Asker değil işçiyiz! On dokuz yıl önce atılmıştı bu slogan. Yıl 1989, “Bahar Eylemleri”dir. 600 binin üzerinde kamu işçisinin, Mart, Nisan ve Mayıs ayı boyunca, baharla birlikte, sokakları ve yürekleri ısındırdığı yıldır 1989. Hemen her gün, ülkenin her yerinde yaşanan işçi eylemlerini manşetlerine taşıyarak çıkıyordu o günün gazeteleri. “Tüm yurtta, binlerce tekel işçisi yürüyüş yaptı, […]
Asker değil işçiyiz!
On dokuz yıl önce atılmıştı bu slogan. Yıl 1989, “Bahar Eylemleri”dir. 600 binin üzerinde kamu işçisinin, Mart, Nisan ve Mayıs ayı boyunca, baharla birlikte, sokakları ve yürekleri ısındırdığı yıldır 1989. Hemen her gün, ülkenin her yerinde yaşanan işçi eylemlerini manşetlerine taşıyarak çıkıyordu o günün gazeteleri.
“Tüm yurtta, binlerce tekel işçisi yürüyüş yaptı, trafiği kapattı”
“Gölcük Tersanesin de çalışan Harb-İş üyesi binlerce işçi İzmit yolunu kesti”
“Askeri tersane işçileri ‘asker değil işçiyiz’ sloganıyla yürüdüler”
“Yürüyüş yapmak isteyen Haliç Tersane işçileri polisle çatıştı”
“Grevi ertelenen Karabük ve İskenderun Demir Çelik işçileri miting yaptı. Halk ve esnaf işçileri desteklemek için dükkânlarını açmadılar”
“Sakal bırakan işçiler fabrika duvarlarını, işyeri bahçelerini aşarak, sokaklarla buluştular, yalın ayak yürüdüler, büyük kentlerde trafiği ve hayatı felç ettiler. Pankartlar ve dövizler vardı ellerinde. ‘AÇIZ, ARTIK YETER’, ‘İŞÇİYİZ GÜÇLÜYÜZ, HAKKIMIZI ALACAĞIZ’, ‘ASKER DEĞİL İŞÇİYİZ’ gibi sloganlar yazıyordu pankartlarında, dövizlerinde”.
Böyle yer alıyordu, yüz binlerce işçinin eylemleri gazetelerde. İşçi sınıfının bir bölüğü eylemleriyle konuşuyor, gündemi belirliyordu. Kendi yasalarını kendi meşruluğundan alan eylemler hem Türkiye işçi sınıfı tarihine hem de dünya işçi sınıfı mücadelesine de zengin deneyler, eylem biçimleri kazandırıyordu. 1987 Netaş Direnişiyle aralanan Eylül karanlığı, “Bahar Eylemleri”yle parçalanarak, korku sokaklarda aşılırken; Sokaklar da “merhaba proletarya, sizleri çok özlemiştik” diyordu.
Niçin Ve Nasıl Başlamıştı?
Bahar Eylemlerinin tarihi 1989’dur. Ancak sorunun yanıtını almak için, daha gerilere gitmek gerekiyor. 12 Eylül 1980. Askeri faşist darbe yapılmıştır ülkede. Darbe günleridir, İşveren Sendikası Başkanı Halit Narin sevinç içinde konuşuyor: “Gülme sırası bizde”. Gerçekten de, 12 Eylül darbesi sonrasında, tamamen patronla, sermaye çevreleri gülecekti. Çünkü darbeciler, patronların karşısında hak arayacak tüm sesleri şiddetle susturmuşlardı. İşçi sınıfı ve emekçilerin var olan hak ve özgürlükleri ortadan kaldırılmış, Türk-İş dışında tüm sendikalar kapatılarak, yöneticileri ve temsilcileri cezaevlerine doldurulmuştu. Sonuç itibariyle, 12 Eylülcülerin yaptıkları saymakla bitmeyecek kadardı ve yaşayanlar ve işçi sınıfı ve emekçiler de yakından bilmektedirler zaten. 12 Eylül cuntacılarının kapatmadığı Türk-İş, cunta hükümetine, genel sekreterini bakan olarak vermişti, işçi sınıfı adına ses çıkaran değil, cuntanın yedek lastiği olmuştu.
Bu koşullar da, ülke patronlar için dikensiz gül bahçesiydi ve gülmeye devam ediyorlardı. Var olan kazanımlarını da fazlasıyla kaybeden işçi sınıfı ve emekçiler, sermayenin ekonomik krizinin yükünü sırtlanmış, açlık sınırının altına itilmişti. Cuntanın üzerinden dokuz yıl geçmişti. Kamu işyerlerinde çalışan işçiler için bir toplu sözleşme dönemiydi. Türk-İş’E bağlı sendikalar, 600 bini aşkın üyeleri adına toplusözleşme yapacaklardı. Türk-İş’e bağlı 26 sendikanın içinde bulunduğu, toplusözleşme koordinasyon kurulu oluşturuldu. İşçiler adına görüşmeleri bu kurul yürütecekti. Karşılarında, Kamu adına, Kamu İşverenleri Sendikası ve hükümet temsilcilerinin oluşturduğu bir kurul vardı. Temsilcilerin bir araya geldiği görüşmelerden bir şey çıkamayacağı daha ilk toplantılar da kendini göstermeye başlamıştı. Kamu işveren temsilcileri ücret teklifi dahi vermiyorlardı.
İşte tam bu nokta da işçiler devreye giriyordu. O günlerde, tabanın kıpırdanmaya başladığını gören sendikacılar, bir yanıyla da kendilerini kurtarmak amacıyla da, “toplusözleşme görüşmeleri tıkanmaya başladığında işçiler üretmeme haklarını bir bütünlük içinde daha ileri aşamalarda kullanacaklardır” açıklamasını yaptılar. Sendikacılar bunları açıklaya dursunlar, işçiler sendikacılardan önce eylemlere başlamışlardı. Dipten gelen dalgayla, yukarıda bahsettiğimiz eylemler başladı.
Dönemin başbakanı, 24 Ocak Kararlarının mimarı (daha sonra işçiler tarafından ‘Çankaya’nın Şişmanı İşçi Düşmanı olarak adlandırılan) Turgut Özal, eylemlerle ilgili olarak, “sendikacılarla görüşmeyeceğini, ancak insanı nedenlerle işçiler arasından bir heyetle görüşebileceğini” açıklıyordu. Dönemin ANAP Hükümetinin başbakanı Özal’a işçilerin yanıtı açıktı. “Hakkımızı istiyoruz. Alıncaya kadar eylemlere devam”.
Önceleri %35 ücret artışı teklifinde direnen, Kamu işveren temsilcileri ve Hükümet geri adım atarak, Sendikalarla 18 Mayıs 1989 günü anlaşmaya vardı. Bu anlaşmaya göre, %142’lik bir artış olmuştu ücretlerde. %35’in üzerine çıkmayan kamu işverenleri ve hükümet, verdikleri rakamın dört katına çıkmak zorunda kalmışlardı, eylemlerin sonucunda. 12 Eylül darbesinden sonra, işçiler açısından bu anlaşma, ücretlerde yaşanan olağan üstü kayıpların azda olsa geri alınması anlamına geliyordu. Bir başarıydı. “Biz bu toplusözleşmeyi sokakta imzaladık” dediler, gazetecilere görüş bildiren işçiler.
Eylemlerin İçeriği, Boyutları, Örgütlenmesi Ve Sonuçları Neleri Etkilemişti?
1989 Mart, Nisan ve Mayıs aylarını kapsayan “Bahar Eylemleri”, 12 Eylül sonrası, işçi sınıfının en kitlesel, kapsamlı ve uzun süreli eylemi olarak tarihe geçmiştir. Önemli ücret artışının yanı sıra bir dizi olgular bırakmıştır. Ki işçi sınıfının mücadelesi açısından hesaba katılması, tartışılması ve ileriye taşınması gereken olgulardı bunlar.
Eylemlerin yaygınlığı, kitleselliği işçi sınıfının bu bölüğünün, 12 Eylülden sonra sınıfın yaşadığı birikimin dışa vurumuydu. Hak gaspları ve açlık sınırının altına çekilen bir yaşam düzeyine yanıttı.
Eylemlerin kendiliğinden geliştiği, tabandan gelen bir dalga olduğu saptaması yaygın olarak ifade edilmektedir. İşçiler tabanda, işyerlerinde taban örgütleri, işyeri ve eylem komiteleri kurarak kendilerini bir disiplin içerisinde örgütlemişlerdir. Bu örgütlenmelerde, 12 Eylül öncesi mücadele deneyi olan, kimi de eski DİSK üyeleri ile, ilerici ve devrimci işçilerin de rolü olmuştur. Bazı yerlerde, eylemlerin kritik noktalarında, önderliğinde, mücadeleyle hak alınacağının bilincine varan işçilerin olduğu bir gerçekti.
O yıl sendikaların kongre yılı olmasının verdiği kaygıyla da, dipten gelen dalgaya ilgisiz kalamayan sendika yöneticilerinin eylemlere katılarak, hatta özellikle kırsal alandaki işyerlerinde eylemler örgütleyerek, eylemlerin kitleselleşmesinde ve boyutlanmasında rol oynamışlardır.
Dönemin burjuva muhalefet partileri, Özal’ın başbakanlığındaki ANAP hükümetine karşı sözde de olsa, işçilerin yanında olduklarını açıklayarak, kendilerine pay çıkarmak istemişlerdir. Eylemler tüm kamuoyundan sempati ve destek bulmuştur. Bu sempati ve desteğin oluşmasında, eylemlerin kitleselliğinin yanı sıra, toplumda, 12 Eylül rejimine, devamı ANAP hükümetine duyulan tepkinin ve demokratikleşme taleplerinin önemli bir rolü vardı.
Bahar Eylemleri’nin hükümeti hedef alma anlamında bir siyasal boyutu vardı. İşçiler attıkları sloganlarla ve taşıdıkları dövizlerle ANAP hükümetine tepkilerini dile getiriyorlardı. Kimi yerlerde bu tepki 12 Eylüle karşı da dillendirilmekteydi. ANAP hükümetine karşı tepki, 27 Mayıs 1989 yerel seçim
lerine yansıdı. Bu seçimlerde Hükümet partisi ANAP’ın oyları %35’ten, %28.88’e düştü.
Tabandan gelen eylem, tamamen kendi meşruluğunu yaratarak devam etmiştir. Bu anlamda azda olsa, 12 Eylül yasalarının ve korkusunun işçi hareketi tarafından aşılması olarak değerlendirilmiştir. Günlerce sokaklarda yürüyen, oturma eylemi yapan, trafiği kapatan işçiler, ‘gösteri ve yürüyüşler yasasını’ biraz da kendileri yazıyorlardı. Yasaların çeşitli biçimlerde yasakladığı eylem biçimleri, yaratıcı yollar da bulunarak gerçekleştirilmiş, eylemler işçi hareketi için zaman, zaman genel grev havasına da bürünmüştür.
Bahar Eylemeleri, eyleme katılan ve toplusözleşme içerisinde olan 600 bin kamu işçisinin reel ücretlerinde önemli bir artış yaratmakla kalmadı; o günlerde memurların Temmuz zamlarında ve özel sektör sözleşmelerinde de olumlu etki yarattı.
Bahar eylemlerinin, Kamu çalışanlarının kalkışmasında da bir rolünün olduğu söylenmektedir. Aynı yılın yaz aylarında, Kamu çalışanları, resmi dilin ifadesiyle “devletin memurları” sendika hakları için harekete geçmişlerdir. Sendikalaşmaları ve Örgütlenmeleri yasak olan “devletin bu memurları” fiili meşru ve görkemli mücadelelerini toplumun gündemine oturtacaklardı. Grevli, toplusözleşmeli sendika hakkı için, fiili ve meşru mücadelenin fitilinin yakıldığı günlerdi, bahar eylemlerinin hemen ertesi.
Nihayet Bahar Eylemlerinden, patronlar da kendilerince sonuçlar çıkaracaklardı. Sermaye ve Emeğin çatışmasında, emek cephesinin deneyler biriktirmesi, ne kadar zorunluysa, sermaye de kendi çıkarları açısından deneyler ediniyordu. Dönemin Türkiye İşveren Sendikası Başkanı Refik Baydur’un Cumhuriyet gazetesine yansıyan açıklaması şöyleydi:
“İşçiler, topluca eylemlerden sonra bir şeyler almanın verdiği hazla, sendikaları solladılar. Sendikalar bu gün trafik memurluğu yapmaktadırlar. Bunlar olumsuz gelişmelerdir. İşçilerin toplu olarak pazarlık yaptıkları işkolları, işyerleri, onları toplu hareket ettirebiliyor. Dünya da toplu pazarlık sistemi, işkolu sözleşmeleri yerini kişisel maddi imkânlara doğru terk ediyor. Örneğin Almanya’da tek bir ücretle bütün Alman işçisi bağlanmıyor. İşletmelerin, işkollarının verimliliğine göre ferdi kazanç imkânları düşünmeliyiz”
Başkanlarının bu açıklamasını dikkate alan işverenler, özel sektörde daha yaygın olmak üzere, önce işyerlerinde işçileri ücret derecelemesiyle bölmeye başladılar.
Patronlar, başkanlarının bu saptaması ve yeni neo liberal politikalarla birlikte uzun vadede yapacakları da vardı. İşçileri ve işkollarını parçalamak, işçilerin örgütlü ve yığınsal karşı duruşlarının önünü alacaklardı.
Özelleştirme ve taşeronlaştırma politikalarıyla yol aldılar. Özellikle de metal işkolunda toplusözleşmelerde sendikaların önüne çıkardıkları esnek çalışma sistemi de bu alanda yapmak istediklerini tamamlamak içindir.
Anlaşılan ve üzücü olan odur ki, Bahar eylemlerinden on sekiz yıl sonra geriye dönüp baktığımızda, patronların daha fazla yol aldıklarını görüyoruz.
Bir başka üzücü nokta da, hem işçi sınıfı içinde, hem de kamu çalışanları (Türk Kamu-Sen’in yaptığı propagandalar) şovenizmin ve militarizmin sözcülüğü yapılarak, sözüm ona, “sermayenin neo liberal politikalarına karşı duruş gösterilmek” isteniyor. Üstelik, bu kesimlerin militarist ve şoven söylemlerinin dışında, özelleştirmelere, taşeronlaştırmalara, sosyal güvenliğin, sağlığın çökertilmesine karşı bir duruşlarının olmadığı da ortadadır.
Bugün, Bahar Eylemelerinden on sekiz yıl sonra, sermayenin tüm saldırılarına karşı, “asker değil işçiyiz” sloganın içeriği bir ruhla, 1 Mayıs’ı karşılamak mı, yoksa “Bahar eylemleri”ni bir nostalji olarak hatırlamak mı? Bu soruyu sendikalara, öteki emek örgütlerine, emekten yana siyasal oluşumlara ve kendimize sorarsak, haksızlık yapmış olur muyuz?