Türkiye Cumhuriyeti Devleti, ben bildim bileli işkencecilerin yanında durur. İşkencenin hiçbir koşulda ortadan kaldırılamamasının nedeni, devletin bu gelenekselleşmiş refleksidir. 16 yıldır bir türlü sonuçlanamayan Hacettepe Üniversitesi öğrencisi Birtan Altunbaş’ın işkencede ölümü davasında mahkeme sonunda karara vardı. Savcılık, birkaç yıl önce işkenceyi bir kez daha tespit etmiş ancak cezada “Öldürme kastı yoktur. Ölüme yol açan işkenceyi […]
Türkiye Cumhuriyeti Devleti, ben bildim bileli işkencecilerin yanında durur.
İşkencenin hiçbir koşulda ortadan kaldırılamamasının nedeni, devletin bu gelenekselleşmiş refleksidir.
16 yıldır bir türlü sonuçlanamayan Hacettepe Üniversitesi öğrencisi Birtan Altunbaş’ın işkencede ölümü davasında mahkeme sonunda karara vardı.
Savcılık, birkaç yıl önce işkenceyi bir kez daha tespit etmiş ancak cezada “Öldürme kastı yoktur. Ölüme yol açan işkenceyi de hangisinin yaptığı belirlenememiştir” muhteşem gerekçesiyle indirim yapmıştı. Ceza indirimiyle başı okşanan kamu görevlisi sanıklar, duruşmalara gelmeyerek, sürekli kaçarak davayı zamanaşımına sokmak için epeyi uğraşmıştı. Avukatlarının özlü sözlerinden birini kaydetmişim: “Maktul de Türkiye Cumhuriyeti’nin evladı. O yüzden elbette hak gaspı söz konusuysa, bunun ortaya çıkarılması gerekir. Diğer tarafta suçlanan polis memurları var. Bu kişiler, kendi nefisleri için değil, ne yapmışlarsa devletin çıkarları için yapmışlardır. Yapılanlar, hukuka aykırı olarak değil, Türkiye Cumhuriyeti’nin varlığı için yapılmıştır.” İşkenceci avukatının bu savunması, kimsenin hiçbir şekilde yadırgayacağı bir gerekçelendirme
işlemi değil. Bu tür ‘iş kazaları’ sonrası çıkıp ‘Kendim için öldürdüysem namerdim. Her şey vatan için’ diye gururla haykıran çok katil gördük. Onlar da kimilerine göre bu vatanın şerefli evlatları, biliyorsunuz.
Davanın sonlarına doğru o şeref zanlılarından birkaçı olayı ayrıntılarıyla takip etmeyenleri şaşırttı. Sanıklardan, daha önceki duruşmalar için ‘kendilerine ulaşılamayan’ emekli polis memurları Ahmet Baştan ve Süleyman Sinkil, mahkemeye birer ifade metni göndererek Altunbaş’ın öldürülmesini üstlendiler. Bu arada, Altunbaş’ın sorgusunda diğer sanıkların bulunmadığını söylediler. Davacı avukatı Oya Aydın, bize şaşıracak bir şey yok, demişti. Vicdan azabına dayanamayarak sonunda cinayetlerini itiraf etmiş ‘insan’ söz konusu değil. Aydın, sanıkların itiraf ifadelerinin “şu an nüfuzlu durumda olan diğer sanıkları kurtarmaya yönelik” olduğunu iddia ediyordu: “Birer ifade mektubu göndermişler. ‘Vicdan azabı duyuyoruz. Sorguda ikimiz vardık. Altunbaş kendini sağa sola çarpıp küfrettiği için müdahale ettik. İşimizi yaptık. Sanıklardan İbrahim Dedeoğlu bizimle değildi. Buna dönemin emniyet müdürü Hasan Özdemir de tanıktır. Altunbaş, Gülhane Askeri Tıp Akademisi’ne kaldırıldığında, Dedeoğlu savcı Nuh Mete Yüksel’le birlikte geldi. Diğer sanıklar sorguda yoktu’ diyorlar. Bu iki ayrı ifadenin avukat tarafından yazdırıldığı çok açık. Dilleri çok benzer; sanki tek kalemden çıkmış gibi.”
Şimdi başkomiser olan, dönemin Terörle Mücadele Şubesi’nde Dev-Sol sorgu timinin şefi olan Dedeoğlu, daha önceki ifadesinde Altunbaş için ‘örgütün kandırdığı bir çocuktu; onu ikna etmeye çalıştık’ diyerek zımnen sorguda bulunduğunu ortaya koymuştu. Ahmet Baştan’sa ilk savunmasında ‘Ben sorguda yoktum, Altunbaş’ı diğer dört kişi sorguladı’ demişti. Mafya dizilerinden artık bütün millet aşina: zor geçitlerde küçükleri kurban etmek elzemdir. Amerikan dışişlerinin bile adını anarak işaret ettiği Birtan Altunbaş davasının artık çözüme ulaştırılması gerekiyordu. Gönül istemez, yargı nazlanır ya, bu çocuğun öldürülmesinin hesabını yalandan çıkarıvermekte yarar vardı. Büyükleri korumak adına birkaç küçük, bir azap hikâyesiyle yolcu ediliverir. İçerideki rahatları nasılsa sağlanacaktır.
Birgün’den Özlem Zorcan’ın dökümüyle 16 yılın özetini aktarıyorum:
Hiçbir sanık tutuklanmadı.
Müdahil avukatların tutuklama taleplerinin hiçbiri kabul edilmedi. Tebligat yapılamayan 2 sanık hakkındaki gıyabi tutukluluk kararı ifadeleri alınınca kaldırıldı.
Hiçbir sanık hakkında idari disiplin cezası verilmedi.
Hiçbir sanık görevden uzaklaştırılmadı.
Müdahil avukatlarının, suçun işlenmesinde sorumlulukları bulunduğu gerekçesiyle, dönemin mülki ve kolluk amirleri, soruşturma savcıları hakkında yaptıkları suç duyurularının hiçbiri dikkate alınmadı.
Hukuksal sürecin başlangıcında sanıklar hakkında yargılama izni verilmesi için dosya 6 yıl süreyle Ankara İl İdare Kurulu’nda bekletildi.
Yargılamanın ilk aşamasında yalnızca görevli mahkemenin tespiti için 2 görevsizlik, 1 Yargıtay kararı ve 1 Danıştay görüşü alındı. Dava, ağır ceza mahkemesinde iki kez sonuçlandı ve iki kez Yargıtay tarafından bozuldu.
Emekli olan ve devletten maaşlarını alan 2 sanığa 6 yıl boyunca hiç
tebligat yapılamadı. Aynı biçimde diğer sanıklara da uzun süre tebligat yapılamadı. Sanıkların duruşmalara katılmalarını ve yakalanmalarını sağlamak için İçişleri Bakanlığı tarafından 4 genelge yayınlandı.
Tebligat sorunu nedeniyle yaşanan tıkanıklık ve yargılamanın seyri, ABD Dışişleri Bakanı Colin Powel’ın dava ile ilgili yaptığı açıklamadan sonra değişti.
Birçok kez sanıklarnı vekilleri “vekillikten çekildi”. Yeni avukatlar atandı. Her yeni gelen avukat da dosyayı incelemek ve savunma hazırlamak için sayısız kez süre istedi.
Sanık vekilleri, yargılamanın kritik aşamalarında ‘hâkimin davadan çekilmesi’ ya da ‘hâkimin reddi’ taleplerinde bulundu.
Başlangıçtaki 10 sanık 5’inin beraatı ve birini ölümüyle 4’e düştü.
Yargılanmanın 15. ve 16. yılında iki sanık ‘itirfa’ta bulunarak eylemi kendilerinin gerçekleştirdiğini söyledi.
İşkence milli spor
Sonunda gencecik Birtan’ı parçalayarak öldüren 4 emekli polis 8 yıl 10 ay 20’şer gün hapse mahkûm edildi. Mahkeme sanıkların cezalarında takdiri indirim maddelerini de uyguladı. Davalara gelme tenezzülünde bulunmayan sanıkların cezalarında iyi hal indirimi yapıldı. Yargıtay kararı onarsa Terörle Mücadele Yasası’ndaki indirimden de yararlanacak olan dört polis en fazla 21 ay hapis yatacak.
Mahkeme sanıkların tutuklanmasına gerek olmadığına karar verdiğinden hepsi serbest.
Hatta, mahkeme çıkışında gazetecilere sinirlenen Hasan Cavit Orhan, “Senin kanını içerim” diye bağırıyordu.
İçer mi içer.
Susurluk’tan ve Şemdinli’den de gayet iyi biliyoruz ki suçüstü yakalansalar dahi, haklarında en resmi kurumların raporları olsa da şerefli kan içiciler karşısında elimiz kolumuz bağlı.
Hrant’ın katledilmesinde Emniyet’le katillerin nasıl iç içe çalıştıkları da belgelendi. Mülkiye Başmüfettişleri tarafından hazırlanan ve Celalettin Cerrah’ın ağır şekilde eleştirildiği raporun hâlâ savcılığa ulaşmadığını biliyor musunuz? Sizi çok mu şaşırttım?
İstanbul Valisi Muammer Güler, “Türk polisinde şu an sıfır işkence var. Bu insan hakları kurumlarının raporlarıyla var. Eskisi gibi ‘hırsızı yatır falakaya ‘ yok” diyor. Oysa İnsan Hakları Derneği’nin (İHD) 2006 İnsan Hakları Bilançosu’na göre, 2006’da saptanan 700’ün üzerinde işkence ve kötü muamele iddiası var.
Bunların 179’u gözaltında gerçekleşmiş. Üstelik 140’ının Emniyet Müdürlüğü görevlileri tarafından gerçekleştirildiği iddia ediliyor. Mağdurların da 26’sı çocuk.
Ancak işkence iddiaları arasında önemli bir bölümü, resmi gözaltı yerleri dışındakiler oluşturuyor. İHD’ye göre 261 iddiadan 212’sinde Emniyet Müdürlüğü görevlileri var ve mağdurlardan 16’sı çocuk.
Bianet’e konuşan Türkiye İnsan Hakları Vakfı Başkanı Yavuz Önen, resmi gözaltı yerleri dışındaki işkencenin artışına dikkat çekiyor.
“Vali Güler haklı, artık elektrik vermek, falaka, filistin askısı gibi vücutta iz bırakan ağır işkence yöntemleri kullanılmıyor. Bunların yerine psikolojik işk
ence, ruhsal etki yapan yöntemler tercih ediliyor.
Örneğin kişiler kaçırılıp bir yere götürülüp sonra orada salınıveriyor.
Karakollarda gözaltı süreci başlatılmadan, defterlere kayıt düşülmeden, arabada, meydanda, sokakta, kaba dayaktan başlayan, hakaretin, tehdidin kullanıldığı vakalar var. Kişi özgürlüğünden alıkonulmuş statüsünde olduğu için bunu işkence kabul ederiz. Ama bunun kaydı olmuyor. Şikâyet olduğunda, olay dışarıda gerçekleşmiş oluyor ve karakol
üzerinden işlem yapmak zorlaşıyor.
Bir başka durum da toplu gösterilerde, yürüyüşlerde, mitinglerde polisin aşırı kuvvet kullanmasıyla gerçekleşiyor. Polis beş on kişilik
bir grubu çember altına almış ve şiddete maruz bırakıyorsa, bu da işkencedir. Çünkü yine özgürlüğünden alıkonulma statüsüne girer. Bu başvurularda da artış var.”
Katil ve işkencecilerinin şerefine kefil olan bir devletin hukukla ve hakikatle ilişkisi budur.