Bugün devrimci güçler dağınıktır, parçalıdır, bölük pörçüktür. Bu durum doğal olarak sosyalist potansiyelin gücünü sınırlıyor. Politik mücadelede belirleyici olamıyor. Toplumsal yapının ana dinamiklerini yönlendiremiyor, böylece tek tek grup ve bireyler olarak kendi iç çelişkilerinin içine gömülerek değişimin de özünü yitiriyor. Uzun bir evrim sürecinden sonra hem bazı kolektif yapılarda (parti, örgüt, sendika, dernek vb.) hem […]
Bugün devrimci güçler dağınıktır, parçalıdır, bölük pörçüktür. Bu durum doğal olarak sosyalist potansiyelin gücünü sınırlıyor. Politik mücadelede belirleyici olamıyor. Toplumsal yapının ana dinamiklerini yönlendiremiyor, böylece tek tek grup ve bireyler olarak kendi iç çelişkilerinin içine gömülerek değişimin de özünü yitiriyor.
Uzun bir evrim sürecinden sonra hem bazı kolektif yapılarda (parti, örgüt, sendika, dernek vb.) hem de tek tek bireylerin bilincinde “birleşememe” sendorumu bir kader, ama değişmez bir kader olarak algılanıyor. Umutlar sönüyor, tepkiler yön değiştiriyor ve süreç içe doğru bükülerek tam bir krize yol açıyor. Son 27 yılın ortak tarih bilincinden çıkan sonuç aşağı yukarı böyledir.
Bu engel anlamında örgütsel ve politik bir krizdir. Kriz olarak tanımlanan bu durum ne yazık ki yapısal bir karakter taşıyor. Krizin yapısallığı yalnız kapitalist sistemde ve ona özgü sorunlarda görülmüyor, bu başka bir anlamı ifade etse de sosyalist sol içinde de gözlenebiliyor. Ve bu aynı zamanda sol’un her kanadında görülebilen bir gerçeğe tekabül ediyor. Ancak üzerinde konuştuğumuz sosyalist sol olduğuna göre bu noktadan bazı belirlemeler yapmak mümkün.
Burada kriz durumu olarak tanımladığımız gerçeklik, kuşkusuz ideolojik- politik/örgütsel ve sınıfsal bir öz taşıyor olsa bile, başka bir deyişle kriz “sosyalizmin krizi” anlamında güncel bir karakter taşıyor olsa dahi, anlatmak istediğimiz bu kapsamdaki bir tarihsellik değildir. Bu başka bir yazı konusu olacak genişliktedir. Elbette bunun etkili rolünü yok saymadan anlatmak istediğimiz; doğrudan egemen kültürel yapının yıkıcı ve parçalayıcı rolünün bu topraklar üzerindeki etkisidir. Politikadan ideolojilere, eylem ve eylem biçimlerinden örgütlenme veya kitle çalışma biçimlerine kadar, kısacası bütün alanlarda etkili olan kültürel bir yapıdan bahsediyoruz. Dolayısıyla buradan anlaşılması gereken, bu topraklar üzerinde yaşayanların gerek dinsel yapılarla ilişkilerinde, gerekse ulusal veya etnik yapı biçimlenişlerinde şekillenen sürecin toplamı, “kültürel yapının” kapsam alanı içinde düşünülmesidir. İşte toplumda egemen olan bu kültürel yapı, hem devrimci mücadele stratejilerinin özünü hem de taktik politikaların içeriksel olan bütün izdüşümlerini de etkilemiştir. Ancak bu kapsam bütünleyicilikten ziyade parçalayıcı, devrimci olmaktan ziyade tutucu bir karakter ile tanımlanmıştır.
Burada Latin Amerika, Uzak Doğu veya Avrupa gibi değişik toplumsal yapılarda şekillenmiş bir varoluş ile Ortadoğu ve Türkiye’de şekillenmiş varoluşlar arasındaki farklılaşmaya dikkat çekmekte yarar olabilir. Yani farklı kültürlerin doğrudan politik hareketler üzerindeki olumlu veya olumsuz etkisi bu anlamda yadsınamaz. Gerçekten oldukça değişik durumla karşı karşıyayız. Örnekler oldukça fazladır. Mesela “ortak akıl” kavramını ele alalım. Bu kavram bizde nasıl bir içerik taşıyor, diğer coğrafyalarda ise nasıl bir anlam kazanıyor? Bu soru önemlidir. Oysa içerik olarak ortak akıl (konu politik ideoloji olunca), genellikle aynı hedefe kilitlenmiş politik stratejinin ortak hareketini ve bu hareketin düşünsel özünü ifade eder. Bu coğrafyada ise durum farklıdır. Birleşik anlam ifade etmesi gereken bazı kavramlar gibi “ortak akıl” kavramı da bizde, pratik özün etkisizliğinde vücut bulmuş, düşüncenin maddi temeli anlamında soyut kalmış, yapmak yerine söylemsellikte anlamsallaşmış ve daha çok slogansal bir içerikle özdeşleşmiştir. Benzer bütün kavramlar, işçi sınıfının yerine grupların veya bireylerin çıkarlarının ikame edildiği, kaynağını nesnel ilişkilerden alması gereken düşüncenin yerine lokal grup yapılarından aldığı ve buna keskin ideolojik vurguların egemen olduğu yeni bir varoluş temelinde şekillenmiştir. Özüne yabancılaşan keskinlik zamanla tersinden hareketle koyu bir sınıf işbirliğine ve ona uygun tezlere yol açmıştır. Böyle olunca aynı kavramlar kendi özsel yapısından kopartılarak adeta iğdiş edilerek anlamsızlığa dönüştürülmüştür. Kurtuluşa ait bazı ideal özlemler (insanın insanı sömürmesine son verilmesi gibi), toplumsal ahlakın çürütülmüşlüğü üzerinden kendini tanımlamış ve böylece öz yitimine uğrayarak pratik gerçeklikten kopartılmıştır. Özsel yapıdan kopan her politik varsayım, bu anlamda sadece ve sadece slogansal bir özü ifade eder, ama asla değişimin özüne tekabül etmez.
Sosyalist hareketin ana krizine bu perspektifle bakmak artık kaçınılmaz ve zorunlu bir durumu ifade eder.
I.
Buradan esas meselemiz olan ittifaklar ve güç birlikleri bağlamında sosyalist mücadelenin sorunlarına gelirsek, hemen şu soruyu sormak zorunda kalırız; bugün nasıl bir tablo ile karşı karşıya bulunuyoruz? Sorunun kendisi nasıl bir güncelliği ifade ediyor? Belli ki ortaya çıkan tablonun kendisi pek de iç açıcı değil. Konuyla bağlantılı olarak burada öncelikle şuna dikkat çekeceğim; gerek 12 Eylül gibi bir zulüm döneminden sonra, gerekse 1990’lı yıllarda Sovyet Blok’unun yıkılışından sonra, bütün dünyada sosyalist hareketler, ideolojik, politik ve örgütsel olarak bir yıkım yaşarken, ülkemizde örgütsel tasfiye süreçlerine karşı büyük bir sosyalist damar varlığını koruyabildi, hatta en ağır baskılara karşı 1996 yılından başlamak üzere ölüm orucu direnişleriyle (yaklaşık 120 devrimci kendini feda ederek ve yüzlercesi kalıcı hastalıklara yakalanarak) büyük bir irade savaşını verebildi. Bu durum, bütün eleştirilerden bağımsız olarak somut bir gerçekliğe işaret eder. Adeta ‘Ortaçağ modernizmi’ne geri dönüşü ifade eden bugünkü dünya tarihinin bu evresinde, pek ender olan bu ve buna benzer direnişler günümüz dünyasında pek yaşanmamışken, direnişin (bunun en bariz örneğini daha kapsamlı olarak Irak direnişi gösteriyor) bu topraklarda yaşanmasını nasıl anlamak gerekir? Kuşkusuz bu direnişler son derece önemlidir. Şimdilik Arap direnişini bir tarafa bırakarak kendi tarihimize dönersek şunu görebiliriz; bu direnişleri, bu topraklarda ciddi bir sosyalist potansiyelin varlığına ilişkin gösterebileceğimiz en önemli kanıtlardan birisi olarak sayabiliriz. Doğal olarak buradan şöyle düşünmek gerekebilirdi; bu güç ve irade savaşını onuruyla verebilen bir sosyalist hareket, toplumun karşısına daha güçlü ve birleşik bir güç ve eylem birliği ile çıkması gerekmez miydi? Yani emekçi yığınların özlemlerini ve vicdanlarını temsil eden birleşik bir hareketin doğması zorunlu değil miydi? Bunun böyle olmadığı açık. O halde bu neden gerçekleşemedi? Bunun ilk yanıtını bir cümle ile tanımlamak oldukça zor olsa bile yine de şunları söyleyebiliriz; sosyalist hareketin temel varoluşlarından birisi doğal olarak ideolojik ve politik hedeflerdir. Özgül konumda hareket ideolojik ve politik anlamda varlığını korumuş olsa bile (ki bu ağırlıkla soyut ve ezbercidir), toplumsal yapının bir parçası olan devrimci kadroların varoluş biçimini belirleyen esas yönelim, içinde yaşadığı toplumun hem tarihsel hem de kültürel yapısının ortak özelliklerini bünyesinde taşıması ve içsel bir karaktere dönüştürmüş olmasıdır. Söylemde marksist, ama gündelik yaşam biçimlerinde eski toplumun kültürel kalıntıları doğrulutusunda bir hayat vb… Gerçekten durum buydu. Bu bir yerde kendini içsel anlamda yadsımadır. Hem en ağır şartlara karşı ölüm pahasına direneceksin hem de dolaylı da olsa kendi eylemini boşa çıkaracak bir yapının varoluş biçimine farkında olsan da olmasan da evet diyeceksin, onay vereceksin. Onun olumlu anlamda değişiminde belirleyici ol
amayacaksın. Bu bir paradokstur. Burası elbette tartışılmalıdır. Sanırım en temel nokta; örgüt yapısının ve o yapıyı var eden kadroların, egemen kültürle olan içsel bağı ve ilişkili konumudur. Bu onun üzerinde etken olan bir konumunu ve yeni yapının ortaya çıkan ağırlığını gösterir. Soyut kavramlardan bahsetmiyorum burada, gündelik yaşam biçimini belirleyen ilişkilerin bütününden bahsediyorum. Ve bu ilişki biçiminin politik çalışmalarda ne derece etken bir unsur olduğunu anlatmaya çalışıyorum. Burada tarihsellik ve kültürel yapı anlatımından çıkan (veya referans alınan), elbette evrensel olan sosyalizmin tarihselliği ve kültürel yapısı olmadığı açıktır. Ondan bağımsız olan bir şeyden bahsediyorum. Yani üzerinde yaşadığımız toprakların tarihsel ve kültürel süreçlerinin toplamı olan bir şeyden… Burada içsel olan sosyalizmin kültürel varlığı ve onun gündelik yaşamdaki karşılığı değildir, onun hayattan soyutlanmış ve slogansallaştırılmış biçimidir, söylemsel ritüelleridir. Bu hücrelerimize kadar nüfus etmiş olan egemen kültürün ‘sol’ versiyonlarından başka birşey değildir. Örnekler oldukça fazla. Mesela 1 Mayıs’ı alalım. Burada 1 Mayıs eylemlerine katılmayı kastetmiyorum, bu herkesin adeta zorunlu gördüğü bir görev gibiydi. Kuşkusuz bunu görev kabul etmek aynı zamanda iyi bir şeydir de. Ancak sorun başka yerdeydi. Gerçekten bizler 1 Mayıs’ın anlam ve önemini ne derece gündelik yaşamımızın bir parçası haline getirebiliyorduk? Bunu bir gelenek olarak çocuklarımıza aktarabiliyor muyduk? Müslümanların aynen kurban bayramında yaptıkları gibi en temiz elbiselerimizi giyerek ailece birbirimizi kutlayabiliyor muyduk? Bunu ne kadar içsel bir konuma kavuşturabilmiştik? Yani bunu bir kültür öznesi olarak içselleştirebiliyor muyduk? Biz söylemeden çocuklarımız günler öncesinden bu bayramın önemini bizlere hatırlatabiliyor muydu? Hayır. Tersine sadece özünden soyutlanmış bir biçimde politik bir eylem günü olarak algılıyorduk. Zulüm dönemi gelince ve 1 Mayıs eylemleri yasaklanınca (en azından bunu toplumsal bir ahlaki duruş olarak) aile içinde dahi kutlamak kimsenin aklına gelmiyordu. Bu devrimci geleneklerlerimizle bezenmiş kültürel bir varoluş değildir, tersine dışsal ve zorlama bir ilişkidir. Oysa içsel olan durum başkadır. İçselleşen egemen kültürün bize verdiği (mesela 23 Nisan veya Kurban Bayramı gibi) ritüellerdir. İçsel olan bu durumun üzerine dışsallaştırılmış bir şekilde sosyalizm kültürünün yapıştırılmış olması kaçınılması gereken bir durumu gösterir aslında. Sanırım bu tanım yanıltıcı olmasa gerek. Burada ne sosyalist kültür bu ülkede yaşayan halkların ilerici kültüründen yeterince beslenebilmiştir ne de sosyalist kültür halk kültürünün geliştirilmesinde devrimci bir rol oynayabilmiştir. Gerçekte ise emekçi halkın kültürü sosyalist kültüre yabancı olamayacağı gibi (bunu aşağıda ele alacağız) onun yeniden üst evrede üretimidir. Ama durum böyle olmadı. İçsel olan (yani egemen olan kültür) dışsallık üzerinde bu nedenle belirleyici oldu. Çünkü her yerde ve her zaman içsel öz baskın olan özdür.
Bu içsel karakterden biraz daha bahsetmek zorunda hissediyorum kendimi. Burada esas olan hem dinsel yapının (İslam’ın) hem de etnik yapının (özellikle Türkçü’lüğün) etkisel ağırlığının sosyalist kültür üzerindeki etkisidir. Zira toplumda hem dinsel anlamda tarikatçılığın hem de sosyolojik anlamda aşiretçi kültürel özün, doğrudan doğruya devrimci yapı içinde egemen bir karakter taşıması, bu yapının bozulmasının temel nedenleri gibidir. Gerçekten de devrimci hareketi ve o hareketi var eden kadroların ortak özünü ifade eden bu somutlukları yadsıyabilmek mümkün değildir. Oldukça fazla kanıttan bahsedebiliriz. Ülkemizde hiçbir zaman ciddi bir demokrasi mücadelesi geleneği olmadığı açıktır. Baskıcı ve yukardan dikte ettirilen bütün formlar, yıkıcı bir kültüre dönüşerek ülkedeki sağdan sola bütün politik yapıların esas özü haline geldi. Böylece işçi sınıfı, demokrasi savaşının içinden geçmediğinden dolayı ne sınıfın öncü kadroları kendini eğitebildi, yenileyebildi veya aşabildi ne de yetkinleşerek kalıcı bir politik hareketi var edebildi. En nihayet kalıcı bir politik hareketin varlığı aynı şekilde kalıcı bir devrimci kültürün varlığı ile çok yakın ilişkilidir. Hareket kesintilerle devam etti. Her kesinti sonrasında tarih yeniden yazıldı. Aslında bu sosyalist hareket için bir tarihsizlik durumudur. Böyle bir durumda emekçi sınıfların tarihi de yazılamazdı. Bu yeni kırılmalara yol açtı. Kanımca tarih yazımı kronolojik bir anlatıma dayanmaz, tersine pratiğin ortaya çıkardığı veriler üzerinden çıkarılacak ve geleceğe aktırılacak dersler toplamıdır. Yani tarihsel materyalizm dediğimiz süreçtir bu. Belirtiğimiz gibi ülkemiz tarihinde hangi sınıf olursa olsun ortak bir demokrasi mücadelesi deneyiminin olmaması, sonuçta kırılgan ve jakoben bir tarihin özelliğini ortaya çıkardı. Kuşkusuz bu yapının üzerine adeta etiket gibi yapıştırılmış “sosyalist ideoloji”, bu kavramların sınıfsal özünden çok, onun cilalanmış boyası olarak ortaya çıktı. Böyle bir varoluş ne yazık ki sosyalist hareketimizin kaçınamadığı bir gerçekliği ifade eder. Kriz dediğim sürecin temelsel özü kısaca budur.
II.
Böyle olmasaydı bunun doğal sonucu şöyle olabilirdi; bütün dünyada yaşadığımız gibi sosyalist hareket de anlaşılabilir olan bu ortak süreci yaşıyor olması gerekirdi. Şunu anlatmak istiyorum; Bölünme veya parçalanma dediğimiz sendorum dünyada, kendi nesnel zemini içinde ideolojik parçalanmaya yol açtı. Bunun karşılığı politik ve örgütsel parçalanmışlıktır. Yani evrensel anlamda sosyalizmin bölünmesinin asıl nedeni ideolojiktir. Sosyalizmin yaşanan evrensel krizinde ideolojik ve politik olarak paralize edilmiş olan bu süreç, doğal olarak aynı tarzda bizde de etkili olması gerekirdi. Bölünme ve parçalanmalar da bu eksen üzerinden olurdu. Dikkat edilirse bu etkili süreç ülkemizde, sosyalizm içinde liberalizmin sınıf dışı özünü ortaya çıkararak karşı saflara iterken, radikal sol üzerinde genellikle pek etkili olmadı. Bu doğal bir süreç değildi. Bizde genellikle radikal sol yapılar (bütün parçalanmışlıklarına rağmen, ki bunun nedeni yine de ideolojik değildir) varlıklarını koruyabildi. Elbette bununla bir noktaya kadar övünebiliriz. Ancak soyut anlamda övünmek gibi bir ritüel, bazı nesnel gerçekleri anlamayı görünmez kılabilir. Ama bu nokta üzerinde düşünmemizi bizden alamaz. Kanımca durumun özü daha derinlerdedir. Bu durum radikal sol üzerinde pek etkili olmadıysa, sosyalist ideolojinin sınıfsal bağdan kopmasını veya hiçbir zaman gerçek bir bağ kuramamasını (yani sınıfsız bir sosyalizmi) bir yere kadar düşünsek bile, hatta bunun etkili bir öğe olduğunu unutmasak dahi, sanırım daha etkin olanı, içinde yaşadığımız toplumun bu kültürel yapı dinamiğinin baskısal gücünden kaynaklanıyor olmasıdır. Zira “iman” gücü bazı gerçekleri sorgulamaya engeldir. Bu biraz da doğunun romantizmi ile ilgilidir. Doğu toplumlarındaki yapının ana karakterini düşünsel olmaktan çok, sınıf dışı kültürel öznelerin baskın gücü belirlemiştir. Toplumun kapitalizm öncesi kalıntısal yapısında var olan dinin rolü veya feodal klan veya aişret yapılarının baskın olması esas etkenler olarak sayılabilir. Ekonomik yapıda egemen olan işbirlikçi-mafya tarzı bir kapitalizmi varsaysak bile, toplumun hücrelerinde var olan eski akrabalık bağları, bölge ilişkileri ve tarikat veya aşiret kültürüdür. Bu yol patikalı bir yoldur ve bu asla bizi asfal
t bir yola çıkarmaz. Oysa başka ülkelerde bu kriz hali paralize olmaya yol açtı. Doğal olanı da buydu. Ve buradan daha sonra kalıcı ve güçlenmiş yeni bir sosyalist hareket doğdu veya o süreci yaşamaya başladı. Mesela Latin deneyi bunun en güzel örneğidir. Son bir örnek; son Caracas gezisinde bölünmüş olan sol yapılarla yaptığımız bütün tartışmalarda ortaya çıkan sonuç, parçalanmanın ideolojik ve politik nedenlere dayandığını görmek olmuştur. Burada bir başka gerçek de şuydu; bütün yapılar ortak karara ulaşmışcasına Latin kültüründe var olan ilerici bütün öğeler hareket içinde içsel bir konuma kavuşmuştur. Bunun temel örneği Bolivarcı yaklaşımda izlenebilmektedir.
Şimdi durum böyle olmasaydı ilk soru yine de şu olacaktı; grup olarak şu veya bu şekilde varlığımızı korumuş olsak bile, bu durum, değişimin öznesi olarak toplumsal mücadelede belirleyici olması gerekmez miydi? Ancak olmadı. Burada sadece politikasızlık ya da ideolojiksizlik yoktur, aynı şekilde bir tarihsizlik de mevcuttur. Bazı ana başlıklarını yukarda verdim. Üzerinde kritik edilecek daha değişik noktalar olsa da şimdilik bu kadar yeter.
O halde şimdi bu olumsuz durumdan nasıl çıkabiliriz sorusuna gelebiliriz. Sanırım kendini yenileyen bir hareketin başarması gereken ilk momentin, birleşik bir gücü yeniden yaratmaktan geçecek olmasıdır. Bunun gerekçelerini tartışmak gerekir. Bu gerekçelerden birisi ve belki en önemlisi doğu toplumlarına özgü olan güç olmanın etkili gücüdür. Yani hiçbir gücü temsil etmiyorsanız politika üzerinde hiçbir etkiniz yok demektir. Bunu olumlu anlamda söylüyorum. Güç iseniz toplum, nedeni nasıl açıklanırsa açıklansın arkasından sizi izler, takip eder. Zira güç olmak sorumluluk demektir. Güç olmak gündeme ağırlık koymak demektir. Güç olmak sınıfa dönük politikaların kaçınılmaz ilk yoludur. Güç olmak işçi sınıfı ve emekçi halkın ortak özlemine yanıt üretmektir. Güç olmak devrimin iradesi demektir. İktidar hedefidir güç olmak. Bunun ilk biçimi de sınıf politikasına dönmek, başka bir anlatımla sınıfsız politika kırılganlığından kurtulmaktır. Yapılar da bu süreçle birlikte kavga içinde eğitilerek ilerleyebilirler. Ama yukardaki önerileri dikkate alarak tabii. Bu önerilerden temel olan birine yeniden dikkat çekmek istiyorum; ilerlemek istiyorsak her şeyden önce Türkiye’nin ırkçı tarih tezini redetmekle işe başlamak gerektiğidir. Bu sadece soyut anlamda bir tezin reddi değildir, tersine yaşam hücrelerinde reddetmektir. İster bu politik birlik yolundan olsun, isterse onun yolunu da açacak güç birlikleri-ittifaklar yolundan olsun, gelişmenin doğalı bu yoldan ilerlemektir, güç olmaktır. Ama kastedilen devrimci bir güç olmak ise (zira ırkçı veya dinsel temelde güç olmak her zaman mümkün) bunun yolu devrimci bir stratejiyi kabul etmekten geçer. Oysa her çevre, bir grup-grupçuk olarak kaldıkça bu durum onun da likidasyonuna yol açar, açmaktadır. Marjinalleşmeyi daha da derinleştirir. Bu durum egemen yapıyla olan çatışma yerine kendi iç sorunları içinde boğulmak demektir. İç sorunlarından kurtulamayan bir hareket, asla esas hedefinde ilerleyemez.
Kuşkusuz bunların düşünülmediğinden bahsedemeyiz. Ancak siyasal önderlikler grup önderlikleriyle müteşekkil olduğundan, ister istemez bu grup çıkarlarıyla tanımlanır oldu. Yani evrensel sınıf çıkarlarının yerine ikame edilir hale geldi. Bu kabul edelim veya etmeyelim, sonuçta toplumun özünde varolan “tarikat, bölge veya aşiret” kültürünün görünmez labirentlerinde kendine bir yer edindi. Modern bir sınıf ve devrimci hareket yerine, “küçük dükkanlar”ın sahipliğine dönüşdü. Dahası bu kültür etkili olmaya da başladı.
Sosyalizme gönül vermiş olan tek tek bireylerden gruplara kadar bu yapılar, toplumda egemen olan yıkıcı kültürün ve ahlaki değerlerin baskısı altında kaldı. Doğal olarak bu etkileri taşımadan varoluşları da düşünülemezdi. Oysa sosyalist yapıları birleştiren veya birbirine yapıştıran olgu, hem sınıfın sınıfsal erki (iktidarlaşma mücadelesi) hem de işçi sınıfının sosyalist ideolojisi ve politikasıdır. Kısacası işçi sınıfının kültürüdür. Onunla içsel bir ilişki kurmaktır. Bu sınıfın ahlaki ve kültürel varoluşu ile tanımlanan bir koşullanmadır. Yani sosyalist kültürün var ettiği bütün dinamikler olarak… Kuşkusuz bu emekçi halkın ilerici kültürünü yadsımak anlamına gelmediğini, ama onu yeniden üretmek olduğunu tekrar olma pahasına vurgulayalım. Eğer sosyalist hareket toprağa sağlam basacaksa, o toprağın en ileri ve en gelişmiş devrimci kültürel öznelerini kendi varlığında bulup çıkarması, harmanlaması ve bir senteze dönüştürmesi gerektiğidir. Ancak durum ülkemizde böyle değildir. Sosyalizm doğası gereği, işçi sınıfının ve onun öncü güçlerinin varoluş biçimine tekabül etse de, ülkemizde bu ilişki kurgusal, soyut veya söylemsel olmaktan çıkmadı. Yaşam biçimine dönüşmedi. Sınıfsız bir sosyalizm varlığını sürdürdü. Sınıfın olmadığı yerde sosyalizm sadece ve sadece ‘entellektüelizm’ taslaklarının girdabında yok olmaktan kurtulamaz. Ve bu, tipik bir aydın hastalığıdır.
Eğer durum böyle olsaydı siyasal yapıların yönetici kadro ve öncü güçlerinin önemli bir kesimi safları bu derece kolay terk etmezlerdi. Buna şunun için dikkat çekiyorum; 12 Eylül’den sonra devrimden azımsanmayacak bir kaçkınlık yaşandı. “Her devrimci hareket yenilgi sonrasında böyle bir süreç yaşayabilir” tanımlanması ile açıklanamayacak kadar derin bir meseledir bu. Hayır durum böyle değildir. Çünkü hareketler ve o harekete gönül vermiş kitlenin veya alt-orta kadrolarının hareketi terk etmesi değildir, tersine ağırlıklı olarak yönetim kadrolarının terk etmesidir sorun olan. Bu asla tekil bir hadise de değildir. Ortak bir kriz durumudur. Oysa işin doğalı şöyledir; yenilirisin, yalnız da kalırsın, ama ideallerinde direnirsin. Toprağı kızıllaştırarak bu dünyadan ayrılma pahasına. Bu yöneticiler, haydi diyelim geçmiş grup yapılarına dönük haklı olan birçok eleştirileri de yapmış olsun (unutulmasın ki bu eleştiriler esas olarak kaçkınların sığınakları oldu. Nitekim bunların bir kısmı sanatçı, yazar, şair vb.olarak ilk işleri adeta kendilerini soyutlayarak devrimcilerin ‘günahları’ üzerinden salvo atışları yaptıklarını unutmayalım), ancak o grup yapılarını inşa eden ve öncülüğünü yapan bu kadrolar değil miydi? Ya da beklenmesi gereken bulundukları yer ne olursa olsun devrimci hareketi ileriye taşıyacak bilinç ve irade temsiliyeti değil miydi? Oysa orta ve alt kadrolar direnirken öncülerin ağırlıklı olanları neden bu derece pes ettiler? Bunlar birey olarak kalsalar bile neden bu derece sosyalizme karşı savrulma içine girdiler? Bir kadronun ideolojiyle ilişkisi onun yapısında bir kültür haline dönüşmesi gerekirken, tersine ezberci, kurgucu veya anlatımcı bir durum yaratmıştı. Bu ise dönem değişimi ile birlikte hızla şovenizmin ağır girdabı içinde yok olup gitmesine yol açtı. Önderlik yapıları böylece çökmüş oldu. Demek ki sorunun ana nirenği noktalarından birisi politik önderlik sorunuydu. (Bu sorun başka bir tartışma konusu olsa bile, sonuçta “insanlık krizi” bağlamında olan bir sorundur ve kapsamı oldukça geniştir. Bunu “Postmodernizm ve Nietzsche” eserinde kapsamlı olarak irdelemeye çalıştım.) 12 Eylül deneyi ne yazık ki kimsenin rededemeyeceği ölçüde bunu göstermiş oldu.
Savrulmanın ya da sosyalizmi sloganlar içine hapseden yapının kapsamında ısrarla üzerinde durduğumuz temel bir noktaya yeniden vurgu yapalım; bunu daha önce kültürel yapının etkili güc