Uzun süredir ülke gündemini ordu-AKP ve bunların uzantıları arasındaki gerilimler işgal ediyordu. Son haftalarda yaşanan gelişmeler, egemenlerin bir uzlaşma zemini oluşturdukları izlenimi veriyor. Abdullah Gül’ün ve Yaşar Büyükanıt’ın ABD ziyaretleri sonrasındaki oluşan ortamda, Kürt liderlerle “görüşmem-görüşürüm” polemiğiyle tırmanan gerilim, ABD’nin, TÜSİAD’ın ve büyük medyanın devreye girmesiyle zayıfladı. Hükümet ve ordu, Kürtlere karşı yürütülecek taktiklerde birbiriyle […]
Uzun süredir ülke gündemini ordu-AKP ve bunların uzantıları arasındaki gerilimler işgal ediyordu. Son haftalarda yaşanan gelişmeler, egemenlerin bir uzlaşma zemini oluşturdukları izlenimi veriyor. Abdullah Gül’ün ve Yaşar Büyükanıt’ın ABD ziyaretleri sonrasındaki oluşan ortamda, Kürt liderlerle “görüşmem-görüşürüm” polemiğiyle tırmanan gerilim, ABD’nin, TÜSİAD’ın ve büyük medyanın devreye girmesiyle zayıfladı. Hükümet ve ordu, Kürtlere karşı yürütülecek taktiklerde birbiriyle örtüşen siyasetler üzerinde anlaşmaya varmış görünüyorlar.
ABD, ordunun Kuzey Irak üzerinden Ankara’ya müdahale etme isteğini çok net bir biçimde reddetti. Bununla birlikte PKK liderlerinden bazılarının seçimler öncesi Türkiye’ye verilebileceğini ve bunun da çok büyük bir etkisinin olacağını bildiğini söyledi. Benzer bir tercihi ise TÜSİAD’ın başkanı Arzuhan Doğan Yalçındağ ilk önce kürsüde yanında duran Deniz Baykal’a sonra da kamuoyuna açıklıyordu; T. Erdoğan isterse cumhurbaşkanı olabilirdi. Medyamız ise ikinci andıç vakasına öyle bir sarıldı ki ordu, medyanın en önemli düşmanı oluverdi.
Tüm bunlar yaşanırken AKP de Kürtlere ilişkin manevralarında orduya boşluk bırakmamakta kararlı olduğu gösteriyor. DTP’nin büroları basılıyor, yöneticileri tutuklanıyor. Newroz kutlamaları öncesi ortam sürekli gerginleştirildi. Bu gelişmeler yaşanırken yayınlanan MGK Genel Sekreterliğinin “Irak Operasyonu raporu” Kürt sorunu üzerinden AKP ile sürdürülmeye çalışılan gerginliğin yerine bir uzlaşmanın geçmekte olduğunun bir başka kanıtı. Raporda, Irak’ta ABD’nin çizdiği çerçevenin dışına çıkmadan hareket edilmesinin önemi yeterince açık bir biçimde kabul ediliyor. Ancak tüm bunlar “şimdilik” geçerli.
Tüm bu gelişmelere rağmen ülke siyasetinin dinginleşeceğini söylemek çok olası değil. Özellikle AKP karşıtı cephenin önünde duran CHP ile milliyetçi “sivil” örgütlenmeler etkinliklerinde hız kesmiyorlar. Sadece söylemlerinde kullandıkları ana vurgular kısmen değişmiş durumda. Deniz Baykal son döneme kadar laik-islamcı gerdirmesini tercih ederken artık anlaşıldığı kadarıyla şimdi tercihini AKP’nin ve Erdoğan’ın yolsuzluk dosyalarına çeviriyor. “Sivil” askerlerimiz ise emekli generallerin-albayların önderliğinde kitle eylemleri organize etmeye çalışıyor. 14 Nisan’da Ankara’da yapılması planlanan “sivil-asker” gösteri, en önemli deneyimleri olacak.
Hrant Dink cinayeti sonrası gösterilen kitlesel tepkinin kont-gerillanın tercihlerini de etkilediğini söylemek yanlış olmaz. Siyasal yapılanmalar içinde yer almanın ve kitle eylemlerine verilen önem artmış gözüküyor.
MHP içinde bulunan ve kont-gerilla ile ilişkileri tescillenmiş bir dizi faşistin son dönemdeki hareketliliği de ayrıca dikkate değer. ANAP iktidarında Türki cumhuriyetlerinden sorumlu Devlet Bakanlığı yapan daha sonra Özal’ın cumhurbaşkanlığında danışmanlık yapan Namık Kemal Zeybek’in BBP’ye geçmesiyle başlayan süreç Mehmet Gül ile devam ediyor. Okurlarımız BBP’nin son dönemlerdeki icraatlarını zaten hatırlıyordur.
***
Kürt hareketinde Newroz merkezli başlayan tartışmalar ve tutum alış ise bu dönem siyasal/pratik tercihlerin ne denli kırılgan olabileceğine iyi bir kanıt oluşturuyor. Savaş ve ABD karşıtı gösterilerin 17-18 Mart (hafta sonu) olacağı önceden öngörülüyor olmasına rağmen DTP, Newroz kutlamalarını (25 Mart Pazar günü değil) 18 Mart’ta yapacağını açıklamıştı. Açık ki böylesi bir tercih zaten uzun zamandır Kürt hareketini özellikle ABD emperyalizmine karşı tavrı (daha doğrusu tavırsızlığı hatta örtük onayı) nedeniyle eleştiren sol gruplarda ciddi kaygıların oluşmasına yol açtı. Kayıtsız şartsız bir destek beklentisi içinde bulunan Kürt hareketinin, uzunca bir zamandır “batı”da oluşan (solun da içinde bulunduğu) atmosferi dikkate almaması kayıtsızlıkla ya da zorunlulukla açıklanabilir mi?
Yalnızca iflah olmaz “kuyrukçular” bu kaygının “yersiz” olduğunu söyleyebilirlerdi. Öyle de oldu. Türkiye gerçeğine ve Kürt ulusal hareketinin bugünkü taktik konumunun yarattığı açmaza gözlerini kapatan kimi “sol” gruplar, “Kürt ulusal hareketiyle dayanışma” adına, onun geriye dönük eğilimlerine sonsuz kredi açmayı ve savaş karşıtı gösterilere katılmamayı tercih edebildiler. Buna karş17 Mart’ta Taksim’de organize edilen anti-emperyalist gösterinin “Newroza karşı yapıldığı” gibi tuhaf bir iddiada bulunabildiler. Neyse ki Türkiye solunun ağırlıklı bölümü Kürt ulusal hareketi ile Türkiye’deki anti-emperyalist mücadelenin somut doğrultuları arısındaki güncel çelişkinin çözümünde ilkeli olmayı önemsiyordu. Newroz kutlamalarına katılmakla ABD emperyalizminin Irak’taki işgaline karşı öfkeyi sokağa dökmenin arasına tuhaf zihinsel setler çekilemeyeceğini gösterilebildi.
***
Son dönemde siyasetin devletler, ordular, istihbarat örgütleri gibi “çok büyük aktörlerin”, savaşlar, sabotajlar, suikastler, darbe tehditleri gibi “güçlü” araçlarla ve Cumhurbaşkanlığı seçimi, rejim sorunu gibi halkın nufuz edemediği konularda yoğunlaşması nedeniyle “solun devre dışı olduğu” bir sürece dönüştüğü duygusu çok güçlüydü. Ancak, gerçek hayatta, egemen sınıfların bu “ağır gündemleri”nin “halkın gerçeğiyle” yüz yüze getirildiğinde etkisizleştirilebileceği görülüyor. 11 Mart’ta Ankara’da gerçekleştirilen Sağlık Hakkı mitingi ve 17 Mart’ta Dolmabahçe’de yapılan ABD ve Savaş karşıtı gösteriler, sol muhalefetin yoksul halkın dinamizmiyle kaynaşarak Türkiye toplumuna bambaşka bir gündemi önerebilme gücünde olduğunu bir kez daha gösterdi. Cumhurbaşkanlığı ve Genel Seçimler yükselirken solun devreye girebilmesi için halkın gündemini öne çıkaran bir kitle eylemi çizgisini savunmanın “kumda oynamak” olmadığı görülmelidir. Zaman, asıl “kumda oynayanlar”ın, egemen sınıfların empoze ettiği gündemlerle zaman tüketen “kuyrukçular” olduğunu gösterecektir.
Belli ki egemen sınıfların bütün kesimlerinin neo-liberal yıkım politikalarında uzlaşmış olması, toplumun yoksul kesimlerinde çok genel bir “sahipsizlik” duygusu yaratmaktadır. Bu sahipsizlik duygusunu halkın kendi öz eylemi ve inisiyatifiyle aşmayı önemseyen bir siyasi çizgi kitleler içinde somut mevziler yaratabilmekte, bu mevzilere halkın bizzat kendisi politik bir anlam yükleyebilmektedir. Dikmen vadisi halkının bir yıldır sürdürdüğü mücadelenin iki ay gibi çok kısa bir süre içerisinde Mamak’ta yarattığı yankı; Dev Sağlık-İş’in iki yıldır yarattığı mücadele birikiminin sağlık emekçileri içerisinde özendirdiği kıpırdanmalar; Karadeniz halkevlerinin “kanser sorunu” etrafında geliştirdiği hareketin dalga dalga yayılabilmesi; Mersin Serbest Bölgesi işçilerinin patlak veren hareketinin güvencesiz işçi yığınlarının zihninde ateşleyebileceği yeni hak mücadelesi düzlemleri Türkiye solunun üzerinde hareket edebileceği ne denli geniş bir “Halkçı politikleşme” düzleminin bulunduğunu gösteriyor.
Yoksul halkın bütün kesimleri içinde devrimci politikaları örgütlemek, öncelikle “halkın hakları”nın her bir unsurunu somut bir kitlesel mücadele konusu haline getirmekten geçiyor.