Michael Shrank, Noam Chomsky ile, ABD’nin son dönem İran, Irak, Kuzey Kore ve Venezüella politikaları üzerine bir söyleşi gerçekleştirdi. Chomsky ile İran, Irak ve dünyanın geri kalanı üzerine… Shank: Kuzey Kore ve İran’ın benzer nükleer programları ve eğilimleri olduğunu biliyoruz. Niçin ABD Kuzey Kore ile doğrudan diplomatik bir ilişki kurmayı seçerken İran’la görüşmeyi reddediyor? Chomsky: […]
Michael Shrank, Noam Chomsky ile, ABD’nin son dönem İran, Irak, Kuzey Kore ve Venezüella politikaları üzerine bir söyleşi gerçekleştirdi. Chomsky ile İran, Irak ve dünyanın geri kalanı üzerine…
Shank: Kuzey Kore ve İran’ın benzer nükleer programları ve eğilimleri olduğunu biliyoruz. Niçin ABD Kuzey Kore ile doğrudan diplomatik bir ilişki kurmayı seçerken İran’la görüşmeyi reddediyor?
Chomsky: ABD’nin Kuzey Kore’yle diplomatik ilişkiler yürüttüğünü söylemek bir anlamda yanıltıcı olabilir. Bu durum, Clinton döneminde geçerliydi, her iki taraf da bunun getirdiği zorunluluklara pek sıcak bakmasa da… Clinton, sözünü tutmadı; Kuzey Kore de öyle. Ama bir ilerleme söz konusuydu. Bush başkanlığa seçildiğinde Kuzey Kore’nin elinde bir-iki bomba yapmaya yetecek kadar uranyum ya da plütonyum mevcuttu, ancak kapasiteleri füze bakımından oldukça sınırlıydı. Füze kapasitesindeki büyük artış Bush döneminde gözlendi. Bu nedenle, diplomatik ilişkileri hemen kesti ve o zamandan beri bu ilişkiler neredeyse tamamen durmuş durumda [Mart ayındaki gelişmelere kadar]. 2005 yılı Eylül ayında oldukça anlamlı bir anlaşma imzalamışlardı. Bu anlaşmayla Kuzey Kore nükleer zenginleştirme ve geliştirme programlarına son vermeyi kabul ediyordu. Buna karşılık ABD de bu anlaşma çerçevesinde Kuzey Kore’ye yönelik tehditkâr tavırlarına son vermeyi ve hafif su reaktörleri için gereç sağlamayı taahhüt ediyordu. Ancak Bush yönetimi derhal bunu masaya yatırdı. Hafif su reaktörü sağlaması gereken uluslararası konsorsiyumu dağıttılar; başka bir deyişle bu anlaşmayı kabul etmeleri imkânsızdı. Birkaç gün sonra çeşitli bankaların finans işlemlerine saldırmaya başladılar. Bu eylemin zamanlaması, ABD’nin açıkça iki ülke arasındaki ilişkilerin ilerletilmesini sağlayacak ticari girişimlerin de arkasında durmayacağı anlamına geliyordu. Sonuç olarak, biliyoruz ki Kuzey Kore’ye yönelik tehditlerini de geri çekmediler. Bu yüzden Eylül 2005’te imzalanan anlaşma sona erdi. Anlaşma son birkaç zamandır tekrar gündemde, özellikle de son birkaç aydır. Amerikan medyasında olayların yansıması, tam da hükümet çizgisiyle paralel olarak, Kuzey Kore’nin Eylül 2005 anlaşması hükümlerini kabul etmeye meyilli olduğu yönünde. İyimser bir hava olduğu kesin.
Atlantik’i aşıp İngiliz Financial Times’a bakacak olursak, onların bu olayları biraz daha farklı yansıttığını görürüz. İngilizler, kendi deyişleriyle, savaşçı Bush’un artık bir zafer kazanmak zorunda olduğu için diplomatik hamlelere yöneldiğini söylüyorlar. Olayların geliştiği bağlamı göz önüne alırsak, bunun daha doğru bir saptama olduğunu düşünüyorum. Ama bu saptamada da bir tür iyimserlik var. Olayları incelerseniz, Kuzey Kore gerçekten korkutucu bir yer, kimse bunu yadsımıyor, ama bu sorun karşısında çok mantıklı bir tavır takındıklarını görürsünüz. Tepkilerini hemen ortaya koydular. Amerika uysal olursa, Kuzey Kore de öyle olur dediler. ABD düşmanca bir tavır içine girerse, Kuzey Kore de düşman olacaktır. Current History dergisinin geçen sayılarından birinde bu olgu Leon Sigal gibi bir uzman tarafından oldukça iyi incelenmiştir. Ancak bu genel bir bakıştı, oysa biz şimdi Kuzey Kore ile anlaşma noktasındayız. ABD için, bu olay şimdilik İran kadar önemli değil.
Doğruyu söylemek gerekirse İran sorununun nükleer silahlarla ilgili olduğunu pek düşünmüyorum. Kimse, İran nükleer silah üretsin demiyor tabii, ne de başka herhangi bir ülke. Ama Ortadoğu coğrafyası, Kuzey Kore’den farklı olarak, dünya enerji kaynaklarının tam ortasında bulunuyor. Geçmişte İngilizler -ve belli bir ölçüde Fransızlar- bu bölgede hâkim durumdaydılar ancak İkinci Dünya Savaşı’nın ardından bölge ABD’nin gözetimi altına girdi. Ortadoğu’nun enerji kaynaklarını yönetme isteği, ABD dış politikasının temeli durumundaydı. Bu, çoğu zaman söz edildiği gibi basitçe kaynaklara ulaşma sorunu değildi. Petrol deniz üstüne çıktı mı, her yere gider. Sonuçta ABD Ortadoğu petrollerini kullanmıyor olsaydı bile aynı politikayı izleyecekti. Gelecekte güneş enerjisi sorunu çıktığında da aynı politika sahnede olacaktır. Devlet arşivlerine bakın sadece, ya da en azından mantığına: oyun her zaman kontrol altında olmuştur. Denetim, stratejik hesapların çıkış noktasıdır. Dick Cheney, Kazakistan’da ya da başka bir yerde, bir boru hattının kontrolü, “bir yıldırma ve şantaj aracıdır” demişti. Boru hatlarını biz kontrol ettiğimizde, bunu “tüm iyi niyetimizle” yapıyoruz. Yok eğer başka ülkeler enerji kaynaklarının ve dağıtımının kontrolünü ele geçirirse yıldırma ve şantaj… Tam da Cheney’in dediği gibi…
Bu olguyu George Kennan da (Amerikan Politik Planlama Dairesi Başkanı) savaş sonrası dönemde açıkça görmüş olmalı ki, ABD Ortadoğu enerji kaynaklarını kontrol altına aldığında rakip sanayi kollarına karşı veto hakları olabileceğini bildiriyordu. Bahsettiği aslında Japonya’ydı ancak fikir genele ilişkindi. Bu sebeple İran’ın Kuzey Kore’den farklı bir konumu var. En büyük dünya enerji sisteminin tam göbeğinde bulunuyor.
Öyleyse ABD’nin, bir saldırı olasılığını gündemine aldığında bunu denetimi ele geçirme perspektifiyle yaptığını mı düşünüyorsunuz? İran’a saldırarak denetimi mi ele geçirecekler?
Aslında İran konusunda pek çok sorun var. Öncelikle bu devletin bağımsız olması bir sorun. ABD, bağımsızlığı kaldıramıyor. Devlet kaynaklarında bazen İran’ın adının “başarılı bir itaatsizlik örneği” olarak geçtiğine tanık olabilirsiniz. Küba’yı düşünün. Amerikan nüfusunun çok büyük bir kısmı Küba’yla diplomatik ilişkiler geliştirilmesine taraftar ve kimi dalgalanmalar hariç tutulursa her zaman da öyle olmuştur. Hatta iş dünyasının bir kısmı dahi buna taraftar. Ancak hükümet buna izin vermeyecektir. Bunu Florida’nın oyuna bağlıyorlar ama bunun geçerli bir açıklama olduğunu düşünmüyorum. Bunun, siyasetin yeterince göz önüne alınmayan niteliklerinden biriyle ilgili olduğunu sanıyorum. Uluslararası ilişkiler, büyük ölçüde mafya gibi yönetilir. Mafya babası itaatsizliği kabul etmez, haracını ödemeyen küçük bir mağaza söz konusu olduğunda bile… İtaati sağlamak zorundasınızdır yoksa bazıları kanuna karşı gelme hakkı olduğunu düşünebilir ve bu önemli sektörlere kadar gidebilir.
Arşivlere baktığınızda, ABD’nin Vietnam’a saldırmasındaki başat neden neydi? Bağımsız bir gelişme, belki de diğerlerini etkileyebilecek bir virüs. Kissinger’in kendisi Şili’de Allende’ye gönderme yaparak olayları böyle sunmuştu. Küba söz konusu olduğunda, doğrudan devlet arşivlerinde bu ifadeyi bulabilirsiniz. Latin Amerika Çalışma Grubu’nun yeni seçildiği dönemde Kennedy’ye sunduğu raporda Arthur Schlesinger [basın kısa süre önce ölümünde onu “büyük tarihçi” namıyla yüceltmişti] Castro’nun, ülkesini ilgilendiren konularda bağımsız tavır takınma düşüncesinin yayılmasının asıl tehlikeyi teşkil ettiğini söylüyordu. Çünkü bu düşüncenin aynı bölgede aynı sorunlardan muzdarip diğer ülkeler için etkileyici bir fikir olduğunu düşünüyordu.
Ardından bu arşivlerde Küba, ABD’nin 150 yıldır -Monroe doktrininden beri [1823’te Avrupalı güçlere yönelik söylevinde açıkladığı biçimiyle]- süregelen politikalarına “itaatsizlik”le suçlanmıştır ve bu asla hoş görülemez. Yani itaati sağlamakta devletin azimli olduğunu söyleyebiliriz. İran konusuna geri dönecek olursak, bu sadece geniş petrol rezervlerine sahip olduğu ve dünya temel enerji sisteminin parçası olduğu için değildir. İran aynı zamanda ABD’ye
meydan okumuştur. ABD, bildiğimiz gibi, parlamenter yapıdan kurtulup [Musaddık’a karşı 1953’te gerçekleşen, CIA’nin desteklediği darbeyle] Pehlevi hanedanından Şah’ı başa geçirip nükleer enerji programlarını desteklemişti.
Aslında şimdilerde tehdit olarak algılanan aynı programlar 1970’lerde ABD hükümeti tarafından, Cheney, Wolfowitz, Kissinger ve diğerleri tarafından Şah iktidarda kaldığı sürece desteklenmişti. Ancak İranlılar onu indirdi ve yüzlerce gün boyunca Amerikalı rehineleri tuttular. [İşgal 1979 Kasım ayında başlamıştı] Ve ABD hemen Saddam Hüseyin’i ve onun İran’a karşı savaşını desteklemeye başladı: Bu İran’ı cezalandırma yöntemiydi.
ABD İran’ı cezalandırmaya devam edecektir çünkü İran itaat etmemektedir. Bu çok önemli bir etkendir. Ayrıca, ABD halkının ve hatta iş dünyasının beklentilerine pek sağduyuyla yaklaşılmıyor. Amerikan halkının %75’i tehditkâr bir tavır içine girmektense İran’la ilişkilerin iyileştirilmesini istiyor. Ancak bu göz ardı ediliyor. Elimizde iş dünyasının bu konudaki düşüncelerine yönelik bir anket sonucu yok ancak enerji devlerinin, alanı rakiplerine terk etmektense İran’a girmelerine tekrar izin verilemesinden gayet hoşnut olacakları açıktır. Ancak iktidar buna izin vermeyecektir. Ayrıca tam da şu anda, çelişkileri açık bir biçimde kışkırttığını görebiliyoruz. Bunun açıklaması bir açıdan stratejik, jeopolitik ve ekonomiktir ancak diğer yandan adeta mafyatik ilişki modeline bakmak gerekiyor: cezalandırılmaları gerek çünkü itaat etmiyorlar.
Venezüella da sosyalizme yönelen Chavez aracılığıyla meydan okumuş oluyor. Onlar listemizde nerede bulunuyorlar?
En tepede, zirvede bulunuyorlar. ABD 2002 yılında iktidarı ordu eliyle devirme girişiminde bulunmuştu. Bu her zaman denedikleri girişimlerden en yeni ve en sonuncusuydu.
Peki ama neden gözlerini Venezüella’ya çevirmediler?
Aksine, gözleri Venezüella’nın üstünde. Bush yönetiminin manipülasyon ve saldırıları devamlı sürüyor ve Chavez’in Venezüella’sına karşı olan medya organları adeta saldırı konumundalar. Pek çok nedenle… Venezüella bağımsız. Belli bir ölçüde, ihracatta ABD’ye bağımlı olmamak adına ihracatını çeşitlendiriyor. Ve Latin Amerika’nın bütünleşmesine ve bağımsızlığına çaba harcıyor. Bolivarcılık dedikleri budur ve ABD’nin bundan hiç de hoşnut olmadığı açıktır…
20 Mart 2007
[http://alternatives-international.net/article694.html?lang=en adresinden Melike Işık tarafından Sendika.Org için çevrilmiştir]