Dünyada bir yanda kendi kültürlerini, insanca yaşama haklarını korumak isteyen yoksul büyük kitleler var, diğer yanda sözde “yenilikçilik” “özgürlükçülük” adı altında kendi devasa ekonomik projelerini dayatan, gezegenin tüm sakinleri arasında dayanışma ve birliktelik bağlarını zayıflatan, rekabeti körükleyen, küçük ama etkin bir uluslararası azınlık yer alıyor. Tarım sektöründe, bu çatışma iki karşıt model halinde ortaya çıkıyor: […]
Dünyada bir yanda kendi kültürlerini, insanca yaşama haklarını korumak isteyen yoksul büyük kitleler var, diğer yanda sözde “yenilikçilik” “özgürlükçülük” adı altında kendi devasa ekonomik projelerini dayatan, gezegenin tüm sakinleri arasında dayanışma ve birliktelik bağlarını zayıflatan, rekabeti körükleyen, küçük ama etkin bir uluslararası azınlık yer alıyor.
Tarım sektöründe, bu çatışma iki karşıt model halinde ortaya çıkıyor: Birincisi; kadınıyla erkeğiyle, doğal kaynakların sürdürülebilirliğini savunan, sağlıklı gıdalar üreterek topraklarında yaşamlarını sürdürmek isteyen küçük çiftçi üretimi… İkincisi ise; büyük ölçekli arazilerin işlenmesine, yoğun kimyasal ve mekanizasyon kullanımına, “serbest ticarete” ve ihracata dayanan, milyonlarca kişiyi insanca bir yaşam sürmenin mutluluğundan yoksun bırakan endüstriyel üretim…
Dünyanın her yerinde, bu yoksullaşmaya karşı direnen insanlar, kendi üretim biçimlerini ve yaşam tarzlarını sürdürme yollarını ararken, alternatifler geliştirmeye ve umutlarını gerçekleştirmeye çalışıyorlar. Bu amaçla, besin kaynaklarının kullanımının bağımsızlığını, her bölgenin kendine özgü gıdalarını üretme ve tüketme hakkını, katkı maddesi kullanılmayan yani genetiği ile oynanmamış tohumları ve suyollarını kullanabilme özgürlüğünü savunmak için bir mücadele sürdürüyorlar.
Şimdilerde insanca yaşanacak bir geleceğin merkezinde yer alan geleneksel üretime – devre dışına itecek- gen bileşimi ile bir darbe indirilmeye çalışılıyor. Başka bir deyişle; doğal sistemin işleyişine müdahale ediliyor.
Her derde deva diye genetik tohumlar bir güzel allanıp, pullanıp, sunuluyor…
Dünyadaki çiftçiliğe ilişkin genel gidişat böyleyken, Türkiye’de gelişmeler farklı mı? Asla!
Çünkü Türkiye de emperyalizme bağımlı bir ülke. Küreselleşme tabii ki, klasik emperyalist sömürü ilişkilerinde önemli değişimler yaratıyor. Ancak, bu gelişmenin emperyalist sömürü ve tahakküm ilişkilerini ortadan kaldırdığı anlamına gelmiyor. Bugün yalnızca yüz milyarı aşan dolarla ifade edilen dış borç yükü değil, özellikle ikinci dünya savaşı sonrasında oluşturulmuş yeni sömürgecilik sisteminin bütün mekanizmaları, bugünkü bağımlılık sisteminin de araçları olarak hala işlevlerini sürdürüyor.
Bu araçların en çok zarar verdiği kesim de çiftçiler ve kırsalda yaşayanlar oluyor. Türkiye tarımcısı ve kırsalında yaşayanlar da bu tahribattan diğer kesimlere göre daha fazla nasibini alıyor.
Dünyanın yeniden düzenlendiği bu süreçte, Türkiye tarımı da buna koşut olarak yeniden yapılandırılıyor. Bu yeniden yapılandırmayla, Türkiye tarımı tahrip ediliyor. Çiftçilik mesleğini zorunlu olarak bırakanların toprakları, şirketler veya daha büyük değişik yapıların elinde toplanıyor.
İşte adına “yeniden yapılandırma” diyerek yaldızladıklarının aslında yapılanma olmadığını, tahribat olduğunu Dr. Necdet Oral bize “Türkiye Tarımında Kapitalizm ve Sınıflar” kitabında çok akıcı, anlaşılır bir dille aktarıyor.
Dr. Necdet Oral; “IMF ve Dünya Bankası, tüm bağımlı ülkelerde olduğu gibi, Türkiye tarımında da aynı reçeteyi uyguluyor. ‘Tarım Reformu’ adı altında dayatılan bu program mevcut fiyat, kredi ve girdi desteklerinin kaldırılarak ‘doğrudan gelir desteği’ sistemine geçilmesini, sektördeki kamu varlıklarının ve tarım kooperatiflerinin ticarileştirilmesi ya da tasfiyesini, kimi ürünlere kota uygulanmasını (ya da ekim alanlarının daraltılmasını); tarımdaki tüm dağıtım, pazarlama ve ar-ge etkinliklerinin yerli ve yabancı tekellere devredilmesini içermektedir…”
Dr. Necdet Oral’ın yine: “Kısacası, IMF ve Dünya Bankası’nın dayatmaları ve siyasal iktidarların uygulamaları, tarım sektörünü dünyanın acımasız piyasa ekonomisi karşısında korumasız bırakarak -birkaç temel ürün dışında ve özellikle küçük ölçekli tarımı- tasfiye etmeyi amaçlıyor. Bu süreçte Türkiye’de tarım/gıda sektörü üretiminden pazarlamaya kadar tekellerin denetimine giriyor ve bir açık pazar haline geliyor. Türkiye bu alanda da güvenliğini hızla yitiriyor. Çiftçiler ise ya ‘sözleşmeli üretici’ adı altında tekellerin ‘taşeronu’ haline gelerek ‘birey olarak sömürülüyor’ ya da kente göç etmek zorunda kalıyor.” İşte kısacası dediğinin ayrıntılarını dolambaçlı yollara girmeden ve laf cambazlığına kaçmadan çok yalın, anlaşılır bir dille Dr. Necdet Oral bize aktarıyor.
Araştırmacı, kılı kırk yaran titizliğiyle tanıdığım Dr. Necdet Oral yazdığı, “Türkiye Tarımında Kapitalizm ve Sınıflar” kitabı aynı zamanda öğretici…
Necdet Oral’ın kitabı Türkiye Tarımında Kapitalizm ve Sınıflar TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası ( ZMO) Tarım Politikaları Yayın dizisinin 6. olarak çıktı. Ziraat Mühendisleri Odası’nın böyle bir yayını okuyucuyla buluşturması örnek bir çalışma. ZMO yönetimi ülkemize ve tarımına sahip çıkmada örülen duvara bir tuğla daha koymuşlardır. Yeri gelmişken bu alandaki çabalarından dolayı ZMO yönetimini kutlamak istiyorum.
İsteme Adresi:
Ziraat Mühendisleri Odası
Karanfil Sokak 28/19 Kızılay/ Ankara
Tel: 0 (312) 425 05 55
www.zmo.org.tr [email protected]