Sevgili kardeşimiz Hrant Dink’in katledilmesinden sonra, sosyalist güçler arasında ortaya çıkan ‘birlik özlemi’ve bu özlemin yarattığı bazı olumlu imkanları, şimdi daha soğukkanlı bir şekilde değerlendirmek gereklidir. Bir süredir haklı olarak duygularımız ön plandaydı. Zor ve acılı bir dönemden geçiyoruz. Acının kendisi ne yazı ki her zaman işçilerin ve emekçilerin bilincinde bir sınıf kinine dönüşmüyor. Dönüşebilseydi […]
Sevgili kardeşimiz Hrant Dink’in katledilmesinden sonra, sosyalist güçler arasında ortaya çıkan ‘birlik özlemi’ve bu özlemin yarattığı bazı olumlu imkanları, şimdi daha soğukkanlı bir şekilde değerlendirmek gereklidir. Bir süredir haklı olarak duygularımız ön plandaydı. Zor ve acılı bir dönemden geçiyoruz. Acının kendisi ne yazı ki her zaman işçilerin ve emekçilerin bilincinde bir sınıf kinine dönüşmüyor. Dönüşebilseydi sorunlar son otuz yılda bu derece ağırlaşmazdı. Şimdi bu temiz duygularımızı bilincimizle birleştirmek ve bilincimizin emrinde yeniden işlemek zamanıdır. Duygularımızı ve sızlayan vicdanlarımızı bilince yüklemek bunun için gereklidir. Bu yazı da bir yanıyla bunun için kaleme alınmıştır.
Ülkemizde giderek toplumsal bir temel kazanan Türk Faşizmi’ne karşı müdahale gücünü yitirmiş olan sosyalist hareketin ‘birlik ve ittifak’ sorunu üzerinde kimi gözlemlerimi ve düşüncelerimi bu yazıda ifade etmeğe çaılışacağım. Bunu yaparken T.C sisteminin açmazlarını ve olası eğilimlerini de birlikte tartışacağım.
I.
Toplumsal sınıf mücadelesi açısından sorunun belli başlı boyutlarını şöyle toparlamak mümkündür: İlki, ister egemen yapıya ait politik merkezlerin olsun, isterse sistem içi liberalleşen sol yapıları ifade eden politik merkezlerin olsun; bu yapıların toplumsal özelliklerinden, izlenen politik stratejinin öznelerinden ve bu yapıların parçalanmışlığından hareketle sürecin karakteristik özelliklerini anlamaya, anlatmağa çalışacağım. İkincisi ise doğrudan sosyalist hareketle ilgili olan yanıdır. Sosyalist hareket açısından Hrant’ın cenazesinde ortaya çıkan tablonun anlamı oldukça önem taşımaktadır. Bu önem üzerinden devrimci güçlerin ‘birlik ve ittifak’ politikaları hakkında kendimce bazı saptamalar yapmayı deneyeceğim.
Bugün Türkiye’nin toplumsal / politik yapısı en genel anlamda üç temel bölünme ile karşı karşıya bulunmaktadır;
İlki, devlete egemen olan ırkçı faşist yapının özünü ifade eden “ulusalcı”, militarist ve kıyıcı bir yapının yeni bir saflaşma ile ortaya çıkmasıdır.
İkincisi, AB ekseninde hareket eden (bu bir yanıyla ABD eksenine de tekabül eden) ve burjuva liberal demokrasi düşüncesini savunan çevrelerin saflaşmasının geldiği kritik noktadır.
Üçüncüsü de sosyalist sol’un konumundan kaynaklanan saflaşma sürecidir.
İlk ikisi birinci yazının konusu olacak. Üçüncüsünü de ikinci yazıda ele alacağım. Şimdi ilkinden başlayalım.
Düzenin irili ufaklı önemli partileri başta olmak üzere; Atatürkçü dernekler, bazı sendikalar, yine bazı medya organları, sanayi veya ticari kooperatifler, esnaf birlikleri, kuvayici dernekler(vb.)… Bütün bu kurumlar, ırkçı ve şovenist bir Türkçülük temeline dayanan ve düzenin “sivil” ayaklarını ifade eden oluşumlar anlamına gelmektedir. Bu “sivil kanat” kuşkusuz bütün gücünü Türk militarizminden almaktadır. Bu kesimin bir de asker kanadı vardır ki, bunlar sadece askeri militarizminden değil, düzenin MİT, YÖK, Mahkemeler vb. gibi yasal organlarından, aynı zamanda kapalı olan vurucu timlerinden, JİTEM gibi oluşumlardan, hatta illegal karanlık örgütlerden (mafia-çete örgütlenmelerinden kontrgerilla yapısına kadar) güç almaktadır. Yeni olan bu saflaşmanın en temel söylemi şudur; “Türkiye yabancı güçler tarafından işgal edilmekte, parçalanmakta ve bölünmek istenmektedir. Yeni bir kurtuluş savaşına gereksinim vardır!” Bölünme anlatımı, adeta hastalık düzeyinde bir sendorum halini almıştır. Bu kontracı güçler şimdi oldukça saldırgan bir ruh haline girmiş bulunuyorlar. Son Hrant Dink katliamının arkasından cenaze töreninde ortaya çıkan devrimci potansiyel, Türk ırkçılığına karşı gerekli olan politik tavrı göstererek bu karşı devrimci güçleri ciddi bir açmaza, hatta paniklemeye sürüklemiştir. Paniklemenin şaşırtıcı bir yanı olmadığı açık. Saldırganlıkta bundan sonra artmağa başlamıştır. Şimdi ülke yeni baskılara, şiddet politikalarına, hatta suikastlara ve terör hareketlerine daha fazla gebedir. Bu yılın seçim yılı olması bu saldırganlığı daha da artıracağı benzemektedir. Aşağı yukarı bu saflaşmanın niteliği açığa çıkmakla birlikte yeni olmasa da daha öznel bir durum olduğunu unutmamak gerekir. Gerilimin bir boyutu da kuşkusuz Hükümetle Genel Kurmay arasında devam ediyor. Yazıda bu ilk bölüm için ayrıntılı bir analize şimdilik daha fazla gerek duymuyorum. Aşağı yukarı sistemin ana omurgasının duruşu daha belirgin bir hal almıştır.
Şimdi gelelim ikinci eksenli saflaşmaya. Sosyalist hareketi biraz daha fazla uğraştıracak bu saflaşmanın sonuçlarından önce nedenlerini tartışmak daha önemlidir. Zira bu saflaşma içinde azımsanmayacak sosyalist bir potansiyelin olduğunu gözardı edilemez. Bazı sol çevreler uzun bir zamandan bu yana liberal saflaşma içinde yer almışlardır. Ancak durum şimdi daha net bir görünüm kazanıyor. Bu anlamda hem liberal demokrasinin özüne ilişkin hem de bu merkezli ittifak veya saflaşmanın çıkmaz yolunu göstermek açısından bazı belirlemeleri yapmakta fayda vardır. Bunun önemli olduğunu düşünüyorum.
Şimdi bunu yapmağa çalışacağım;
Türkiye’de “ulus kavramı” Türk’lük üzerinden değişik düzeyde tartışılmaya başlandı. Bilindiği gibi ulus, salt soyut anlamda bir ulus kavramsallığı içinden tanımlanamaz. O her zaman politik ve kültürel özneleri içine alarak genişleme göstermiştir. Türk ulusu, Türkiye ulusu, Türkiyeli’lik veya daha değişik anlamları ifade eden bütün söylemler, sonuçta ‘siyasal ulus’u her zaman göreceli olarak sınırlamış ve görünmez kılmıştır. Siyasal ulus, sonuçta politikleşmiş bir ulus anlamına gelir. Bunun önemli ve kaçınılmaz bir yanı kuşkusuz sınıfsal bir boyut taşır. Böyle olunca darbelenen, sınırlanan, hatta politika dışına itilen ulusun asıl özünü oluşturan halk yığınlarıdır, emekçilerdir, işçi sınıfıdır. Ancak halk yığınlarının a-politik bir sürece kaydırılmış olmasından dolayı, bu durum egemen yapının sürdürülmesinin esas dayanak noktası haline getirilmiştir. Bunun tarihi eskidir. Başka bir deyişle avanaklaştırılan ve politika dışına atılan bu yapı, egemen güçler tarafından daha kolay yönetilir hale getirilmiştir. Çünkü sınıf, sınıf gerçeğinden, halk katmanları emekçi halk gerçekliğinden uzaklaştırılmıştır. Doğal olarak buradan çıkan sonuç şudur; egemen oligarşik yapı, siyasal ulus’un aleyhine ve ona üstünlük sağlayan en önemli araç olarak parlamentoyu işaret etmiştir. Ancak devletin varoluş biçimi artık parlamentoyu bile tam anlamı ile iğdiş eden bir özelliğe sahip olduğunu unutmamak gerekiyor. Onlar için temel kurgu devletin bölünmez olması söylemidir ve bunun için parlamento gerekirse her düzeyde aşılabilir ya da yok sayılabilir. Ama yine de bu sorun halk kitleleri uyutmak için varlığı ile yokluğu belli olmayan parlamento vurgusundan asla vazgeçmemişlerdir. Ancak bu vurgu liberal çevreler için çıkışın ana nirengi noktasıdır ve oldukça önemsenmektedir. Onların istedikleri Avrupa tarzı bir yapının kurulmasıdır. Türkiye’nin parlamento yapısı Avrupadan oldukça geri ve gerici olsa da (bunu kendileri de biliyor) yine de ona uyumlu bir parlamenter sistem önerisinde ısrarlıdırlar. Elbette bu ısrarı anlamak gerekebilir. Ancak sorun bu ısrarda değil, merkeze böyle bir avanaklamış düşünceyi koymalarıdır.
Aslında varlığı kendinden menkul olan ve hiçbir işlevi kalmamış olan parlamento, politikleşen emekçi yığınların üzerindeki egemenlik biçiminin bir anlatımından başka bir şeyi ifade etmez. Sadece ve s
adece kitlelerin gözünü boyamaya yarayan bir manipülasyon aracıdır. Böylece bu söylem; işçi sınıfının ve emekçi halkların iktidarlaşmasını (ve bu temeldeki eylemini) engelleyen büyük ve yanılgılı bir paradigmaya dönüştürülmüştür. Genellikle burjuva siyaseti ve onun uygulama araçlarından birisi olan parlamento, politikanın özü olarak lanse edilmiştir her zaman. Bu alanda en büyük görev de burjuva medyaya düşmüştür. Dolayısıyla burjuva siyaseti, egemen sınıflara ait parlamentonun özel alanı haline getirilmiştir. Böylece parlamento dışı siyaset (devrimci siyaset) meşrutiyetini yitirmekle karşı karşıya kalmıştır.
Devletin faşist özünü şimdilik bir tarafa bıraksak bile, liberal demokrasi savunucuları (özellikle AB bağlamında), ezilen ve baskıya terk edilen emekçi sınıfları, zengin sınıflar ile emekçi sınıflar arasındaki çatışmayı (emekle sermaye arasındaki çatışma) görünmez kılarak soyut bir yurttaşlık kapsamı alanı içine hapseder. Başka bir deyişle gerçek anlamda yurttaş kitlesinin kapsamını ve gücünü sınırlayarak sorunu bu yoldan çözmek yoluna gider. Bu, emekçi sınıflar üzerinde egemen olan burjuva sınıfı ve onun devlet aygıtının söyleminde ortaya çıkan bir vatandaşlık kavramı ile ifade edilir. Ve bu kavrama göre vatandaşlar seçme ve seçilme haklarına sahiptir, hatta her kuruma üye olma, sorgulama ve görev alma gibi benzer haklara da kavuşmuştur! Ancak bu hem işlevini yitirmiş olmasıyla hem de göze mil çekme işlevi ile belirgenleşmiştir. Görece aktif gibi görünen bu kitle, aslında hiçbir şekilde bu işlemlerde rol oynayamayan, dolayısıyla pasif ve edilgenleştirilmiş bir kitle anlamına gelir. Daha doğrusu her yere ve herkese açık olmayan bir vatandaşlık kavramıdır bunun özü. Şimdi egemen sınıflar içinde bölünmenin bu yanını temsil eden kesim, kendini AB müktesaplarına uyumlu olmayı savunarak liberal bir demokrasi söylemi içinde bulunuyor. Bunun içinde, emek sermaye çatışmasından kaynaklanan sınıf çelişkisini görünmez kılan ve mülkiyet sorununu sorgulamayan soyut bir demokrasi söylemi bulunmaktadır. Bu alanda sadece düzenin bilinen partileri yoktur, bu dizilme içine düzenin sol partileri de dahil olmuştur. Bunu en genel anlamda liberal sol çevreler olarak tanımlamak mümkündür. Ilave olarak buna TDP gibi Kürt orjinli partileri de belirtmekte fayda vardır. Kuşkusuz TDP’nin özel konumunu ve demokratik işlevini yadsımadan…
Bu ikili kamplaşma şimdi büyük bir çatışma içine girmiştir. Ancak bu çatışmalı hal, giderek korkular üzerine inşa edilmekte ve çözülen bir sürecin iç parçalanmaşlığını göstermektedir. Sistem her yönüyle kötü koku çıkaran çürümüş bir et parçasına dönüşmüştür. Ülkede şimdi tartışılan şu; TC’nin kendisi gerçekten karanlık odakların egemen olduğu bir muz cumhuriyeti mi olacaktır, yoksa gerçek bir demokratik hukuk devleti mi olacaktır? Peki ama vahşi bir kapitalizme dokunmadan ve onun içinde kalarak, böyle bir liberal demokrasi söylemi ile gerçek anlamda özgürlüğün ve mutluluğun simgesi olan demokrasinin gerçekleşme umudu olası mıdır? Dahası mülkiyet sorununu tartışmayan bir demokrasi güldürüsünde kanun ve hukuk nizamı kimin (hangi sınıfın hangi sınıfa karşı) adına ve ne için sağlanacaktır? Aslında bunun cevabı bu sorunun içinde saklıdır. Sorunun ikili yanı olduğu açıktır; bir yanında kontralaşan bu yapı, yukarda ifade ettiğimiz gibi pasif ve edilgen kitleyi, Türkçüleştirilen bir ırkçılıkla hem aktif hale getirme uğraşında bulunmaktadır hem de faşistleştirilmiş devletin kitle temelini yaratma amacındadır. Böylece yeni “yurttaşlar ulusu”, emek sömürüsüyle birlikte, şiddete dayanan devlet terörü gerçeğini, AB’ci liberal demokrasi aleyhine korkuyla ve şiddetle genişletmek ve büyütmek eğilimindedir. Dolayısıyla işçi sınıfı ve emekçiler kendini sömüren, ezen, baskı ve terör uygulayan devleti, ‘yabancı güçlerden’ kurtarma adına hem harekete geçirebileceğini hem de gerçeğin özünü saklayabileceğini varsaymıştır. Bireyler hem kolektif kurumlardan hem de sınıf kimliğinden kopartılmış olacaktı. Böylece faşizm kitle temeli kazanarak ilerleyecekti. Bu işin bir yanıdır.
Diğer yanı da liberal demokrasinin söylemidir. Onlara göre herkes bu kontra yapı karşısında sistemin özü olan liberal demokrasiyi savunmalıdır! Bunun ilk yolu da AB’ni savunmakla özdeştir. Böyle bir stratejiyi savunsak bile, buradan hem emek sömürüsünü hem de mülkiyet sorunu gibi yakıcı olan sorunları çözmeden nasıl olur da gerçek bir demokrasi hedefinde ilerleyebiliriz? Bir yerde çelişkinin ana temeli olan bu sorunlar çözülmeden kim hangi hakla ve nasıl bir demokrasi projesinden bahsedebilir? Biz burjuvazinin yeniden güçlenmesi için neden kavgaya girelim? Boğazın yalılarında zevki sefayı yaşayan sermeyenin temsilcilerini daha rahat yaşatmak için mi kan ve gözyaşı dökeceğiz? Özgürlüğümüz için kavgaya atılacaksak bunun yolu, bu kontra cumhuriyetinin ana destek kuvveti olan sermayeye ve onun militarist gücüne karşı mücadele etmeden nasıl sağlanabilecektir? Tepeden tırnağa militaristleşmiş olan bu yapıyı ve bu yapıyı doğrudan veya dolaylı olarak destekleyerek büyüten ulusal veya uluslararası sermeyeyi, gerçekten parlamento aracılığıyla (aslında avanaklığıyla) çözmek olası mıdır? Cevabı sorunun içindedir. Nihayet günümüzde gerçek bir bağımsızlığın ve demokrasinin elde edilme yollarından birisi, soyut bir demokrasi söylemi ile değil, tersine gerçek bir demokrasinin elde edilmesinin yolunun sınıf sömürüsüne dayanan militarist yapının ve ilişkilerin tasfiyesi yoluyla olmasıdır. Gerçekte günümüz dünyasında politika ile ekonomik ilişkiler, ayrı bir mecranın yol haritasına göre değil, tersine bütünsel ve karşılıklı bağımlılık ilişkilerine dayanmaktadır. Bunu yirminci yüzyılın başından ayıran temel bir gösterge olduğunu asla unutmamak gerekir.
İtirazı şimdiden duyar gibiyim. Bu alanı, yani parlamenter mücadeleyi boş mu bırakacağız? Elbette değil. Ama bu, mücadelenin ana temeli, başka bir deyişle varoluşun stratejik öznesi olabilir mi? Artık demokrasi mücadelesinin başarısı, sınıf ilişkilerinin tasfiye edilmesi mücadelesine bağlanmadan bunun asla gerçekleşmesi olası değildir. Liberalizmin bu anlatımından gerçek anlamda ne bir demokrasi doğar ne de halkların kardeşliğini ifade eden yeni bir sistemsel yapı çıkar ortaya.
II.
Ülkemizde gerçek şudur; sınıf dinamikleri, demokrasi güçleri ve ilerici insanlık, şimdi bu iki alan arasında sıkışıp kalmıştır. Ve liberal sol avanaklar biz emekçileri, kaba militarizme karşı ‘akıllı’ sermayenin yanında kavgaya çağırmaktadır. Bu en hafif deyimyle şaşkınlık değilse utanmazlıktır. Bizim zenginler kulübü (mesela TÜSİAD’ın) saflarında dökecek bir damla kanımız yoktur.
Öyle ki yakıcı bir sorun olan Kürt Soru’nu ve buna ilaveten Irak ve Güney Kürdistan meseleleri dahil bütün bu sorunlar, belirtiğimiz gibi şimdi bu iki bölünme içine hapsedilmiştir. Biz burada birinden birini tercih etmek zorunda bırakılıyoruz. Liberal sol’un tercihi açıktır. Adeta sorunun bir yanı liberal demokrasiye doğru zorlanmış ya da kaçınılmaz bir seçenek olarak sunulmuştur. Başka bir deyişle demokratik dinamiklerin en önemlisi olan Kürt Direnişi, kendi varoluşu içinde doğal, hatta haklı olan barış talebi (ya da Kürt Sorunu’nun siyasal çözümü), gerçekleşmesi zor olan (hatta imkansız olan) liberal demokrasi güçlerinin taleplerinin gerçekleşmesinde görülmüştür. Barışın çözüm gücü böylece sermayeye havale edilmiştir, onun çözüm gücünde bulunmuştur. TÜSİAD’ın raporu ‘mal bulmuş mağrip’ misali günlerce saflar