“Sendikalar krizde!”… Bundan 20 yıl önce, işçi sınıfı hareketinin yaşadığı gerilemenin ilk önemli belirtilerinden birisi bu saptamayla ifade ediliyordu. Üstelik krizde olan yalnızca sendikalar değildi; İşçi sınıfı hareketi bir bütün olarak zor günlere girmişti. İnsanlığın ilerlemesinde tarihsel bir rol oynayan Sömürge Devrimleri’nin büyük dalgası geriye düşmüştü; Avrupa işçi hareketi ardı ardına yenilgiler alıyordu; Doğu Avrupa […]
“Sendikalar krizde!”… Bundan 20 yıl önce, işçi sınıfı hareketinin yaşadığı gerilemenin ilk önemli belirtilerinden birisi bu saptamayla ifade ediliyordu. Üstelik krizde olan yalnızca sendikalar değildi; İşçi sınıfı hareketi bir bütün olarak zor günlere girmişti. İnsanlığın ilerlemesinde tarihsel bir rol oynayan Sömürge Devrimleri’nin büyük dalgası geriye düşmüştü; Avrupa işçi hareketi ardı ardına yenilgiler alıyordu; Doğu Avrupa ülkelerinde krizler birbirini izliyordu; Çin kapitalizmin yörüngesine girmiş, SSCB dünyanın IMF’ye en çok borçlu ülkesi haline gelmişti.
Türkiye’de sendikal kriz tespiti esas olarak 90’lı yılların başında, yaşanan Zonguldak grevinin ardından yapıldı. Sendikal hareketin içine girdiği kriz karşısında geleneksel sendikal merkezler de dahil olmak üzere tüm muhalif çevre ve gruplar tarafından bir dizi tartışmalar yaşandı. Krizin dinamikleri masaya yatırıldı ve çeşitli çözüm planları yapıldı.
Genel olarak bakıldığında sendikal krize karşı geliştirilmeye çalışılan çözüm planlarında esas olarak iki temel tutum ortaya çıktı. Bunlardan birincisi, ağırlıkla büyük sendikal merkezler tarafından ileri sürülen ve savunulan “Çağdaş Sendikacılık (diğer bir ifade ile liberalizmle uyumlu sendikacılık)” anlayışı. Bu tüm dünyada uygulanan neo-liberal programlar ve bunların emekçiler açısından ortaya çıkardığı sonuçlar ile esastan bir çelişki ve çatışma alanı kurmaksızın varolan durumu kabullenen ve bu durumla uyumlu bir sendikacılık anlayışı idi. Bu yaklaşıma sahip kadrolar, “sendikal hareketin krizde” olduğu saptamasını yapıp, “Çağdaş Sendikacılık” adını verdikleri; “yapıcı”, “üretimden yana” kavramlarının arkasına gizledikleri yeni tip bir uzlaşmacılığın temsilcileri oldular. Türkiye Sosyalist Hareketinin zayıflatılmış olan merkezleri genellikle bu görüşlerin karşısına çıktılarsa da, “Sendikal Kriz”i kabul ederek sol bir çıkış yolu önerenler DİSK ve KESK’teki kimi devrimci sendikal kadrolarla sınırlı kaldı. Bu kadroların önerdiği “Toplumsal Hareket Sendikacılığı” anlayışı, sosyalist hareketin o sıralarda “kendi derdinde” olması nedeniyle önemli sosyalist merkezler tarafından geliştirici ve üretken bir tarzda tartışılmadı.
“Toplumsal Hareket Sendikacılığı” ya da adı ne olursa olsun bu önermenin temel tezi, geleneksel sendikal hareketin, işçi sınıfının yeni gerçekliğini kavrama gücünden yoksun olduğu; geleneksel sendikal hareketin krizinin, bu hareketin içerisinden aşılabilmesinin olanaksız olduğu idi. Liberalizmle uyumlu bir çizginin hayata geçirilebileceği bir sendikal temel de yoktu. Bunu biraz açacak olursak, “büyük fabrika, kitle üretimi, düzenli istihdam”a dayanan bir sanayi örgütlenmesine göre yapılanmış olan mevcut sendikal yapılar serbest bölgelerde, fason ve taşeron üretim firmalarında çalıştırılan işçilerin örgütlenmesi için elverişsizdi. Geleneksel sendikal merkezlerden bakıldığında yılın yarısında işsiz olan, herhangi bir güvencesi bulunmayan, sürekli iş kolu değiştiren bu kitlenin işçi sayılıp sayılmayacağı bile tartışma götürürdü.
Geleneksel sendikal merkezlerin yeni işçi kitlesini kucaklamaya yönelmemelerinde diğer önemli unsur ise bu merkezlerin ağır bir bürokratik yozlaşmaya uğramış olmalarıydı. Bu sendikaların önemli bir bölümü sendikal demokrasiden yoksundu. İşçilerin karar sürecine katılmaları önlenmişti. Sendikal politikalar ve bütün kararlar işçilerin dışında merkezileşmiş yönetim mekanizmalarında yer alanlar tarafından belirleniyordu.
Böylece geleneksel sendikal yapılar, yeni işçi kitlesini “tam rekabet” koşullarında karşı karşıya getiren bir serbest emek piyasasının baskısı altına girmişti.
Yaşanmakta olan ve güvencesizleştirme temelinde gelişen işçileştirmenin yol açtığı sonuçlarla başa çıkabilecek bir sendikal çizginin güçlü bir biçimde uygulanamamasının belirleyici nedenlerinden birisi ise 1990’lı yıllarda Türkiye soluna egemen olan “sağ” dalga oldu.
Sonuçta son 25 yılda çalışan sayısı katbekat artmış olmasına rağmen sendikalı işçi sayısı 2,5 milyondan 700 binlere kadar geriledi. Bu gerileme dünyanın ve tek tek ülkelerin bugüne kadar gördüğü en büyük, en geniş kapsamlı ve en yıkıcı biçimlerde gelişen işçileştirme sürecinin yaşandığı dönemde yaşandı. Kamusal alanı ve çalışma ilişkilerini tümüyle yeniden yapılandıran yasal düzenlemelerin yanı sıra, sağlık, eğitim ve sosyal güvenlik sistemleri de bu yeni proleterleştirme dalgasını güvencesiz çalışmayı kural haline getirecek bir biçimde yeniden yapılandırılmaya girişildi. DTÖ kurallarına uyum sürecinin (ki bizde “AB’ye üyelik sürecine konsolide” bir biçimde yürütülmektedir), serbest çiftçiliği büyük bir hızla yıkıma sürüklemesiyle işçileştirme süreci tarım alanına da yansıdı. %90’ı güvencesiz çalışma biçimleriyle sağlanan bir üretim yapısı ortaya çıktı. Sanayide, hizmetlerde ve tarımda taşeron, fason, geçici, sözleşmeli, yarım-zamanlı vb. biçimlerle yürütülen işler, işçi sınıfının genel koşullarını belirlemektedir.
Bu genel tablo, yeni bir sendikal örgütlenme stratejisine ihtiyaç olduğunu artık neredeyse “bağırıyor”. Aslında sendikal merkezler (gerek Türk-İş, gerekse de DİSK ) bu sürece dair çeşitli kararlar aldılar. Türk-İş, merkezi bir örgütlenme planıyla bölgesel düzeyde örgütlenme kararı alıp, Çorlu’yu pilot bölge seçerek bir denemeye girişti. Ama bu deneyim daha başlangıç safhasındayken durduruldu. DİSK Genişletilmiş Başkanlar Kurulu bundan 10 yıl önce “fiili-meşru-militan sendikacılık yöntemleriyle, merkezi bir örgütlenme planı çerçevesinde yeniden yapılanma” kararı almasına rağmen bağlı sendikaların uyum gösterememesi nedeniyle bu planını hayata geçiremedi.
Sendikal alanda yaşanan kriz, 90’lı yılların başında ortaya çıkan, fiili ve meşru temelde militan ve kitlesel bir karakterde örgütlenen ve sınıf hareketinin bütünü açısından yeni ve yenileyici bir dinamik olarak sendikal alanda yerini alan kamu çalışanları sendikal hareketini de kuşatıyor. Mevcut kriz, kamu çalışanları sendikal hareketini iki temel dinamik üzerinden kuşatıyor. Kamu hizmetlerinin piyasalaştırılmasının sonucu olarak bir yandan kamu çalışanları güvencesizleştiriliyor, diğer yandan da birlikte çalıştığı işçi kitlesi örgütsüzleştiriliyor. Bu krizin dışındaymış gibi duran KESK’in de, temel hizmetlerin piyasalaştırılması sürecine bağlı olarak benzer bir evrimi yaşadığı görülüyor. Ancak kamu çalışanları hareketinin krize girmesinin ardından gelişen yeni sendikal strateji arayışlarının işçi sendikalarından farklı, olumlu bir mecrada gelişmesi dört nedenle daha olanaklı:
1- Bu kriz daha önce işçi sendikaları tarafından yaşandığından, “yeni bir sendikal strateji” tartışması KESK’in gündemine daha gerçek bir sorun olarak geliyor.
2- Güvencesiz işçilik biçimlerinin, kamu çalışanlarının güvencesizleştirilmesi sürecinde etkili bir araç olarak kullanılması nedeniyle, KESK’te bu tartışmayı işçi hareketinin genelini de içerecek bir biçimde yapmanın olanağı var.
3- Diğer yandan, kamu çalışanlarının güvencesizleştirilmesi süreci, aynı zamanda temel hizmetlerin kamusal niteliklerinin ortadan kaldırılması politikasıyla iç içe geçiyor. Bu nedenle, kamu çalışanlarının güvencesizleştirmeye karşı mücadeleleri, yoksul halkın “insanca yaşama” talebiyle iç içe geçerek gelişebiliyor.
4- Kamu Çalışanları Hareketi için fiili-meşru-militan sendikal mücadele yöntemlerinin an
ısı hala çok canlı ve sendikal bürokrasi henüz yerleşik değil.
Bu olumlu koşullar, özellikle geçtiğimiz yıl içerisinde KESK’in üç büyük sendikasında, Eğitim Sen’de, SES’te ve BES’te, güvencesiz çalışma koşullarının kuşatmasına karşı mücadelede yeni yöntem arayışlarını gündeme getirdi. SES ve BES’te bu arayışların kimi pratik sonuçları olduğu da görülüyor.
Bu noktada, sağlık emekçilerinin mücadelesi üzerinde özel olarak durmak gerek. Çünkü, Türkiye’de sendikal hareketin bütünü ciddi bir biçimde gerilerken, sağlık emekçilerinin hem mücadelesi hem de örgütlenmesi gelişiyor. Başbakan, ana muhalefet partisine yüklenirken “doktorlar kadar” muhalefet edemediğini söylüyor. Elbette burada “doktorlar” bir simge; Erdoğan’ın asıl kastı, son yıllarda “muhalefet” adına dişe dokunur en önemli gelişmelerden birisinin sağlık alanının piyasalaştırılmasına karşı yürütülen mücadele olduğu.
Bu olgunun, yeni sendikal krizden çıkış stratejilerinin tartışılmasında özel olarak incelenmesi lazım.
İlk adım olarak, sağlık emekçilerinin bugünkü mücadelesini yeni bir sendikal hareket temeli olarak tanımlamak gerekir. Bu temelin 4 yapı taşı var: Başta TTB olmak üzere sağlık meslek örgütleri, “sağlık hakkı” istemi etrafında oluşan yoksul halk hareketleri, SES ve Dev Sağlık-İş.
Bu temel üzerinde gelişen mücadeleler yeni bir sendikal dinamizm yarattı. Bu sendikal dinamizm, üç büyük kaynağın harekete geçmesine dayanıyor.
1- Bunların en başında hekimler geliyor. Hekimlerin meslek örgütü TTB’nin, sağlık ve sosyal güvenlik hizmetlerinin piyasalaştırılması karşısında gösterdiği güçlü direncin, sağlık alanındaki mücadelenin kurucu motoru olduğunu hiçbir komplekse kapılmadan söylememiz lazım. TTB’nin bu direnme performansı ise “tesadüfi” değil. Hekimlerin işçileştirilmesi sürecinin en sıcak anında TTB’nin liderliğini sosyalistlerin üstlenmiş olması bu sonucu yarattı. TTB yönetimindeki sosyalistler, bu sürecin halka ve hekimlik mesleğine vereceği büyük ve ortak zararı doğru olarak görüp, bu ortak temeli direnme noktası olarak seçtiler. Bu direniş çizgisinin gözle görülür bir başarı sağladığı ortada. Ama biz başarının ötesine bakalım: TTB artık yalnızca bir meslek örgütü değil; bu mücadele içinde kimi “sendikal” işlevler de kazanan bir meslek örgütü haline geldi. Hekimlerin işçileşmesi, hekimlerin meslek örgütünü de “sendikal işlev”le yakınlaştırdı. Kadrolarının bir bütün olarak böyle bir işlevi benimsemiş olmaması, ya da bu işlevin kalıcılığı konusundaki kaygılar bu durumu değiştirmez.
2- TTB’nin geleneksel olarak barındırdığı, Tüm Sağlık Sen ve SES’in başlangıç dönemlerinde ön açtığı mücadele, sağlık hakkı mücadelesini halk muhalefetinin önemli bir konusu haline getirdi. Yoksul halk mücadelesinin az-çok örgütlü olduğu emekçi mahallelerinde, başta Halkevleri olmak üzere irili ufaklı yerel toplumsal muhalefet örgütleri, “sağlık hakkı mücadelesini” yoksul halka taşıdılar; temel hizmetlerin piyasalaştırılmasına karşı direniş içinden yeni bir bilinçlenme sürecinin filizlerini yarattılar. Artık bugün, “sağlık hakkı mücadelesi” denildiğinde aklımıza yalnızca beyaz önlükler değil, yoksul yüzlü insanlar da geliyor.
3- Sağlık hakkı mücadelesi, özellikle devlet ve üniversite hastanelerinde çalıştırılan güvencesiz işçilerin mücadelesinin ve örgütlenmesinin önünü açtı. TTB ve SES’in bu hastanelerde yürüttüğü mücadeleler, hastane yönetimleriyle sağlık emekçileri arasında bir güç dengesinin oluşmasına neden oldu. Bu güç dengesi, güvencesiz çalıştırma ilişkilerinin sorgulanmasını kolaylaştırıyor. Dev Sağlık-İş’in örgütlenmesinin önü bu noktada açılmaya başladı. Yıllardır örgütlenemeyeceği, örgütlense bile mevzi kazanamayacağı düşünülen sözleşmeli, taşeron vb. güvencesiz işçiler, TTB, SES ve Dev Sağlık-İş’in “ortak mücadele-ortak örgütlenme” anlayışıyla Dev Sağlık-İş’te örgütlenmeye yöneltildiler; çeşitli mevzi kazanımlar elde ettiler. Üniversitelerin “döner sermayeye bağlı sözleşmeli işçileri” ile başlayan örgütlenme ve mücadeleler, taşeron şirketlerdeki sağlık işçilerine sıçradı ve ilerliyor.
Kısacası, yeni sendikal dinamizmi yaratan şey, hekimleri, halkı ve güvencesiz işçileri harekete geçiren bir sağlık hakkı mücadelesi oldu.
Belli ki, sağlık hakkı mücadelesi bu temel üzerinde daha uzun bir süre devam edecek. Bunun anlamı, bu alanda ortaya çıkan sendikal dinamizmin de yeni boyutlar kazanarak gelişmesini sürdüreceğidir.
Bizim “Toplumsal Hareket Sendikacılığı” olarak adlandırdığımız yeni sendikal strateji bu somut deneyim üzerinden anlaşılmalıdır. Toplumsal hareket sendikacılığı anlayışı, sendikal çalışmayı, neo-liberalizme karşı halk direnişinin bir parçası olarak örgütleme anlayışıdır.
Kendi deneyimimizden yola çıkarak bu stratejinin bazı önemli unsurlarının altını çizmek istiyorum:
Neo-liberalizm, örgütlü işçi hareketlerini, örgütsüz işçi kitlelerine empoze ettiği güvencesiz çalışma biçimleriyle kuşatmaktadır. Bu kuşatmayı, yalnızca “içeriden” direnişle, yani örgütlü emekçilerin kazanılmış haklarını savunma mücadelesiyle etkisiz hale getirmek olanaklı değil. Neo-liberal saldırının bu üstünlüğü bir alanda ortadan kalkıyor: temel hizmetler alanı. Çünkü bu alanda saldırı altındaki “kazanılmış haklar” yalnızca örgütlü emekçilerin kazanılmış hakları değil, tüm halkın kazanılmış hakları. Dolayısıyla bu alanda, neo-liberal yıkım politikaları “işletme-içi”yle sınırlı bir çatışmanın konusu değil. Bu politikaları, toplumsal muhalefet hareketleriyle kuşatarak baskı altına almak ve neo-liberal emek yönetimi politikalarını sağlık ve eğitim gibi temel hizmetlerin verildiği kurumlarda “etkisizleştirmek” mümkündür.
Benzer bir durumun, KİT’ler için de geçerli olduğunu aslında daha önce görmüştük. 80 bin madenciyi Ankara üzerine yürüten Büyük Zonguldak direnişi, Paşabahçe halkını ayağa kaldıran Paşabahçe grevlerini, SEKA direnişini düşünürsek, bu mücadelelerde neo-liberal saldırının halk muhalefetiyle kuşatma olanaklarının doğduğunu görürüz. Bu olanakların sendikal krizi yenmek için kullanılmamasının tamamen bir “siyasi irade sorunu” olduğu; sendika yönetimlerinin siyasi yaklaşımlarının ürünü olduğu da bizce reddedilemez.
Yeni bir sendikal örgütlenme stratejisi, işçi sınıfı kitlesini, ona empoze edilen ayrımcı koşullar ne olursa olsun, tek bir kitle haline getirmeyi hedeflemelidir. Bugünün sendikal hareketin sorunu, “emek pazarının esnekliğini azaltmak”tır. Emek pazarındaki esnekliği artıran şeyler, statü farklılaştırmaları ve üretim sürecinin parçalanarak, a-tipik işletme örgütlenmesi biçimlerinin yaygınlaştırılmasıdır.
Farklı statülere dayanan aynı alanda faaliyet gösteren emek örgütlerinin ortak mücadele düzleminde bir araya getirilmesi bu noktada birinci önemli sorundur. (TTB-SES-Dev Sağlık-İş’in oluşturduğu ortak mücadele düzlemi bu sorunun çözümündeki bugünün en ileri örneğidir).
İkinci önemli sorun, atipik işletme örgütlenmeleriyle, aynı iş sürecinde birden fazla işkolunun işçilerini işe koşan esnek iş organizasyonlarıdır. Bu noktada, sendikal örgütlenmenin geleneksel merkezi-monolitik yapısı bir engel olarak karşımıza çıkmaktadır. Bir büyük hastanede, üç-dört iş kolundan (sağlık, genel hizmetler, otel-lokantacılık, metal vb) şirketler taşeron usulüyle çalıştırılabilmektedir. Bu durumda, bir hastanedeki işçile
rin örgütlenmesi için bu üç-dört işkolundaki sendikanın genel merkezler düzeyinde bir araya gelerek işyerini örgütlemesi yeterli olmadığı gibi olanaklı da değildir. Bu nedenle, yeni bir sendikal örgütlenme, aynı işyerinde çalışan bütün işçileri içine alan “İşyeri Konseyleri” temeline dayandırılmalıdır. İşkolu esasına göre kurulmuş sendikaların bu temelin önünde engel olmaktan çıkarılması için ise bu sendikaların güçlü bir taban demokrasisine göre yeniden örgütlenmesi gerekir. Bunu başaramayan işkolu sendikaları için yıkım kaçınılmazdır.
* 8-9 Mart Ankarada Siyasal Bilgiler Fakültesinde Yapılan
“Sendikal Kriz ve Sendikal Arayışlar” konulu sempozyumda Devrimci Sağlık İşçileri Sendikası Genel Sekreteri Arzu Çerkezoğlu’nun yaptığı konuşmanın tam metni.