TÜRK FAŞİZMİ: VİCDANSIZLARIN VİCDANLA ÇARPIŞMASIDIR Hrant Dink katliamının yarattığı sarsıntı artarak devam ediyor. Her boydan ve her cinsden tartışmalar sürüyor. Türk ırkçılığı dizginsiz bir şekilde atağa kaldırıldı. Bu zamana kadar ülkemiz, bastırılmış veya yok sayılmış Ermeni soykırımı ile ilk defa bu kapsamda yüzleşiyor. Yüzleştikçe kudurganlaşan yeni bir barbarlık ile karşı karşıya kalıyoruz. Ermeni meselesi Hrant’ın […]
TÜRK FAŞİZMİ:
VİCDANSIZLARIN VİCDANLA ÇARPIŞMASIDIR
Hrant Dink katliamının yarattığı sarsıntı artarak devam ediyor. Her boydan ve her cinsden tartışmalar sürüyor. Türk ırkçılığı dizginsiz bir şekilde atağa kaldırıldı. Bu zamana kadar ülkemiz, bastırılmış veya yok sayılmış Ermeni soykırımı ile ilk defa bu kapsamda yüzleşiyor. Yüzleştikçe kudurganlaşan yeni bir barbarlık ile karşı karşıya kalıyoruz.
Ermeni meselesi Hrant’ın katliamıyla daha yakıcı bir hal aldı. Kuşkusuz bu tek başına bir Ermeni sorunuyla da ilgili değildir. Daha ötesinde bu Türkiye Cumhuriyeti’nin sınıf karakterini belirleyen, ezilen ulusların milli zulmüne dayanan ve devletin anti demokratik niteliğini su yüzüne çıkaran bir karakterle sabitlenmiş olmasıydı aynı zamanda.
Düzenin iğdiş edilmiş tarihçileri başta olmak üzere ruhunu kaybetmiş eli kalem tutan aydınları ortak bir koro halinde “Türkiyenin tarihinde ırkçı olan bir gelenek yoktur. Ermeni soykırımı dedikleri şey yalandır. Kaynaklar bunun kanıtıdır” demektedirler. Şimdi binlerce yazılı kaynaklardan da gösterildiği gibi bu argümanların nasıl temelsiz ve boş olduğu açıktır. Ama bana göre daha önemlisi okuduğumuz bu kaynaklardan çok Ermeni halkının soykırım katliamlarında yaşanmış olan çok acı hatıraların, örneklerin, ikinci, üçüncü kaynaklardan anlatılmış olmasıdır. Ama bir kısmı var ki doğrudan yaşayanların anlatımından ya da yaşama tanıklık etmiş kaynaklardan öğrenmiş olmamızdır. Benim için bu tanıklıklar okuduğum kitaplardan daha baskın ve daha ikna edici olmuştur her zaman.
Burada benim de tanık olduğum bir kaç hadiseyi anlatacağım. Ben Arapkir (eski bir Ermeni şehridir) sınırında bir köyde doğdum. Her yıl köyümüze değirmenci, köşker, boyacı, duvar ustası, kalaycı vb. gibi değişik zanaat erbabı olan Ermeni komşularımız gelirdi. Bu vesile onları yakından tanıdım. Baba dostlukları kurulmuştu. Biz onları sevdik, onlar da bizi. Annem anlatmıştı yıllar sonra; İstanbul Kocamustafapaşada oturuyorduk. 12 Eylülün ilk yıllarıydı. Ben aranıyordum. Başka bir şehirde yaşıyordum kaçak olarak. Annem pazarda alışveriş yaparken kalaycı Mışık usta ve karısını görür. Birbirlerine sarılırlar. Onlarca yıl önceye dayanan dostluklardır bunlar. Bırakmazlar, illa eve gideceğiz derler. Giderler. Annemi ağırlarlar. Annemin ise iki gözü iki çeşme ağlar. “Oğlumu göremiyorum, polis arıyor. Korkuyorum öldürecekler diye.” Biraz dertleşirler eski kadim dostlarıyla. Mışık usta şunu anlatır; “bire Pamuk bacı, biz ağladığımız zamanlar sizler bize kapınızı açtınız, biz bunları unutmadık hiçbir zaman. Üzülme. Oğlun gelecek. Elimizden gelen bir şey varsa söyle, yapmaya hazırız.” Konuşma bu mihvalde geçer. Annem anlatmıştı daha sonra. “O zaman çok rahatladım. Üzüntüm biraz olsa da dağıldı. Ne iyi insanlardı bunlar. Allah onlara selamet versin.” Evet, gerçekten Ermeni emekçileri kadim dostlarımızdı. Böyle bir bağ böyle bir kardeşleşme vardı.
Burada size katliamlarla ilgili iki örnek vereceğim; ilk örnek kendi köyümün büyüğü İsmail Canpolat’ın anlattıklarıydı. İsmail Dede altmışlı yılların sonunda öldü. Bize anlattığı şuydu; “Ben Fırat nehrinde Sal’cılık yapıyordum o zamanlar. Askerler benim Salı’ma el koydular. Arkadaşımın Salı’na da el koymuşlardı. Zira Keban’da o zaman iki tane Sal vardı. Ekmek paramızı buradan çıkarıyorduk. Benim Sal’ıma askerler binmişti. Arkadaşımın Sal’ına ise elleri ve kolları bağlanmış olan üç erkek, bir kadın ve bir de çocuk olan Ermeniler bindirilmişti. Olan oldu. Askerler diğer Sal’a yaklaşarak devridiler azgın Fıratın sularına. Bu beş insan Fırat’ın derinliklerine gömülmüştü. Ama ben bunu hatırladıkça, özellikle o çocuk aklıma geldikçe hala ağlarım.” Koca bir çınar seksene mi yetmişe mi dayanmıştı hatırlayamıyorum, o yaşına karşın gözlerinden yaşlar akıyordı İsamil Dede’nin. Bu çocukluk bilincimden silinmeyen, silinemeyen acılardan birisidir. Unutamadığım bir andır bu. İkinci örnek eşimin ninesi olan Fatma Nine’nin (Fato Bacı olarak ünlenen bu kadın hala bugün Keban’da hemen herkes tarafından bilinir) anlatımlarıydı. Kendisi 110 yaşında öldü. Ben Keban’da Ortaokul’da okuduğum yıllarda ondan çok hikayeler duymuştum. Ona aklımda kalan şu soruyu sorduğumu hatırlıyorum; sorumdan önce soruma konu olan bir mahalle isminden bahsedeyim. Keban’da bir dar ağacı semti vardır. Bugün Keban’a yolu düşenler bu semti sorabilirler. Hala bu semt bu isimle anılır. Fato Bacı olarak tanınan ninemize bu ismin nereden geldiğini sormuştum. Bugün gibi hatırlıyorum. Fato ninenin cevabı oldukça acılıdır; “Evladım, o isim Ermenilerin asılmasından gelir. Ben yüz diyeyim sen bin de, orada bir dar ağacı kuruldu ve bu dar ağacında Ermeni olan kadın, erkek, yaşlı insanlar asıldı. O günden bu yana da buranın ismi dar ağacı semti olarak kaldı. Ben de hala burada oturuyorum.” Fato ninenin de gözleri dolmuştu. Oysa Fato Bacı için söylenen korkusuz, ağlamayan, hatta biraz da özellikle kocasına karşı gaddar ve gece iki de bile Seftili’nin tepesinde (Keban’a bakan vahşi bir dağdır) kışlık için odun vb. toplayan bir insan olarak anlatılırdı. O bile gizlice gözyaşlarına hakim olamamıştı.
Bunları neden anlattım; bugüne kadar tarih gerçeğe dayanmayan resmi görüşler üzerinden yazıldı. Oysa tarih yazımı, tek tek ya da birlikte yaşanmış olan pratik süreçlerin bütün parçalarının toplanarak bir senteze kavuşturulması hadisesidir. Elbette bu koşulların ve nedenlerin göz önüne alınmasını yok saymaz ama, tarih yazımı biraz da bu koşullar ve nedenler gerekçe gösterilerek tırnak içinde kendini haklı göstermeye dayanan bir mazeret olarak sunulamaz. Gerçekler acıdır ve bu hiçbir mazeret kabul etmez. Bir halk ana topraklarından ve kendi köklerinden kopartılmışsa bunun hiçbir gerekçesi olamaz. Bu ister ‘sosyalist devlet çıkarları’ olarak lanse edilsin, isterse bizde ki gibi Türk kavminin devlet çıkarları olarak lanse edilsin asla kabul edilebilir bir nokta değildir. Bu toprakların en eski yerleşim halklarından birisi olan Ermeni halkı 1920 yıllarında milyonlarla ifade edilirken şimdi 40-50 binlere düşmüşse ve üstelik bu sayıda İstanbul gibi metropollere şu veya bu nedenle sürülmüşse bunun nedenini her aklı başında olan insan sorgular, sorgulamak zorundadır.
Kuşkusuz tarihe meraklı bir insan olarak, buna benzer daha nice olayları ikinci elden dinlemiştim. O zaman sorunun kendisini anlayacak bir yaşta değildim. Mazlumdan yana olan bir Kızılbaş Alevi geleneğinin ben de bıraktığı bir duyarlılığın ötesine geçmezdi. Sonra tarihi inceledim. Anlamaya çalıştım. Kendi köyüm dahil olmak üzere yaşadığımız o topraklar bir zamanlar başka bir halka, Ermeni halkına yurtluk yapmıştı. Yakın zamana kadar bu insanlardan geriye kalan sadece birkaç aile dışında hiçbir şey kalmadı. Bugün ise bunlar da terki diyar etmişlerdi ana yurtlarını.
Hrant katledildiğinde bütün bunlar geldi aklıma. Yeniden hafızamı zorladım. Hrant şahsında bütün zanaat erbabı olan bu güzel insanları gördüm. Ama şimdi yoktular. Şimdi Hrant’ta yoktu. Vicdanım sızladı. Utandım. Hrant bu toprakların çocuğuydu. Öyle ki adeta yakınımda olan bir kadim dostumu yitirmiş kadar etkiledi beni. Aynen Haçik dayı gibi, aynen Mışık usta gibi, aynen arkadaşım Donyanoğlu gibi. Ama bir farkla; Hrant kendi halkına reva görünen mezalimi tartışıyordu, tartışmak istiyordu. Diğerleri gibi “ne yapalım kaderimiz budur” demiyordu. Bu benim, bizim gözlerimizde kendi gözbebeklerimiz gibi korunacak ve korunması gereken ürkek g
üvercinler gibiydi. Ama ne acıdır ki, bir ürkek güvercine bile dokunacak ırkçı ve faşist olan bu kin onu da yok edecekti.
Türkleşen egemen sınıfın yüreğindeki vicdansızlık, şimdi musalla taşına yatırılmış insanlığın vicdanının ateşinde yanıyor gibi geliyor bana artık. Ölen gerçekten Hrant’lar mı, yoksa ruhunu kaybetmiş böyle bir insanlık mı? Vicdanını yitirmiş ve gözü dönmüş büyük ırkçı bir barbarlıktır bu anlattıklarımız. Oysa Hrant onurlu ve insani olan bir vicdanı temsil ediyordu. Şimdi bir nebze de olsa vicdanlarımız kirlenmedi mi? Kimliğim komünist bir sınıf kimliği dahi olsa Türk kökenli bir marksist olarak yeteri kadar benim de vicdanımın kirlendiğini hissediyorum artık. Bunun için ırkçı ve kendisi dışında herkesi yok etmeye and içmiş faşist bir varoluştan, böyle bir Türk kimliğinden tiksinti duyuyorum. Vicdansız olan her birey, her toplum ve her organizasyon şimdi Hrant’ın vicdanında, dahası her Ermeni çocuğunun yüreğinde asılı kalmayacak mıdır? Bu vicdansızlık nasıl temizlenecektir?
Ermeni bir aydın olan Hrant Dink katliamında ruhsuzluğun ve vicdansızlığın bu derece toplumsal bir temeli ortaya çıkmışsa ve bu damla damla azımsanmayacak oranda toplum katlarına sirayet etmişse ve buradan ırkçı ve şoven bir “ulus” kimliği türetilmişse, doğaldır ki katiller sürüsü aklanacak ve buradan “hepimiz Ogün Samat’ız” sloganları üretilecekti. Artık en zoru ve belki de en tehlikelisi şovenizmin, ırkçılığın ve faşizmin giderek toplumsal bir karakter kazanmış olmasıdır. Nihayet Türk burjuvazisi, egemen güçler ve bu devletin kurumları bunu da başardı. Ama bu süreç yoksul halklardan ziyade onların da başını yiyecek gibi görünüyor. Yoksul emekçilerin zaten bir dikili ağacı bile yok bu topraklarda. Yani kaybedeceğimiz çok şey yok aslında. Ama onların kaybedecek çok şeyleri var.
Açıkca itiraf edelim. Komünistler 12 Eylülde yenildi. Bu ülkenin bütün yaşayan farklı ulus ve kültürlerinden gelen emekçilerin çimentosuydu sosyalizm. Onu geçici de olsa ezdiler, yok etmeye çalıştılar. Irkçı faşizmi (milliyetçi ve kafatascı Türklüğü) bu topraklara bela edenler (eski bir hikayedir bu) belki şimdilik sosyalizmden kurtuldular. Ama bu böyle devam etmeyecek. Sosyalist sol’un başını gövdesinden ayırarak ve koyu bir karanlık dönemin önünü açanlar daha ağır bir bedel ödeyecekler. Bu açık. Ama bu topraklara etnik soykırım gibi büyük bir belayı getirmiş olmaları kendi egemenlik süreçlerini de tasfiye edecek gibi görünüyor. Yakın zamanın örnekleri hala canlıdır; Balkanları, Kafkasları ve Irak gibi Ortadoğu ülkelerinin sonunu iyi okuyanlar yakalarını ülkemizin emekçi halklarının ve işçi sınıfının devrimci sınıf kininden kurtarayamayacaklar.
Ancak… Ne acı ki hala liberal sağ veya sol aydınlar sosyalizmin birleştirici gücünü anlamadılar ve anlamak istemediler. Marksist sol’a karşı saldırarak, ona karşı elbirliği ederek ve egemenlerle birlikte adeta haçlı seferleri açtılar. Açtıkça da battılar. Bu ülkenin vicdanını unutmayalım beğensek de beğenmesek de marksistler temsil ediyordu. Dün de böyleydi bu, bugün de böyledir. Bu vicdan bir kez daha Hrant’ın cenazesinde bölük pörçük de olsa ortaya çıkmadı mı? Biraz da olsa yine birleştirici çimento rolünü sosyalistler oynamadı mı? Daha dün eskinin sol’cu kurmayları TV ekranlarından katliamın ilk akşamında Taksimde toplanarak bu sloganlarla yürüyüşe geçenleri “aşırı sol örgütler” olarak ilan ettiler. Aşırılığını bilmem ama, evet bu sürece müdahale edenler İstanbul’un sosyalistleri, ilericileri ve demokrat insanlarıydı. Bundan onur duymaları gerekenler şimdi bu onurlu vicdan temsilcilerine saldırmakta bir beis görmüyorlar.
Bir nokta üzerinde durmak gerekiyor. Bu topraklar da elbette umut tükenmez. Ve bu anlamda umudumuzu yitirecek nedenler fazla karamsar nedenlerdir. Bu söz kuşkusuz son günlerin gelişmesine bakarak fazla bir anlam ifade etmeyebilir. Ama biraz tarih bilinci, biraz toplumsal özneler ve biraz da politik varsayımlarla soruna yaklaşırsak neden umutsuz olamayacağımızı anlamış da olabiliriz. Zira sosyalizmi ve sosyalizmin gücünü unutmadan, daha önemlisi birlikte kardeşce yaşama umudu olan ciddi bir emekçi damarın varlığını kabul edersek, bu, ülkede neden umutlu olacağımızın da bir göstergesi değil midir? Son noktaya kadar Hrant ülkeyi terk etmediyse bunun nedeni budur. Hrant’ta bu sol kültür, ‘kardeşleşmenin temeli sosyalizmdir’ bilinci olmasaydı, o da diğer Ermeni aydınları gibi kaderci bir yolu tutmayacak mıydı? Ama emekçi güçler ve sol dağınıktır. Güçsüzlüğümüzden bahsetmek gerekirse güçsüzlük burada ortaya çıkar. En umutsuz koşullarda bile sevgili kardeşimiz Hrant’ın cenazesinde yüzbinler yürüyebiliyorsa, bu umudun elbette temel bir göstergesidir. Peki ama bu büyük güç nasıl kalıcı olarak varlığını sürdürebilecektir? Burada maalesef yeniden bir umutsuzluk görmek istemem. Özlemim bu gücün kalıcılaşmasıdır elbette. Belki o zaman umudumuzun elle tutulur yanından bahsetme hakkına sahip olabiliriz.
Burada bir noktayı daha değerlendirmek istiyorum; sol’un bazı liberal kalemleri cenazeye katılan yüzbinleri “Türklüğün onurunu kurtardı” anlamına gelen yazılar yazdılar. Bu doğru değildir. Bu cenazeye katılanlar, “Hepimiz Hrant’ız, hepimiz Ermeniyiz” sloganlarını üretenler daha ilk günden itibaren bu ülkenin dağınık da olsa sosyalist, demokratik ve ilerici güçleri olmuştur. Şimdi “ulusalcı” gericiler buna saldırıyor. Burada ne Türk duyarlılığı adına ne de “Türk’ün onurunu” kurtarmak adına bir katılımdan bahsedilemez. Durum tersidir. Sol duyarlılıktır temel neden. Onun kardeşce yaşama isteğine yol veren ideolojik ve kültürel bir varoluştur. Bunu anlamak önemlidir.Ve bunun üzerinden es geçilemez.
Şimdi şunu biliyoruz; ülkenin ruhu adeta ortadan ikiye bölündü. Namuslu insanlar bu katliamı nefretle karşılarken, başka bir el, ırkçı ve şoven bir Türk faşizminin söylemlerini dayatmaya başladı. Takıntı noktası olan slogana bakmayın. “Hepimiz Ermeniyiz” sloganına karşı geliştirilen “Hepimiz Türküz” sloganı etrafında fırtınalar kopartılıyor. Dahası korkmuş olan liberal sol temsilcilerinin bazıları ürkek ve utangaçca bu sloaganın bu veya şu anlama gelmediğini savunurken, bazıları da “Hepimiz Türküz ve cinayeti lanetliyoruz” diyebilmekteler. Saldırı kuşkusuz boyutlu. Ülkede “akıllı” sermaye bile kendi güvenliğinden korkmaya başladı. Burada burjuva medyanın rezilliklerini anlatmaya gerek var mı bilmiyorum. Büyük bir ırkçı dalga toplumsal temel kazandıkça liberalizmin sözcüleri de irkilmeye başladı. General eskisi Kemal Yılmaz bile “bu böyle devam ederse 20 yıla kalmaz ülke bölünebilir” mealinde açıklamalarda bulundu. Onların korkusunu elbette anlıyorum. Zaten bu böyle devam etmez. Bunu bizden önce sermaye de görmeye başladı. Ama buradan bazılarının sandığı gibi bu “akıllı” sermayeden olumlu anlamda hiçbir icraat çıkmaz. Buradan demokrasi de çıkmaz. AB’ne yaslanmak onların korkusunu yenmeye de neden olamaz. Kapitalist liberalizmin sermayesi de aydınları gibi korkak ve sefildir. Yarın düdüğü kim öttürür ise onun arkasında dizilirler yeniden. Bu ülkenin acılı tarihi buna yeterince kanıt sunmuştur.
Ama sorun bizim taraftadır. Sorunun çözümü şçilerde, yoksul kitlelerde ve onların öncüsü olması gereken sosyalist sol’dadır. Dağınık ve bölük pörçük durumundayız. Ama daha önemlisi de var. Zaman zaman sorarım kendime; Hrant’ın katliamı hepimizin vicdanını etkiledi, sorguya çekti. Bu elbette iyi bir şeydi. Ama şimdi soru şudur; duygular