Dünya Ticaret Örgütü’nün (DTÖ) “kalkınma” olarak adlandırılan Doha anlaşmalar turu müzakerelerinin, son genel direktör Sayın Pascal Lamy tarafından Cenevre’de ilan edilen sine die[1] askıya alınması iyi haber mi, kötü haber mi? Fakir ülkelerin, üretimlerinin zengin ülke pazarlarına girişlerini kolaylaştıran bir anlaşmanın sonuçlandırılamamasından güya etkilenen kaderleri için timsah gözyaşları döken hakim medyaya bakılırsa çok kötü bir […]
Dünya Ticaret Örgütü’nün (DTÖ) “kalkınma” olarak adlandırılan Doha anlaşmalar turu müzakerelerinin, son genel direktör Sayın Pascal Lamy tarafından Cenevre’de ilan edilen sine die[1] askıya alınması iyi haber mi, kötü haber mi? Fakir ülkelerin, üretimlerinin zengin ülke pazarlarına girişlerini kolaylaştıran bir anlaşmanın sonuçlandırılamamasından güya etkilenen kaderleri için timsah gözyaşları döken hakim medyaya bakılırsa çok kötü bir haber.
Bu söylemin ikiyüzlülüğünü anlamak için öncelikle varsayımlarını parçalara ayırmak gerekiyor.
Birinci varsayım, ki diğerlerini kurandır, pazarların tamamıyla açılmasının, sınırsız serbest değişimin, zengin ve fakir ülke ve toplulukların tamamının yararına olacağıdır. Bize, endüstrileşmemiş fakat endüstrileşmek isteyen ülkelerin, endüstri ürünleri ve verimlilikleri yerel şirketlerle ölçülemeyecek düzeyde olan Kuzeyli ulus üstü (transnational) şirketler tarafından sağlanan hizmetler için gümrük tarifelerini aşağı çekmelerinden bütünüyle kazançlı çıkacakları söylenmektedir.
Sadece sağduyu değil, deneyim de bu iddiayı çürütüyor. Konuya dair başarı hikayeleri[2] olarak adı en sık anılan ülkeler (Güney Kore, Tayvan) tamamıyla karşıtını yaptılar: doğmakta olan endüstrilerinin yumurtada boğulmasına izin vermemek için, endüstrileşmelerini iç pazarlarının korunması üzerine kurdular.
İkincisi, dünya çapında bir tarım ürünleri pazarının olduğudur. Yanlış; tarım ürünlerinin %90’ından fazlası üretildikleri yerlerde tüketilmektedir. Yalnızca %10’u, önemli bir kısmı serbest değişimci prensiplerin tamamıyla ihlal edildiği şartlarda, ihraç edilmektedir. Avrupa Birliği’nin (AB) Ortak Tarım Politikası (OTP) yoluyla yaptığı gibi, Amerika Birleşik Devletleri (ABD) de Güney’in küçük üreticilerinin (özellikle Batı Afrika pamuk üreticilerinin) yıkımına yol açan, bu alandaki, kitlesel ihracatlarını destekliyorlar (subventionner).
Üçüncüsü, Güneyin tarım ürünlerinin gelişmiş pazarlara girişine ilişkin kasıtlı olarak sürdürülen karışıklıktır. Bu giriş bize bir kalkınma faktörü olarak sunulmaktadır; Doha anlaşmalar turunun adlandırılmasındaki ikiyüzlülük buradan gelmektedir. Neyin girişi söz konusudur? Köylülerin ailesel ya da yerel tüketime yönelik tarımsal ürünleri[nin] değil, ama büyük tarım endüstrisinin (agro-buisness) prodüktivist[3] üreticileri[nin girişi]. Bunların niteliği, milliyetleri Brezilyalı ya da Arjantinli olsa da, Amerikan ya da Avrupalı ulusötesi şirketlerin ellerinde olmaları dolayısıyla değişmiyor.
Dördüncüsü, özellikle ekonomi ve finans medyasının Güney hükümetlerine, serbest değişim karşıtlarını suçluluk duygusuna itmek için, değişmez referansıdır. Oysa Brezilya’nınki başta olmak üzere bu hükümetlerin birçoğu, DTÖ’de kendilerini ifade ettiklerinde, küçük köylülerinin çıkarlarının değil ama büyük tarım endüstrisinin sözcüleridir. Bu hükümetler haklı olarak 2013 için kazanılmış olan ihracat desteklemelerinin kaldırılmasını istiyorlar ama, dar anlamda liberal bir mantıkla, Via Campesia içerisinde bir araya gelmiş Kuzeyin olduğu gibi Güneyin köylü örgütlenmelerinin savunduğu gıda güvenliği ve egemenliği istemlerine, demek ki ithalat korumalarına, karşı çıkıyorlar.
Bir kere bu hatırlatmaları yaptıktan sonra, Cenevre başarısızlığını analiz edebilir ve bundan birkaç ders çıkarabiliriz. Doha anlaşmalar turunun bir “başarısı”, bir taraftan AB ve Birleşik Devletler ve, diğer taraftan, öne çıkan (émergent) büyük ülkeler arasında genel bir uzlaşma varsaymaktaydı: birinciler tarımsal ihracata desteklerini yürürlükten kaldırıyordu, ve ikinciler Hizmet Ticareti Genel Anlaşması (GATS) yoluyla endüstriyel ürünlere ve böylelikle hizmet üreticilerine (sigortalar, bankalar özellikle) yönelik gümrük duvarlarını indiriyordu. Bütün durumlarda ilgili sektördeki büyük ulus-aşırı firmaların istemlerini tatmin etmek söz konusudur, hiçbir şekilde liberal propagandanın dediği gibi tüketicileri savunmak değil.
Tarım üzerine bir anlaşma yapılamayacağının anlaşıldığı andan itibaren “iş”in[4] tamamı alt üst oluyordu. Bu Washington’un uzlaşmaz tavrı sebebiyle gerçekleşen şeydir: Kasım ayındaki Kongre seçimlerine birkaç ay kala, -sonrasının gösterdiği gibi, Cumhuriyetçiler sebepsiz olmayan bir şekilde, iki odanın[5] da kontrolünü kaybetmekten korkuyorlardı- Bush hükümeti çiftçilerin[6] oylarından rahat rahat vazgeçemezdi. Ticaretten sorumlu Avrupa komiseri Sayın Peter Mandelson ulus-aşırı Avrupalıların “öne çıkan” ülkelere girişini desteklemek için gümrük tarifelerini indirmekten çok daha ileriye, kendi müzakerelerdeki vekaletinin bile ötesine, gitmeye hazırdı. Artan sayıda işletmenin kaybolması ve sektörün daha fazla yoğunlaşması kaçınılmaz sonucuyla. Sonuçta politik açıdan çoğu üye ülkede (ama Fransa’da değil), bu sektör büyük endüstri ve hizmet lobilerinden çok daha az “tartıyor”.
DTÖ müzakerelerinin başarısızlığı Fransız hükümeti, köylü hareketleri ve küreselleşme hareketleri tarafından iyi karşılandı, fakat hiç de aynı sebeplerden dolayı değil. Tarım bakanı Sayın Dominique Bussereau, Ulusal Tarım İşletmeleri Federasyonu’ndaki (FNSEA) dostlarının yanında statu quo’nun[7] sürdürülmesinden yararlanabilir. İkinciler burada serbest değişim mantığının genelleşmesine frenleyici bir darbe görüyorlar.
***
Haklı olarak devletlerin ve en güçlü devletlerin hepsinin ikili anlaşmalar yoluyla en zayıf devletlerden DTÖ’deki çok taraflı kararlarla kendilerine verilmeyeni, ve hatta daha fazlasını, elde edebilecekleri ileri sürülecektir. Washington açıkça bu kartı oynuyor, AB bunu yapmaya hazırlanıyor. Büyük farklılık, bu son durumda, varolan aktörlerin kimlikleri iyi tanınıyor ve hedefli kitlesel hareketlere olanak veriyor. Örneğin Birleşik Devletler ve Ekvador arasında imzalanmış fakat daha onaylanmamış serbest değişim anlaşmasına karşı. Genel bir DTÖ anlaşmasının arkasındaki hasmı açıkça belirlemek daha zor.
Ticaretin yayılmasını bütün diğer düşüncelerin -ekolojik, toplumsal, insan haklarına dair- üzerinde tutan ve yaptığı yıkımı ortaya koyan serbest değişimci ideolojiye karşı mücadele, yavaş yavaş dünyadaki toplumsal hareketlerin bir önceliği haline geliyor; Latin Amerika net olarak dünyanın geri kalanına nazaran önde. Elbette, liberal ekonomistlerce diş ve tırnakla, bu mücadeleye karşı konuyor. Bununla birlikte bu mücadele onların kendilerine solcu, dahası aşırı solcu diyen meslektaşları tarafından çok tereddütle ele alınıyor: gözlerinde küçültücü olan, kendi “enternasyonalist” ve devlet karşıtı duruşlarıyla çelişki içinde olduğunu sandıkları, “korumacı” kararsızlıklar suçlamasından korkuyorlar.
Bu entelektüel ve politik karışıklık onları serbest değişimi kınamaya -başka nasıl yapabilirlerdi-, ama alternatifler sahasında ilerlememeye götürüyor. Sanki hepsi, amentüsü serbest değişim olan liberal küreselleşme tarafından pestili çıkarılan, uygarlığın kazanımlarını, dünyanın kamusal varlıklarını, köylü topluluklarını vs. korumak söz konusu değişmiş gibi.
Dipnotlar:
[1] sine die Latince tarih belirtmeden anlamına gelmektedir ve yeni bir tarih saptanmadan öngörülen bir ertelemeyi anlatmak için kullanılmaktadır (Çev.).
[2] Metnin aslında İngilizce success stories nitelemesi kullanılmaktadır (Çev.).
[3] Prodüktivizm önceliği verimliliğe veren ekonomik hayatın bir organizasyon sistemi olarak tanımlanm
aktadır. 20. yüzyılın başında ortaya çıkmıştır (Çev.).
[4] Metnin aslında ingilizce “deal” kelimesi kullanılmaktadır (Çev.).
[5] Burada kastedilen Senato ve Temsilciler Meclisi’dir (Çev.).
[6] Burada metnin aslında ingilizce “farmers” sözcüğü kullanılmaktadır (Çev.).
[7] Mevcut durum (Çev.).
[Manière de voir’ın Ocak-Şubat 2007 tarihli 91. sayısından İbrahim Soysüren tarafından Sendika.org için çevrilmiştir.]