Dün Milliyet’te yoksullukla ilgili bir yazı dizisi başladı: “Öteki şehrin insanları” İlk günün başlığının birinci sayfada “Sıfırın altında yaşayanlar” olmasına karar verdik. İçeride, hiçbir şeyi olmayanların yaşadığı Hazine Mahallesi’ni anlatan yazının başlığı ise şöyleydi: “Suyunda kurtlar, mezarsız çocuklar” Bütün bunları yaparken zorlandık. “Çarpıcı” bir başlık arıyorduk, yazıyı “okutacak” bir şey. Gazetecilik jargonuyla söyleyecek olursak, “seksi” […]
Dün Milliyet’te yoksullukla ilgili bir yazı dizisi başladı:
“Öteki şehrin insanları”
İlk günün başlığının birinci sayfada “Sıfırın altında yaşayanlar” olmasına karar verdik.
İçeride, hiçbir şeyi olmayanların yaşadığı Hazine Mahallesi’ni anlatan yazının başlığı ise şöyleydi:
“Suyunda kurtlar, mezarsız çocuklar”
Bütün bunları yaparken zorlandık. “Çarpıcı” bir başlık arıyorduk, yazıyı “okutacak” bir şey. Gazetecilik jargonuyla söyleyecek olursak, “seksi” bir cümle. Memleketin zaten en çarpıcı olan gerçeğini herkesin görmesi ve üzerine konuşması gereken bir konuyu okunur, görünür kılmak için niçin bu kadar uğraştık?
Çünkü…
Hayat bayram olsa…
İnsanlar, gazetelerde ve televizyonlarda güzel insanlar görmek istiyor. Işıltılı, gülen insanlar… Tertemiz, pırıl pırıl şeyler görmek istiyor herkes. Neşeli şeyler duymak istiyorlar. Hep iyi şeylerden söz edilsin, öyle iç parçalayıcı konulara pek girilmesin istiyorlar.
Doğrusu ben de öyle istiyorum. Muhtemelen siz de öyle istiyorsunuz. Muhtemelen gazetenin yoksulluğun fotoğraflarının ve hikâyelerinin yer aldığı dizi sayfalarını geçmek eğilimindesiniz. Neden? Çünkü zaten zor bir hayatınız var, bir de böyle kötü şeyler okumak istemiyorsunuz. Olabilir. Belki kent yoksullarının “şehrin asalakları” olduğunu düşünenler var aranızda.
Hatta belki onların toptan şehirlerin dışına, bizim görmeyeceğimiz yerlere sürülmesinden tarafsınız. Ve hatta belki bu yoksulların, neo-liberal sistemin bir sonucu değil, sorunun kaynağı olduğunu düşünecek kadar tepetaklak bir mantıkla düşünüyorsunuz. Olabilir. Hatta siz belki şu soruları soruyorsunuz:
Niye köylerinde kalmadılar, niye bu kadar çok çocuk yapıyorlar, niye bu kadar pis görünüyor yaşadıkları mahalleler, niye evlerini bile boyamıyorlar?.. Belki sinirleniyorsunuz onlara. Ya da belki böyle düşünenler sevimsiz geliyor size, duyarsız geliyor. Ama böyle şeyleri birçok insan düşünüyor bu ülkede, bu basında.
Bu insanların “yok olmasını”, “yok edilmesini” isteyenler bile var. Bir bölüm insan ise zaten konuyla ilgili hiçbir şey düşünmeden yoksulluğu ve yoksulları yok sayıyor. Yoksulluğu hiç bilmeyenler, görmeyenler, zengin olanlar, bu ülkenin azınlığı olmasına rağmen basına bakıldığında çoğunluk gibi görünüyor. Yoksul çoğunluk hep yok sayılıyor. Neden? Çünkü onlar tüketemedikleri için reklamların hedef kitlesi değil. Ve gazeteler reklam gelirleriyle ayakta duruyor.
Vara yok demek
Manas Destanı’nda, yüzyılların bilgisinden süzülüp gelen iki dize vardır. Çok severim:
“Vara yok deme/ Vara yok diyen yok olur”
Böyle dertli konular okumak istemeseniz bile, ideolojik olarak yoksulların yoksulluğu hak ettiğini düşünen tarafta olsanız bile, insanların zaten eşit olmaması gerektiğini düşünecek kadar sağda olsanız bile, yoksulluğu hiç değilse yanı başınızdaki bir gerçek olduğu için görmenizde yarar var.
Basının, biz okurlar için, tüketici olmayanların hikâyelerini de anlatması gerekiyor. Çünkü önümüzdeki yıllarda, artık bambaşka bir derinlik ve boyut kazanmış olan yoksulluk bu ülkedeki siyaseti de toplumsal dinamikleri de belirleyecek. Bugün de onlar belirliyor olup biteni.
Ogün Samast eğitimli, geleceği olan bir genç olsaydı Hrant’ı bu kadar kolay vurur muydu? İnsanlar bir kilo bulgura ihtiyaç duymasaydı sadakacı İslami organizasyonlara ve siyasetlere bu kadar bağlanır mıydı? Ekmek eşit dağıtılsa çalmak bu kadar yaygın olur muydu?
Yoksulluk, hiç yoksul olmasanız bile sizin de hayatınızı belirleyecek pek yakında. Bu yüzden işte orada ne olup bittiğini anlamak için çok geç kalmadan bakmalı varoşların içine, dibine…