Mine Söğüt’ün İnci Aral ile yaptığı, Radikal Gazetesi’nde yayınlanan röportaj Son romanı ‘Safran Sarı’da, geleceğe dair umutlarını yitiren bir neslin, 80 kuşağının ve sonraki kuşakların çıkmazlarını anlatan İnci Aral, ’70’lerde ben, 2000’li yılların dünyasının aydınlık, adaletsizliklerin yok olduğu, çalışma koşullarının düzeldiği fevkalede güzel bir dünya olacağını hayal ediyordum. Tam tersi oldu’ diyor İnci Aral’ın yazdıklarını […]
Mine Söğüt’ün İnci Aral ile yaptığı, Radikal Gazetesi’nde yayınlanan röportaj
Son romanı ‘Safran Sarı’da, geleceğe dair umutlarını yitiren bir neslin, 80 kuşağının ve sonraki kuşakların çıkmazlarını anlatan İnci Aral, ’70’lerde ben, 2000’li yılların dünyasının aydınlık, adaletsizliklerin yok olduğu, çalışma koşullarının düzeldiği fevkalede güzel bir dünya olacağını hayal ediyordum. Tam tersi oldu’ diyor
İnci Aral’ın yazdıklarını okurken onun hep kocaman bir göz olduğunu düşünürüm. İnsanların, eşyaların hatta duyguların üzerinde faltaşı gibi açılmış, her şeyin içini, en derinini görmeye çalışan, tüm duvarları delen, tüm örtüleri uçuşturan, olağanüstü bir algı ve yansıtma büyüsüyle okuru allak bullak eden kocaman aç bir göz… Bu göz gördüklerini bir ayna gibi yansıtır okura. Bazen yansıttıklarında öylesine parlak ve yakıcı bir ışık vardır ki bakmakta zorlanırsınız. Örneğin Kahramanmaraş’ta yaşanan o korkunç günleri hikâye ettiği ‘Kıran Resimleri’ bir kitap değil adeta bıçaktır. Okurken kanarsınız, acı çekersiniz.
Bence bir ülkenin tarihine o ülkeyi anlatan yazarların gözüyle bakmanın büyük bir zenginlik olduğunu düşünenler için İnci Aral’ın romanları da hikâyeleri de müthiş bir harita; hem nerede olduğunuzu gösteren, hem de nereye gideceğinizi işaret eden…
Romanın girişinde okuru bir notla karşılıyorsunuz. Bu notta kendinizi ‘çağının tanığı olmayı önemseyen bir yazar’ olarak nitelendiriyorsunuz. Yazarlığın temel işlevlerinden biri de bu mudur sizce?
Ben tarihin bireyleri ve insanları ihmal ettiğini düşünüyorum. Büyük bir insan çoğunluğu, acıları, yaşadıkları, çektikleri, uğradıkları kötülükler tarihin konusu olamadan geçip gidiyorlar. Bize o bireysel acıları, bireysel hayatları, tek tek insanları asıl anlatan sanat, edebiyattır. Edebiyat tarihin kuruluğundan ve kalıplarından uzak başka bir tarih anlatır. İnsan hallerini, insan ruhunu, insanın nasıl yaşadığını, nelerle karşılaştığını kayda geçirmek için yazının çok büyük olanak olduğunu ve edebiyatın bunu derinlemesine yapabilen kalıcı bir dil olduğunu düşünüyorum.
Ben insanlıkla ilgili birçok şeyi romanlardan öğrendim. İnsan bütün derinliğiyle kendini anlatamıyor. Yaşıyor, hissediyor ama onu, duygularını yazıya döktüğü ya da başkaları tarafından yazıya dönüştürüldüğü zaman daha iyi tanıyor, anlayabiliyoruz. Ben insanı dünyanın büyük yazarlarından Tolstoy’dan, Dostoyevski’den, Dickens’tan tanıdım; insanın macerasını onlardan öğrendim.
Galiba tarihle biliyor, sanatla anlıyoruz.
Tabii, sanatla anlıyoruz. Tarih toptancıdır, insanın hikâyesini zorunlu olarak konu dışı tutar. ‘100 bin asker öldü’ der mesela. Kimdir onlar, neyi, hangi koşullarda yaşamış, ne hissetmişlerdir? Ben insanı konu eden sanatın yerinin hiçbir zaman doldurulamayacağını düşünürüm. Üstelik sanatın daha geniş olanakları var, tarih kadar sınırlı değil. O bakımdan tanıklığı önemsiyorum.
Siz bu ülkenin insanları üzerinden tarihini, çıkmazlarını, arayışlarını kaleme alan bir yazarsınız. 30 yıldır yazarak gözlemlediğiniz Türkiye üzerine konuşalım…
Türkiye çok değişken, çok dinamik bir toplum. Ben hep şu duyguyla yaşarım: her an her şey olabilir. Bu yazar için müthiş bir duygudur. Sizi uyanık tutar, devamlı etrafınızı kollamaya yöneltir. İnanılmaz geniş bir malzeme sunar. Bazı toplumlar durağan hatta can sıkıcıdır. Biz bütün sorunlarımıza rağmen toplumsal, politik ve kültürel açıdan müthiş bir çeşitlilik, zenginlik ve hareketlilik içinde yaşıyoruz. En kalınından en incesine kadar bütün insan çizgilerini ve hallerini net görme şansımız var.
Malzeme olarak baktığımız zaman gerçekten büyük zenginlik ama bir yandan da böyle bir toplumun bir bireyi olarak büyük acılar çekiyoruz sanırım. Yazarın yazarlık haliyle insanlık hali arasında bir paradoks oluşmuyor mu?
Acı çekmek insanı derinleştirir ve olgunlaştırır. Sorunlar, düşünmeye, aramaya, karşı çıkmaya yöneltir. Hayat trajik ve insan böyle insan oluyor. Tabii bu 30 yıl içinde ben 1960, 70, 80 darbelerini gördüm, yaşadım. Hepsi doğrudan hayatımıza, eşimizin dostumuzun hayatına, çocuklarımıza yansıdı. Bu süreçte olanları yaşayan bir insan kendiliğinden bir politik bilinç kazanıyor. En azından gardınızı alabilmek, ne olup bittiğini anlayabilmek için bir birikim edinmek ihtiyacı duyuyorsunuz. Yazar olarak bu birikimin beni yönlendirdiğini, dünyaya bakışımı netleştirdiğini söyleyebilirim. O kadar çok şey görüp yaşadım, o kadar inişli çıkışlı, değişken dönemlere tanık oldum ki, yazarken onları göz ardı edemiyorum. Kimi zaman, sadece bir aşk romanı yazacağım diye yola çıktığım olmuştur fakat onun içine, özellikle değil ama kendiliğinden sosyopolitik olgular girmiştir.
Hangi kitabınız mesela?
‘Taş ve Ten’. Bu aşk hikâyesinin kurgusu kendiliğinden 12 Mart, 12 Eylül, kayıp insanlar, bütün o çalkantılarla örüldü. Ben yalın bir aşk anlatısı olsun isterken olamadı. Çünkü bir dönemi anlatırken insanı, toplumu derinden etkileyen, yüreklerde yaralar açan olayları es geçerseniz roman kahramanları havada kalıyor, inandırıcılıklarını kaybediyor. Böyle bir ülkede, şu aşk yaşanırken toplum neler yaşıyordu diye düşündüğünüz zaman, korkunç şeyler olduğunu görüyorsunuz. Hep korkunç şeyler oldu bu ülkede. Ne yazık ki bizden sonraki kuşak bunları ya hiç bilmedi ya da hızla unuttu. Bizim içimizden de yaşananları unutanlar oldu ya da unutmuş gibi yapmak gereğini duyanlar çıktı.
Hızlı değişimin nedeni de unutmak galiba…
Bu bir kısırdöngü. O kadar hızlı ve sürekli bir değişim var ki daha birini sindiremeden başka bir şey geliyor. Bu da karmaşaya neden oluyor. Özellikle 80’den bu yana birçok bakımdan farklı koşullara uymaya, konfeksiyonu üstümüze giymeye zorlanıyoruz. Adına anlı şanlı, küreselleşme denilen ve aslında ne olduğu yeni anlaşılmaya başlanan bir para ve işletim sisteminin -kültürel demeye dilim varmıyor- kültürsüzleştirme bombardımanı altındayız. ‘Yeni Yalan Zamanlar’ romanından beri neler olup bittiğini yansıtmaya çalışıyorum.
Etek boyları gibi, inançlar, ilkeler, idealler mevsimden mevsime değişiyor…
Hatta politik kavrayışlar. Hiçbir şey yerine oturmasa da toplumun değişim isteği gerekçesiyle pek fazla düşünüp seçmeden, şuursuzca ve hevesle bize iyi diye sunulan her şeyin peşinden gidiyoruz. Kendimizi beğenmiyoruz ama peşinden koştuklarımızın da pek matah olmadığını göremiyoruz. Bir şey uymuyorsa bir yana bırakıp unutuyoruz hızla, oysa her şey birbirinin üzerine gelerek yapılandırılıyor.
‘Safran Sarı’nın kahramanları da bu unutuştan payını alan bireyler. Edebiyatın buradaki işlevi biraz da zamanı durdurmak, olayları mercek altına almak, bir bakıma unutuşu engelleyip hafızaları harekete geçirmek olabilir mi?
Ben yazarken o güne, döneme ilişkin bir olgudan yola çıkıyorum. Örneğin ‘Safran Sarı’da, insanların gelecek perspektiflerinin belirsizleştiğini, yarına ilişkin hayallerinin yok olduğunu gördüm. Bu yarını kaybetmek demek bir yerde. Gelecek, üzerine hiçbir şey kurulamayan soyut ve uzak bir kaygı haline gelmiş durumda. Sadece ‘an’ yaşanıyor bu yüzden, ‘şimdi’ kutsanıyor. Bunu hepimiz görüyoruz. Burada birtakım yaralar olduğunu da görmek zorundayız. Tüm bunları yaşayanların farkında oldukları ya da olmadıkları yaralar bunlar. Yadsıma ve ‘gibi’lerle y
aşandığını görüyorum. Bu defa tek tek birey hikâyeleri çıkıyor önüme; tüm süreçleri yaşamış ve kendince bir seçim yapmış insan hikâyeleri… Romanın ana teması ‘geleceksizlik’. Bu birdenbire ortaya çıkan bir olgu değil tabii, öncesi var. Nasıl oluştu, gelecek perspektifi nasıl tıkandı? İster istemez geriye gidiyor o oluşum sürecini izliyorsunuz. Orada hem gelecekle bugün arasında korkunç bir farklılaşma oluştuğunu, hem de adım adım nasıl bu noktaya gelindiğini görüyorsunuz. Benim öne çıkardığım zaman geniş zamandır; hayaller, dolayısıyla gelecek vardır hep ama bu kitapta hayal yok denecek kadar az. Gelecekle ilgili olarak kabullenişler, razı oluşlar var.
Bize bu hayallerin yitiriliş, boyun eğiş, kabulleniş sürecini çarpıcı bir şekilde anlatan genç karakteriniz Eylem eğer 1970’lerde yaşasaydı, bambaşka bir öyküsü olacaktı değil mi?
Önemli bir şey söylediniz. 70’lerde ben; 2000’li yılların dünyasının aydınlık, fevkalede güzel bir dünya olacağını hayal ediyordum. İnsani açmazların, adaletsizliklerin yok olduğu, çalışma koşullarının düzeldiği, mutlu, çok daha insana uygun bir dünya görüyordum. Tam tersi oldu. Genç insanların çalışma koşulları kölelik boyutunu aşıyor. Üstelik çalışma güvencesi de kusurlu ya da eksik.
Bu arada isyan etmeyi de artık bilmiyorlar, akıllarına gelmiyor galiba?
İsyan nedir bilmiyorsunuz ya da bilseniz bile isyan edemiyorsunuz. Çünkü kapının önünde sizi işsizlik bekliyor. İşi bıraksanız en az altı ay iş bulamama riskini göze almanız gerekiyor.
Her şey büyük bir komplo teorisi gibi değil mi? Önce tüketime alıştırıp sonra parasız yaşamayı imkânsız hale getirdiler. Hatırlarsınız 70’lerde de çok zor hayat şartları vardı ama insanlar aylarca grev yapabilirlerdi…
İhtiyaçlarımız daha az, hayat daha yalındı. 80’lerden itibaren insanlara ‘yeni’ hayatlar yükselen değerler sunuldu . Gerçekte olmayan ihtiyaçlar, kimlikler yaratıldı. İnsan dayatılan bütün bu modelleri, rolleri, maskları benimseyebilir ama sonunda mutlu olunacaksa. Sonuç olarak beni asıl ilgilendiren yaratılan yoğun mutsuzluk. Yeni evli, bebekli, eğitimli genç erkekler arasında intiharlar artıyorsa ne oluyor diye düşünmek zorundayız.
Ama galiba 90’lardan bu yana hedef insanın mutluluğu değil, sorun burada. Oysa bundan 30 yıl önce hedef tahtasında bireyin, insanın mutluluğu vardı…
1980’lerde hâlâ kirlenmemiş amaçları olan, daha güzel bir dünya düşleyen insanlar vardı. Umut vardı. O dönem yazılan romanlarda, hikâyelerde de umut vardı. Yenilgi ihtimali yokmuş gibi bakılıyordu dünyaya.
Şimdi de kazanma ihtimali yok inancı yayılıyor değil mi?
Beni asıl ilgilendiren de o süreç. ‘Yeni Yalan Zamanlar’la başlayan ve ‘Mor’la devam eden, ‘Safran Sarı’ya varan süreç. Bugünden geriye baktığımızda o tatlı umudun nasıl bir umutsuzluğa, karamsarlığa, çıkışsızlığa vardığını görüyoruz. Ben bunun nasıl olduğu üzerinde duruyor yazarken kendim de anlamaya çalışıyorum.
Artık yoksul ve mutlu ailenin filmi çekilemez, romanı yazılamaz diyebilir miyiz?
Sanırım. Çünkü bir babanın bile bile küçük kızını sattığını yazmak istemem. Bir değerler sisteminin altüst olması toplumu da çözdü, toplumun tüm ölçülerini yok etti. Yerine tek bir değer geldi. Para. Tuhaftır ki insanlar artık kınamıyorlar olup biteni. Çok acı bir şey ama kendileri de gizlice öyle olmak istiyorlar.
‘Safran Sarı’ da bu yılgınlığı, bu yoldan çıkışı anlatıyorsunuz, acaba kitabın yazarı da yılgın mı yoksa sadece yılgınlığın hikâyesini mi yazdı?
Ben hiçbir zaman ne umutsuz ne de yılgın oldum, sadece acı duydum. Görünen tablodan rahatsızlık duydum ve yazmaya karar vermemin nedeni bu oldu. Bundan bir fayda ummuyorum, insanlar bunları görüp kendilerine çeki-düzen versinler de demiyorum. Hep söylerim, romanın hayatı değiştirme gücü vardır ama bu sınırlıdır. Görsünler ve bilsinler yeter.
Kitabınızdaki kahramanların hayatlarına bakarsak, gelecekten sorumlu olan neslin çıkışsızlık içinde olması ürkütücü değil mi?
Ben bir kesimi anlatıyorum. Paranın, zenginliğin dünyasını. Ne yolla olursa olsun para kazanmak ve en güzel arabaya, eve, kadınlara sahip olmak kurulabilecek tek hayal haline gelmişse burada büyük hayal kırıklıkları, doyumsuzluklar ve başarısızlık hissi olması da çok doğal. İnsan bu değil çünkü. Bu kadar boyutsuz, sığ ve sıradan bir varlık değil.
Mine Söğüt, 1990’larda Güneş, Tempo dergisi ve Yeni Yüzyıl gazetesinde muhabir olarak çalıştı. Söğüt’ün ‘Adalet Cimcoz: Bir Yaşamöyküsü Denemesi’ isimli biyografi ve ‘Beş Sevim Apartmanı’ ve ‘Kırmızı Zaman’ adlı iki romanı var.