Almanya’daki sorumlu politika, 1955 yılında İtalya ile ilk »İşçi Mübadele Antlaşması«nı imzaladığında, sermayenin ucuz işgücü açlığını tatmin etmekten başka bir şey düşünmediğinden, bu adımın sonraki yıllarda nelere mal olacağını pek hesaplamamıştı. Hesaplamış olsaydı, 52 yıldan beri devam eden yeni tip işçi göçünün beraberinde getirdiği sosyal, kültürel, politik ve hukuksal sorunları öngörür, bunların çözümü veya en […]
Almanya’daki sorumlu politika, 1955 yılında İtalya ile ilk »İşçi Mübadele Antlaşması«nı imzaladığında, sermayenin ucuz işgücü açlığını tatmin etmekten başka bir şey düşünmediğinden, bu adımın sonraki yıllarda nelere mal olacağını pek hesaplamamıştı. Hesaplamış olsaydı, 52 yıldan beri devam eden yeni tip işçi göçünün beraberinde getirdiği sosyal, kültürel, politik ve hukuksal sorunları öngörür, bunların çözümü veya en azından hafifletilmesi için gerekli uygulamaları planlardı.
Aslına bakılırsa, Alman devletinin ve dolayısıyla işbaşına gelen istisnasız bütün hükümetlerin işçi göçü ve göçten kaynaklanan sorunlar temelindeki politikaları hiç değişmedi. Takip edilen çizgi hep sermaye çıkarları lehine oldu. Göçmenler, yeni tip işçi göçü tarihi boyunca hep, belirli politik çıkarların gerçekleştirilmesi için kullanılan »günah keçileri« ve istenilen yöne manevra edilebilen bir kitle olarak tutuldular.
Bu nedenle, geçen Çarşamba günü Federal Hükümetin kamuya tanıttığı »Göç ve Kalma Hakkı« yasa tasarısına pek şaşırmamak gerekiyor. Geleneksel çizgiyi devam ettiren yasa tasarısı sadece köktenırkçılığın neoliberal elitler arasında ne denli yer edindiğini göstermekle kalmıyor, aynı zamanda çoğunluk toplumuna yönelik yeni baskı mekanizmalarının yolda olduğunu da kanıtlıyor. Çünkü göç politikaları, aynı Hartz Yasaları gibi neoliberal egemenlik araçlarıdır ve göçmenler üzerine uygulananlar, zaman içerisinde çoğunluk toplumuna uygulanacaktır.
O nedenle yasa tasarısını salt göçmenlik bazında değerlendirmek bana kalırsa yetersiz olur. Göç ve mülteci politikalarını, neoliberal programın dışında ele almak, yapılanların sadece göçmenlere yönelik haksızlıklar olduğu yanılgısına yol açar. Sorun, bu politikalar ile toplumsal bölünmelere, çalışma ve yaşam koşullarının güvencesizleştirilmesine, diğer bir deyişle, geniş toplumsal kesimlerin »proleterleşmesine« yol açan neoliberalizmin piyasa radikali barbarlığı ile bağlantılı hale getirilmesiyle açıklığa kavuşacaktır. Bu çerçevede şu temel tespitlerin yapılması, kanımca doğru olacaktır:
Birincisi: Tasarıda ifadesini bulan göç ve mülteci politikası, toplumun neoliberal yapılanma programının bir parçasıdır. Göçmen kökenli toplumun hukuksuzlaştırılması, yani anayasa ile garanti edilen temel hak ve özgürlüklerinin kısıtlanması ve yasal yaptırımlar ile cezaî uygulamalara tabi tutulmaları, genel anlamda »proleterleşmenin« en kaba biçimidir. Böylelikle Alman vatandaşı olmayan 7 milyonu aşkın insan, ayırımcı ve dışlayıcı yasaların tehditi altında ve her an – işsizlik, sosyal yardım alma veya yabancılar hukukuna muhalefetten – yasadışı kalabileceklerinden, uzun vadeli yaşam planından mahrum yaşamak zorunda bırakılmaktadırlar.
İkincisi: Etnikleştirilmiş bir istihdam piyasasında çoğunlukla ya düşük ücretle veya güvencesiz işlerde çalıştırılan, ya da işsiz olan göçmen kökenliler, toplumsal ve kurumsal dışlanmanın nesneleri olarak, çoğunluk toplumunun merkezine kök salan ırkçılığın mağdurlarıdırlar. Eğitim, sağlık, kültür ve sosyal alanda yapılan kısıtlamalardan en fazla etkilenen göçmen kökenliler, »en alttakiler« sıfatıyla toplumsal bölünmenin derinleştirilmesi, dolayısıyla ekonomik, sosyal ve politik sorunların gerçek nedenlerinin üstünün örtülmesi için stigmatize edilmektedirler.
Üçüncüsü: Göçmen kökenliler üzerinde denenen yasal sertleştirmeler, uygulamaların gerçekleştirilmesinden sonra, zaman içerisinde toplum geneline yaygınlaştırılmaktadırlar. Dış politikanın militaristleştirilmesi bağlamında yaratılan terör korkusu, çoğunluk toplumunun »güvenlik« gerekçesiyle temel hak ve özgürlüklerinden feragat edece hale gelmesini sağlamıştır. İslam düşmanlığının körüklenmesi bu bağlamda görülmelidir.
Bu tespitler daha da genişletilebilir şüphesiz. Ama bu üç tespit bile, sorunun sadece göçmen kökenlileri ve mültecileri değil, toplumun genelini ilgilendirdiğini göstermeye yetiyor. Yani Almanya’daki ve dolayısıyla Avrupa’daki göçmen toplumlarının sorunları, çoğunluk toplumlarının merkezî sorunları haline gelmiştir ve bu sorunlar çözülmeden, toplum genelinin durumunun iyileştirilmesi, daha sosyal, daha demokratik ve daha barışçıl bir gelecek olanaklı olmayacaktır. Asıl mesele, çoğunluk toplumunun bunu görebilmesidir.