Fransa’da 22 Nisan 2007 tarihinde yapılacak olan cumhurbaşkanlığı seçimi, ülkenin iç ve uluslararası politikası bakımından oldukça önemlidir. Ortaya çıkacak sonuç, hem Fransa’nın hem de AB’nin uluslararası konumlanışını da nispeten etkileyecektir. Fransa’da cumhurbaşkanlığı daha çok dış politikadan, başbakanlık ise daha çok iç politikadan sorumludur. İki kurum arasındaki ilişkilerin uyumu politik istikrar bakımından oldukça önemsenmektedir. Cumhurbaşkanı yetkilerinin […]
Fransa’da 22 Nisan 2007 tarihinde yapılacak olan cumhurbaşkanlığı seçimi, ülkenin iç ve uluslararası politikası bakımından oldukça önemlidir. Ortaya çıkacak sonuç, hem Fransa’nın hem de AB’nin uluslararası konumlanışını da nispeten etkileyecektir.
Fransa’da cumhurbaşkanlığı daha çok dış politikadan, başbakanlık ise daha çok iç politikadan sorumludur. İki kurum arasındaki ilişkilerin uyumu politik istikrar bakımından oldukça önemsenmektedir.
Cumhurbaşkanı yetkilerinin politik ilişkiler üzerinde doğrudan etkide bulunması nedeniyle, uluslararası kamuoyu tarafından yakından takip edilen ve sonucu merakla beklenen bir seçimdir.
Tartışmalar iç ve dış politika olmak üzere iki ana başlık üzerinde yapılmaktadır. Söz konusu adayların görüşlerini bu iki alt başlık altında özet olarak değerlendirmekte yarar var.
1- Seçimlerin iç politikaya etkisi
Seçim yarışının daha çok Halk Hareketi Birliği’nin (UMP) adayı N. Sarkozy ile Sosyalist Parti adayı S. Royal arasında geçeceği düşünülmekle birlikte, Demokrasi İçin Birlik Partisi’nin (UDF) lideri M. Bayrou da mevcut politik dengeleri ciddi oranda etkileyebilir.
Dikkatleri üzerine çeken Sarkozy, devletin bugünkü yapısının, küresel kapitalist sisteme uygun olmadığını belirtmekte ve değişimin kaçınılmaz olduğunu savunmaktadır. Birkaç noktayı ön plana çıkarmaktadır. Birincisi ABD, Rusya, Türkiye’de olduğu gibi ‘Ulusal Güvenlik Konseyi’nin kurulmasını, yani devletin daha üst düzeyde merkezileştirilmesini; ikincisi, ordunun askeri savaş kapasitesinin arttırılmasını; üçüncüsü, polisin yetki alanını genişlererek bir bakıma ‘polis devleti’ne doğru bir geçişi; dördüncüsü, devlet için stratejik olan sektörlerde ‘grevlerin’ yasaklanmasını savunmaktadır. Beşincisi, ‘laiklik’ kavramını yeniden tanımlayarak, dinsel yapıların etkinliklerinin artırılmasına özel bir önem vermektedir. Bu aslında ‘medeniyetler çatışması’ tezinin Fransa’nın özgünlüğünde yeniden tanımlanmasına yol açacaktır.
En son olarak da ‘Göçmen ve Milli Kimlik Bakanlığı’nı kuracağını belirten Sarkozy’nin faşist eğlimleri giderek belirginleştirmektedir. Le Pen’in “Sarkozy yine fikirlerimizi kes-yapıştır yapıyor” değerlendirmesi aslında Sarkozy ile Le Pen arasındaki ideolojik bağı ortaya koymaktadır. Komünist Partisi’nin adayı Marie-George Buffet, “Irkçılara hizmet eden Vichy hükümetini anımsatıyor” değerlendirmesi ile tepkisini ortaya koydu. Sarkozy’nin, faşist hareketin güçlenmesinin ideolojik ve politik yapısın oluşturan bu değerlendirmeleri, aynı zamanda, ‘devlette reform’ dediği politikanın mantığını da ortaya koymaktadır.
Royal ve Baryou, Sarkozy’nin açıklamasını çizmeyi aşmak olarak değerlendirirlerken, Fransa’nın askeri gücünün artırılarak uluslararası alanda daha etkin bir konuma gelmesi konusunda ise Sarkozy ile aynı paralelde düşünmektedirler.
Göçmenler hala iç politikanın önemli figürlerinden biridir. Sakrozy, 2005 yılında yaptığı bir açıklamada, ‘göçmenlerin en az yüzde 70’nin ülkesine gönderileceğini’ belirtmişti. Seçim propagandasında ise “Fransa’nın kaliteli ve nitelikli işgücüne dayanan göçmenlere ihtiyacı olduğunu” sık sık vurgulamaktadır. Sakrozy ile faşist ‘Ulusal Cephe’nin savunduğu ‘göçmenlik politikası’ hemen hemen birbirinin aynısıdır. Dahası Sarkozy, öğretmeni Le Pen’in politikalarını çalıp, yeni argümünlar ekleyip piyasaya sürmektedir.
Seçimin diğer favorileri olarak görülen Royal ve Bayrou’nun politikalarında tutarsızlıklar ve çelişkiler çok daha belirgindir. Göçmenlere yönelik uygulamaya koyduğu politikalar üzerinden oy toplamaya çalışan Sarkozy, Royal’a göre daha avantajlı bir konumdadır.
Sarkozy, UMP hükümetinin uygulamaya koymak istediği ancak toplumun farklı kesimlerinin tepkisine yol açtığı için geri çekilen Sosyal Güvenlik, Kamu Kuruluşları ve Hizmetleri , Hastaneler ve Milli Eğitim Yasası, Sosyal Konutlar ve Emeklilik, Sosyal Haklara İş Yasası, Toplu Sözleşmeler, CPE gibi yasaları yeniden çıkartacağını savunmaktadır. Royal’ın ise söz konusu yasalara karşı olduğunu sürekli vurgulaması ve sendikaların desteğini almaya başlaması, Sarkozy için önemli bir dezavantaj oluşturuyor.
Fransa’nın geleneksel De Gaulle çizgisinde bir ayrışmanın da fiilen gündeme gelmiş olması, mevcut sistem partilerinde politik bir kaosa yol açmış durumda. İlginç olan UMP’nin kurucusu De Gaulle’cü politik geleneğinin değişmesi gerektiğini söyleyen kişi, UMP’nin başkanı Sarkozy’dir. Yıllardır UMP’ye karşı alternatif politikaları ile tanınan Sosyalist Parti’nin adayı ise 2. Dünya Savaşı’ndan sonra uluslararası gelişmelere göre belirlenen ve De Gaulle’cü çizgi olarak bilinen gelenesel politikanın devamından yana tutum almış durumda. Royal özellikle Fransa’nın iç politik dengelerinin hassasiyetine vurgu yaparken, aynı zamanda küreselleşme sürecinde daha dengeli bir politika izlenmesi gerektiğini belirtiyor.
Chirac ve Başbakan Villepen’in Sarkozy’nin savunduğu politikaların bir kısmına karşı oldukları bilinmektedir. Chirac’ın Cumhurbaşkanı olarak yapmış olduğu son konuşmasında kendi partisinin adayı Sarkozy ile diğer adaylara aynı mesafede yaklaşmış olması, politik çelişkilerin bir başka yansıması olarak karşımıza çıkmaktadır.
De Gaulle çizgisiyle bütünleşmeye çalışan Royal da, geleneksel ‘Fransız sol’u ile arasına çok açık bir çizgi çekmiş durumdadır. Komünist Partisi, Lutte Ouvirer, Yeşiller, LCR vb. çevrelerle seçim ittifakına girmeyeceğini belirtirken, tersten geleneksel sağdan oy almayı hedefliyor.
Hem UMP’den hem de SP’den bir kısım klikler, Sakozy’nin Fransa’nın geleneksel politikalarında yapmayı düşündüğü değişikliklerin, iç politikada ciddi sorunlara yol açacağı, ‘radikalizmi’ güçlendireceği endişesiyle, Royal’ın da devlet yönetme kapasitesinde sorunlar olabileceği gerekçesiyle dolaylı olarak Baryou’yu desteklemektedirler. UDF ise politik çizgi olarak UMP ile FN arasında duruyor. Baryou’nun bugünkü konjonktür nedeniyle, bir anda ön palana çıkarak 3. sıraya yerleşmesi, iç politik dengelerde ‘yeni’ bir durum oluşturuyor.
2- Fransa’nın dış politikasını etkileyecek bir süreç
AB’nin oluşturmaya çalıştığı uluslararası politikalarda Fransa’nın geleneksel dış politika stratejisinin belirleyici bir rolü olduğu bilinmektedir. Bunun iki önemli nedeni var: Birincisi, Fransa AB üyeleri arasında, ekonomik, politik ve askeri olarak en önemli güçlerden biridir. İkincisi, NATO içerisinde ABD’den sonra İngiltere ile birlikte ulusulararası askeri müdahalelerde bulunan bir ülkedir.
Ekonomik ve politik olarak merkezileşmeye çalışan AB projesinin uluslararası bir güce dönüştürülmesinde, Fransa’nın büyük bir etkisi ve çabası olduğu Birlik içerisinde kabul gören bir görüş. Fransa-Almanya-Belçika ittifakı ekseninde geliştirilen ve altyapısı tamamlanan 60.000 kişilik AB ordusu, NATO’dan ‘bağımsız’ olarak uluslararası arenada müdahale gücü olarak kullanılmaya başlandı. Oluşturulan ordunun askeri teçhizatının ezici bir çoğunluğu Fransa ve Almanya tarafından karşılanmaktadır. Ordunun askeri komuta kademesinde, Fransa’nın belirgin bir ağırlığı var.
AB sınırlarının Ukrayna üzerinde Asya’ya ve Türkiye üzerinden Ortadoğu’ya doğru genişlemesi bölgesel enerji kaynakları bakımından oldukça önemlidir. Sadece bu iki bölgede değil, aynı zamanda Afrika’da ve Latin Amerikada etkin bir güç olmaya çalışan AB; Fransa’nın sömürgeci politikalarını örnek alıyor.
Fransa Cumhurbaşkanl
ığı seçiminin, söz konusu politik faktörlerden dolayı AB’nin uluslararası stratejisinde yaratabileceği etkiler önemsenmektedir. Hükümet partisinin adayı Sarkozy, askerileştirilmiş, siyasal gericiliği artmış, dünya küresel kapitalist sisteminin uluslararası politik sürecine daha aktif müdahale eden bir Avrupa Birliği’ni savunmaktadır. Bu nedenle Fransa halkı tarafından reddedilen ‘AB Anayasası’nın Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden sonra yeniden onaylanmasını göndemine aldığını çok açık olarak belirtti. Sarkozy, AB’nin dış ve savunma politikasının merkezileştirilmesi gerektiğini sürekli vurgulamaktadır.
Seçimlerin diğer favorisi görülen SP adayı Segolen Royal ise Mitterand ve Chirac tarafından uygulanan geleneksel AB politikasını ‘sosyal Avrupa’ adı altında küçük değişiklikler yaparak savunmaktadır. Royal SP’nin ve De Gaulle geleneğinin AB politikalarına sahip çıkmaktadır. Kapitalist küreselleşme polikalarını esasen savunan Royal, gelişen toplumsal hareketleri dikkat alarak frene basarak ilerlemeyi tercih etmektedir. AB içerisinde Fransa’nın önemli politik bir güç olmaya devam edeceğini savunan Royal, AB Anayasası, AB Cumhurbaşkanlığı vb. konularda ile aynı politik çizgiyi savunmaktadır.
Fransa’nın dış politikasının en önemli yanlarından biri ABD ile olan ilişkilerin boyutudur. Fransa’nın ABD ile olan ilişkileri diğer Avrupa ülkelerinden farklı bir düzeyde gelişti. Avrupalı politik ve askeri bir güç olarak Fransa, ABD’nin Avrupa’daki etkinliğine karşı, nispeten ‘bağımsız’ politik bir kuvvet olmayı başardı. NATO’nun önemli bir askeri gücü olarak sürekli bir ‘denge’ politikası izledi.
2. Dünya Savaşı’ndan sonra dünyanın birçok bölgesinde askeri işgaller gerçekleştiren dış politikanın ana eksenini ‘Francophone’ oluşturdu. Küreselleşme sürecinin aktörlerinden biri haline gelen Fransa’nın ‘Francophone’ politikası bugünkü sürece yeterince yanıt vermiyor. Adayların üzerinde durdukları dış politikanın önemli halkalarından biri budur. Sarkozy’nin savunduğu Fransa’nın geleneksel ‘Francophone’ politikasından ‘Traslatlantik ötesi’ dış politikaya geçiştir. ‘Amerikalıları Ruslardan daha çok sevdiğini’ vurgulayan Sarkozy, Fransa’nın ABD’nin dış politikasına yakın bir çizgi izlemesi gerektiğini belirtiyor. ABD’ye karşı ‘alternatif’ bir politik güç olmaya çalışan Fransa’nın bu politikasını terk etmesi, ABD’nin liderliğinde ikincil ‘yeni’ bir politik güç olmayı kabul etmesi anlamına gelecektir. Böylece, yeniden oluşturulmaya çalışılan uluslararası dengelerde, ‘Traslatlantik ötesi’ politika ekseninde ABD’nin dünya kapitalist sistemin liderliği fiilen kabul edilecek. Dış politikada önemli bir değişikliği gündeme getiren bu yönelim, Fransa’nın dünyadaki bütün ilişkilerini etkileyecektir. Kamuoyunda Sarkozy’nin Amerikancı olduğuna ilişkin yapılan eleştiriler, aynı zamanda Fransa’nın dış politikasında oluşabilecek değişikliklere dikkat çekmeye yöneliktir. Sarkozy’nin savunduğu ‘yeni’ tip politikaların, Fransa’nın uluslararası alanda daha etkin kılacağı konusunda ciddi kuşkular bulunmaktadır. Geleneksel De Gaulle’cü dış politika’nın en önemli yanı, ABD’nin dünya kapitalist liderliğini kabul etmemesidir. Bu geleneksel çizgi hala önemli oranda etkindir. Bugünkü geleneksel politikanın Royal ve Baryou tarafından sahiplenilmesi, Sarkozy’nin zayıf yanını oluşturmaktadır. Royal ve Baryou ise, Fransa’nın AB içerisinde politik liderliğini sürdürmesini ve ABD ile politik dengeleri, ‘geleneksel çizgi’ çerçevesinde düzenlenebileceğini belirtmektedirler.
Sarkozy bu politikayı dengelemek ve ABD’ci bir çizgi savunmadığını göstermek için de, Türkiye’nin AB sürecine karşı çıktığını iç politikada gündemleştirmeye çalışmaktadır. Ancak Sarkozy’nin bu söylemleri pek inandırdıcı gelmiyor. ‘Türkiye’nin AB üyeliğine karşı olduğunu’ açıklamasının sadece oy toplamaya yönelik olduğu biliniyor. Sakrozy’nin Türkiye politikası, bu kez Le Pen ve Baryou ile örtüşmesi, çelişkinin bir başka yönünü oluşturmaktadır. Royal ise, Türkiye’ye yönelik net ifadeler kullanmaktan kaçınarak, ‘devlette süreklilik esastır’ değerlendirmesiyle bugünkü mevcut politikayı dolaylı olarak onaylamaktadır.
Mevcut sistem partilerinin politik stratejik yönelimleri esasen aynı olmakla birlikte, Fransa’nın uluslararası alandaki mevcut konumlanışına ilişkin bir kısım ‘farklı’ görüşleri bulunmaktadır. Sistem partilerinin birbirinden farklı gibi gösterilen ama esasen aynı olan politik projelerinin özü; Fransa’yı orta ve uzun vadede hem AB içerisinde hem de ululararası güç ilişkilerinde stratejik bir ülke konumuna getirmektir.