Cuma namazını kılan bir faşistin Hrant Dink’i vurması ve ülkemizdeki geleneksel siyasal İslamcı hareketin önemli temsilcilerinden Şevket Kazan’m, “Hepimiz Ermeniyiz” sloganına karşı yükseltilen ırkçı koronun ilk sıralarındaki yerini almasını nasıl açıklayabiliriz? Kuşkusuz Dink’i uğurlayanların içinde her dinden inançlı insan da mevcuttu. Ama bu durum, Türkiye’deki sıradan dinsel gericiliğin, faşizmin kitle temellerini pekiştiren ve meşrulaştıran en […]
Cuma namazını kılan bir faşistin Hrant Dink’i vurması ve ülkemizdeki geleneksel siyasal İslamcı hareketin önemli temsilcilerinden Şevket Kazan’m, “Hepimiz Ermeniyiz” sloganına karşı yükseltilen ırkçı koronun ilk sıralarındaki yerini almasını nasıl açıklayabiliriz?
Kuşkusuz Dink’i uğurlayanların içinde her dinden inançlı insan da mevcuttu. Ama bu durum, Türkiye’deki sıradan dinsel gericiliğin, faşizmin kitle temellerini pekiştiren ve meşrulaştıran en önemli araçlardan birisi olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Müslüman dini inancının sağ ve ırkçı-faşist siyasetin ana sermayelerinden birisi haline getirilmesi, ülkemizde bugüne kadar ilerici sol gelişmelerin ve farklı dinsel-mezhepsel kökenlerden halkın bir arada yaşayabilmesinin önündeki en önemli engellerden birisi oldu.
Dinsel ideolojinin yaygınlık kazandığı ve Ortadoğu’da ABD işgaline karşı mücadelenin siyasal İslamcı güçlerin önderliğinde yürütüldüğü günümüzde bu durumu nasıl ele alabiliriz?
Sosyalizmin “kapitalizmin bir gerçek hayat alternatifi” olarak geri çekildiği ve her çeşit dinsel ideolojinin, ezilenlerin kimlik bilincinde eskisiyle kıyaslanamaz bir yer edindiği bugünse, sorun çok daha çarpıcı bir nitelik kazandı. Bir yandan sosyalist hareketin geleneksel tarihsel-politik öznesinin dağıldığı; öte yandan emperyalist sistemi daha da sürdürülemez hale getiren çelişkilerin özel bir biçimde biriktiği tarihsel bir andayız. Böyle bir anda “yoksulların kim oldukları” sorusuna verdikleri yanıtın, Ortadoğu coğrafyasında asla egemen ideolojiden bağımsız bir varlık kazanmamış olan dinsel düşünce kalıpları içine hapsolması, bu coğrafyada yeni bir sol tarihsel-politik öznenin oluşumunu baltalayan özel bir engele dönüşüyor. Ortadoğu ve Ortadoğulu ezilenlerin yeni bir laik, evrenselci kurtuluş hareketinin yeşermesi açısından en ileri olanaklara sahip ülkelerden birisi olan Türkiye, kapitalist toplumsal ilişkiler karşısında hiçbir eleştirel tutuma sahip olmayan gerici itaat ideolojilerinin güç kazanmasına sahne oluyor.
Ortadoğu’da ABD işgalciliğine karşı gelişen tepki hareketlerinin Siyasal İslam bayrağına sarıldıkları bir arka planla, Türkiye egemen sınıflarının yaşadığı “laik-milliyetçi/din-ci-küreselleşmeci” gerilimlerin arasına sıkışan Türkiye solunun bazı kesimlerininse sorunu, sol ile siyasal İslamcı akımlar ya da hâkim Müslümanlık kalıbı arasındaki bir “diyalog” sorununa indirgedikleri görülüyor. Bu diyalog ortamının, Türkiye halkının büyük çoğunluğunun inanç dünyasına egemen olan Müslümanlığın sağ-faşist siyasetle eşitlenmesini engelleyebileceğine inanılıyor. Latin Amerika’nın ilerici sol toplumsal muhalefet hareketleriyle yakın ilişkisi herkesin malumu olan Özgürlük Teolojisi de, bu yaklaşımın kanıtlarından biri sayılıyor.
Ancak düz bir mantık yürütmeye dayanan bu yaklaşım biçiminin sorunu, kıyaslanamaz iki şeyi kıyaslamaya çalışmasıdır. Özgürlük Teolojisi ile genel olarak siyasal muhafazakârlığa kan veren dinsel doğmayı ve özel olarak Siyasal İslam’ı birbirlerine benzetmeye çalışmak, boşuna bir çabadır. İlla bir kıyaslama yapılmak isteniyorsa, iki öğe daha işin içine dâhil edilmelidir:
1) Vatikan merkezli resmi Katoliklikle, muhafazakâr ABD mezheplerinin başını çektiği Hıristiyan gericiliği, 2) 1985 ‘te Müslüman Kardeşler tarafından 70 yaşındayken asılan ve “İslam’ın İkinci Mesajı” isimli eseri yakılarak imha edilen Sudanlı Şeyh Mahmut Muhammet Taha’nın “Cumhuriyetçi Kardeşler” hareketi. Siyasal İslam hareketinin kıyaslanabileceği şey, Taha’nın Müslüman bir paralelini oluşturmaya çalıştığı Özgürlük Teolojisi değil, burjuva siyasal muhafazakârlığı ile kaynaşmış olan Hıristiyan gericiliğidir.
Latin Amerika’daki ‘Özgürlük Teolojisi’ne benzer bir örnek Müslüman coğrafyasında yaşandı mı?
Börklüce İsyanı ile Şeyh Bedrettin’in “Varidat”! arasındaki ilişki, Müslüman dogmasının ilerici bir yorumunun mümkün olduğunu çok uzun bir zaman önce göstermişti. Sudanlı Şeyh Taha’nın, Özgürlük Teolojisi’nin parlak günlerinde, 1971’de yayınlanan “İslam’ın İkinci Mesajı” (Al Risala Al Tania Min El İslam) isimli kitabı da, Müslüman dogmasının da tıpkı Hıristiyan dogması gibi eşitlikçi ve özgürlükçü bir yönde parçalanabileceğinin çağdaş bir örneğidir. Ancak her iki örnekte de dinsel dogmanın yüzünü sola ve devrime çevirmesini sağlayan şey, dinsel gericilikle “diyalog/ittifak” yolu değil; ezilen sınıfların tan-rıbilim içindeki köklü bir dönüşümün önünü açan, laik ve bağımsız hareketlerdir.
Öncelikle vurgulanması gerekense, Latin Amerika’nın Özgürlük (ya da daha doğru bir çeviriyle Liberaçâo: Özgürleşme) Teolojisi’nin, varolan Hıristiyan inancı ile sol hareketler arasındaki bir ittifak ya da sosyalizmin Hıristiyanlığa doğru bir açılımı olmadığıdır. Tersine, Özgürlük Teolojisi, yoksulların kimlik bilincini dünyevi olmayan öğelerle çarpıtan Hıristiyan dogmasının sosyalizme doğru parçalanmasını temsil eder ve ancak Grams-ci’nin “kültürel hegemonya” kavramı ile anlaşılabilecek, laik bir kültürel dönüşüm hareketidir. Bu parçalanma, kendisini “Aydınlanma hümanizminin ve modernitenin” eleştirel bir uzantısı olarak tanımlayan Özgürlük Teolojisi’nin temel hareket noktasıdır.
Özgürlük Teolojisi, 1950’lerde Küba, Venezüella, Guatemala, Kolombiya, Peru ve Brezilya’da patlak veren devrimci hareketlerin Katolik rahipler üzerindeki dönüştürücü etkisi altında oluşan “devrimci tanrı bilimin” bir uzantısı ve Siyah Teoloji ile Feminist Te-oloji’yi de kapsayan devrimci teolojiler ailesinin parçası olarak ortaya çıktı. Kurumsal dinin “öte dünyacılığı” karşısında köklü bir kopuş hareketi olarak gelişti. Amacı, resmi kilisenin ürettiğiyle taban tabana zıt, insani özgürleşmeye hizmet edecek bir tanrı bilimi yaratmaktı. Bu yeni tanrı bilim, dinsel düşüncenin odağını öteki dünya olmaktan çıkartıp bu dünya haline getirmeli; kiliseyi güçlü bir toplumsal eleştiri kurumuna dönüştürmeli ve “yoksulları, mevcut toplum içindeki sınıfsal çıkarlarının farkına varmalarını sağlayacak bir sosyal hareket içinde öz bilinçlenmeye yöneltmeliydi.”
Dönemin devrimci kabarışının inançlı Hıristiyanlar üzerinde bıraktığı izler kuşkusuz yalnızca Camilo Torres ve Che Guevara’nın anıları olmamış, Marksizm, Özgürlük Teolojisi açısından en az İncil kadar temel bir düşünsel kaynak haline gelmiştir. Camilo Torres’e göre “İyi Bir Hıristiyan Olmak Devrimci Olmaktır.”
Bugüne kadarki tüm tanrı bilimlerin sınıfsal bakımdan yanlı olduğunu savunan Özgür-leşmeci rahiplere göre, tanrı bilim, cennete gitmenin yolunu değil, bu dünyada eşitlikçi ve özgürlükçü bir düzeni kurma yolunu göstermelidir. Hâkim tanrı bilimin öte dünya, inanç ve maneviyat gibi öğeler üzerinde odaklanması, “beyaz, Kuzey Amerikalı ya da Avrupalı kapitalist erkeklerin çıkarlarını” savunan ve “Üçüncü Dünya’nın sömürülmesinden ve yoksullaştırılmasından sorumlu kapitalist politik ve ekonomik sistemi destekleyen ve meşrulaştıran” bir tanrıbilim olmasının ürünüdür. Özgürleştirici tanrı bilim, ezilenlerin acılarını başlangıç noktası haline getiren bir “aşağıdan bakış açısı” olarak yeniden kurulmalıdır.
“Halkın Kilisesi” ya da “Taban Dini” de denilen bu yoksul kilise hareketi ile Latin Amerika sol hareketleri arasında kurulan olumlu ilişki, görüldüğü gibi, Hıristiyan dogmasının sol toplumsal hareketlerin içinde gerçek anlamda parçalanmasıyla sonuçlanmış olan bütün bu “aşağıdan bak