıp, Eğitim-Sen’i bu mitinge katılmama kararı dolayısıyla AKP yandaşlığıyla, ABcilikle, ABDcilikle, hatta ajanlıkla suçlama aymazlığına düşebiliyordu. Üstelik bu süreçte, histerik bir hıyanet söylemine, dost-düşman ayrımına yaslanmaksızın kitleleri hiçbir biçimde ikna etme kabiliyetlerinin olmadığının bilincinde olan bu özneler, Hrant Dink’in cinayetine giden sürecin bu hıyanet söylemiyle inşa edildiğininin de, Eğitim-Sen’in Sakarya Şubesi’nin bu hıyanet söyleminin ateşiyle yakıldığının da bilincine sahip olarak, farkında olarak hedef gösteriyorlardı. Sonuçta artık güçlerinin farkındaydılar.
Diğer bir yandan, üniversite rektörleri resmi sıfatlarıyla bu “sivil” mitinge katılacağını açıklıyorlar, üniversitelerin öğrenci konseyleri, resmi sıfatlarıyla, “bu mitinge üniversitemizin bütün öğretim elamanları ve idari çalışanları katılacak” yazan davet metinleriyle tüm öğrencileri mitinge çağırıyor, mitingin organizasyonunda görev alıyordu. Üniversitelerin akademik takvimleri miting tarihine göre yeniden düzenleniyor, yüzlerce öğrenciye soruşturma terörüyle politika yapma yasağı uygulanan üniversitelerde, mitingin ajitasyonu ve propagandası demokratik bir üniversiteye yaraşır bir biçimde, baskıya maruz kılınmaksızın yapılabildiği gibi, resmi düzeyde ulaşım organizasyonları bile yapılıyordu.
Nihayet miting gerçekleştiğinde, sağından soluna, liberalinden sosyalistine, Beşiktaşlısından Ankaragüçlüsüne herkes aynı soruyu soruyordu: “Bu mitingi nasıl okumak lazım?” Mitingde daha önce örnekleri görüldüğü biçimde “Ordu Göreve” pankartlarına rastlanmadı. Sırf bu durum bile, mitingin ne derece “sivil” olduğunu kanıtlıyor, miting öncesinde tertip komitesinin militarist bir yapıya ve söyleme dayandığı savı, beklenen pankart görülmediğine göre boşa çıkıyordu.
Türkiye solunun kafası da fena halde karıştı. “Ordu Göreve” pankartının yokluğu, sola da bir özeleştiri fırsatı verdi. Soldan bazı kimseler, “madem bu pankart mitingde dalgalanmadı, öyleyse mitingin hiç de militarist olmadığının hakkını verelim, mitingin “sivilliğini” teslim edelim” dediler. Oysa ki, Birgül Ayman Güler miting konuşmasında şöyle diyordu:
“Bu derneğin başkanını, Amerikalı Bush’un “bizim oğlan” diyemediği paşaları, askerinin kafasına çuval geçirtme ayıbıyla ezilmemiş subayları, şehitlerimizi, gazilerimizi, bağımsız Türkiye’nin güvencesi kemalist orduyu bağrımıza basıyoruz!”
Güler, ADD başkanını sadece bir dernek başkanı olarak değil, Bush’un “bizim oğlan”[1] diyemediği paşalardan birisi olarak, ordunun bir mensubu olarak bağrına basıyor, konuşmasının hemen başında aksini kimselerin iddia etmeye cesaret edemeyeceği bir biçimde, Bağımsız Türkiye’nin güvencesinin Kemalist Ordu olduğunu belirtiyordu. Konuşmasının devamında “KEMALİST ORDU KONUŞACAK!” diye haykırarak, tertip komitesinin orduya nasıl bir misyon biçtiğini açık yüreklilikle ortaya koyurdu.
Metin Özuğurlu, Halkın Sesi Gazetesi’nin 27. sayısındaki “14 Nisan Notları” adlı yazısında, 14 Nisan öncesinde miting alanına damga vurması öngörülen hakim rengin, “ordunun göreve çağrılmasıyla militarist ve darbeci bir çehre kazanacak” olan “tepkisel, Türkçü, ırkçı bir milliyetçilik” olduğunu dile getiriyor ve yazısının devamında bu öngörünün boşa çıktığını ifade ediyordu.
Özuğurlu’ya göre, “ordu göreve” pankartının miting alanında görünmeyişi nasıl mitingi darbeci ve militarist olmaktan kurtardıysa, Mustafa Özbek’in konuşma yapmaması ve böylece “bir ayağı MHP’de bir ayağı BBP’de olan Türkiyem Grubu”nun mitinge damgasını vuramamış olması dolayısıyla, miting ırkçı olmaktan kurtulmuş, mitinge damgasını vuran milliyetçilik anti-emperyalist, bağımsızlıkçı bir milliyetçilik haline gelmişti.
Metin Özuğurlu bu yazısında, yıllardır sosyalistlerin bir türlü alanlara taşıyamadığı bir kitleyi karşısında gören ve mitingin ihtişamı karşısında büyülenerek o kitleyi istediği gibi, düşlediği gibi görmek isteyen, görmek istemediklerini de görmemek için oldukça çaba harcayan bir körlüğü sergiliyordu. Bu yüzden mitingin militarist yönünü bir türlü görmediği gibi mitinge damgasını vuran ırkçılığı da gericiliği de görmemek için direniyordu.
“O meydanda Türkçü-ırkçı değerler ve semboller yoktu” diyen Özuğurlu, mitingin baş konuşmacılarından Alparslan Işıklı’nın islamofobi karşısında geliştirdiği “tepkisel” “hristiyanofobi”yi[2] de, halkların kardeşliğini şiar edinmiş yüzbinlerin “hepimiz Hrantız, Hepimiz Ermeniyiz” diye haykırmalarını, İslam karşıtlığının bir ifadesi olarak tarif etmesini de görmezden geliyordu.[3]
Birgül Ayman Güler de, Hrant Dink cenazesiyle ilgili olarak “Turuncu demokrasi, ülkemizde, başına amerikan sefirinin geçip yürüdüğü cenazelerimizde, yeni moda küçük-yuvarlak dövizlerin ardından sırıttı! Sırıtması yüzünde dondu kaldı!” diyordu. Güler’in konuşmasından da, mitingin öncesinde ve sonrasında mitingin hararetli savunucularının yazdıklarından da açıkça anlaşılıyordu ki bu miting için bütün güçlerini seferber eden ulusalcılar, bu mitingi AKP karşıtlığının yanı sıra Hrant Dink cenazesinin rövanşı olarak da anlamlandırıyorlardı. Özuğurlu, mitingi bağımsızlıkçı ve anti-emperyalist olarak güzelleyedursun, miting öncesi ve sonrasıyla enternasyonalist sol karşıtlığı üzerine kurgulanmıştı. Mitingin yürütücüleri olan ulusalcılar, bu mitingle Hrant Dink’in katledilmesi sonrasında “Türk, Kürt, Ermeni, Yaşasın Halkların Kardeşliği” diyen, “Hepimiz Hrant’ız, Hepimiz Ermeni’yiz” diyerek meydanları doldurarak ırkçılığa, faşizme, halkların birbirine düşürülmesi çabasına karşı mücadele kararlılığını ortaya koyan devrimcilere bir cevap vermek istiyordu.
Metin Özuğurlu, yazısında mitingi güzellemekle yetinmiyor, mitinge katılmayan devrimci demokratları da, demokratik kitle örgütlerini de üstü kapalı olarak eleştiriyordu. Özuğurlu şöyle yazıyordu: “Ben eminim o miting planlandığı şekliyle Türkiyem Grubunun sahne hakimiyetine terk edilmiş olsaydı, bütün büyük kanallar naklen yayımlarlardı. Böyle bir sahne, hiç kuşku yok ki, DİSK, KESK ve TMOBB’un miting boykotunu da meşrulaştırırdı. Ama işte ne yaparsın, sahne değişiverdi!” Özuğurlu, bu ifadeyle DİSK, KESK ve TMMOB’un mitinge katılmama kararının meşruiyeti olmadığını söylemek istiyordu. Yani Özuğurlu’ya göre bu kurumlar mitingde yer almalı, militarizme alk