Sayın Güçlü, 16 Şubat 2006 tarihinde İzmir’de Atatürk Kültür Merkezi’nde yaptığınız programı izleme olanağım olmadı. Ancak, iki gün sonra Milliyet gazetesinde yayınlanan bu program ve tartışmalarla ilgili köşe yazınızı okudum maalesef ve Küba Dostluk Derneği adına size bu mektubu yazmayı görev bildim. Türkiye’deki egemen basının kronik hastalığı olan sansasyon bağımlılığından sizin de bağışık olmadığınız anlaşılıyor, […]
Sayın Güçlü,
16 Şubat 2006 tarihinde İzmir’de Atatürk Kültür Merkezi’nde yaptığınız programı izleme olanağım olmadı. Ancak, iki gün sonra Milliyet gazetesinde yayınlanan bu program ve tartışmalarla ilgili köşe yazınızı okudum maalesef ve Küba Dostluk Derneği adına size bu mektubu yazmayı görev bildim.
Türkiye’deki egemen basının kronik hastalığı olan sansasyon bağımlılığından sizin de bağışık olmadığınız anlaşılıyor, yazınızın başlığı olmasını tercih ettiğiniz sorudan. Rektörler konusunda yargıda bulunmayacağım ancak, Küba Devlet Başkanı Fidel Castro’nun “Kim daha diktatör?” sorusuna iki seçenekten biri olarak tarafınızca sunulmuş olması ya bilgi eksikliğinin ya da niyet bozukluğunun ürünü olabilir. Sizin durumunuzun hangisine daha yakın olduğunu tartışmayacağım.
Sayın Güçlü, madem böyle bir soru ortaya atmak yoluyla okurlarınızı skandalize ederek ilgi topladınız, o vakit şu sorulara da yanıt vermelisiniz!
Kimdir bir diktatör? Bir önder ile bir diktatörü ayırmak bu kadar zor mudur? Ülkesine uzun süre hizmet veren bütün liderler diktatör müdür? Fidel’e dair, uzun süre iktidarda kalması dışında her hangi bir bilgiye sahip misiniz? Bir ülkede halkın yüzde 99’unun açık ve meşru oy desteğine sahip bir devlet başkanına “diktatör” sıfatıyla hakaret etmenin en azından ahlak dışı bir davranış olduğunun farkında değilseniz, sizi bu pervasızlığın rahatlık tuzağına düşüren nedir?
Fidel Castro’ya yönelik “diktatörlük” suçlaması eski ve ahlaksız bir ABD/CIA argümanıdır. ABD resmi belgelerince defalarca ortaya çıkmıştır ki, CIA’in Fidel’e yönelik gizli planları içinde iki yöntem hep birlikte var olmuştur: Suikast girişimleri ve politik suçlamalar.
Ama ben öncelikle ve iyi niyetle bilgi eksikliğinizi gidermek isterim. Fidel Castro, halkının büyük bir sevgisini kazanmış, bütün Kübalıların kendi ailelerinden biri olarak gördüğü, dolayısıyla ön adıyla sadece Fidel olarak çağırdığı, halkına muazzam hizmetleri dokunmuş büyük bir önderdir. 80 yaşında hala dinç ve zinde bir zeka ile halkına “başkanlık” değil, liderlik etmektedir.
Küba’nın halihazırda yürürlükte olan Anayasası 1976 yılında halkın yüzde 95’inin olumlu oy verdiği bir referandum ile benimsendi. Bu Anayasaya göre devlet başkanlığı dönemi beş yıldır ve Fidel Castro bu görevi 1976 yılından 2006 yılına kadar sürdürmüştür. Fidel Castro, yaşadığımız çağın hiç kuşkusuz olağanüstü derecede devrimci, kararlı ve yaratıcı bir önderi ve siyaset adamıdır ve Küba halkının onu bu süre boyunca devlet başkanı olarak görmek istemesi kuşkusuz son derece doğaldır.
Diktatörlük ile itham ettiğiniz Fidel Castro, her şeyden önce Küba Parlamentosunda bir milletvekilidir ve Küba Anayasası gereğince, bütün milletvekilleri gibi her an halk tarafından geri çağrılabilir. Ayrıca, bütün milletvekilleri gibi her altı ayda en az bir kez seçim bölgesinde halka rapor sunmak zorundadır. Küba, şu anda dünya üzerindeki en katılımcı demokrasiye sahip uluslarından biridir. Bunu uzun uzadıya anlatmak bu mektubun sınırlarını aşar, ama ben size şu kadarını yazmak isterim.
Küba halkı dünyanın en örgütlü halklarından biridir. Her kamu alanı, o alanda yaşamını paylaşan halk kesimlerinin kitle örgütleri tarafından yönetilir. Karar alma süreçlerinde yer almak kitle örgütlerine Küba Anayasası tarafından tanınmış bir haktır. Kübalı işçiler sendikalara üye olmak zorunda değillerdir, ama hepsinin hiçbir külfet ya da ayrıcalık sahibi olmadan sendikaya üye olmaya, sendikalı olsunlar olmasınlar işçi genel kurullarında oy kullanmaya hakları vardır. Küba’da aktif nüfusun yüzde 98’i ülkenin 19 sendikasından birine üyedir. Her hangi bir devlet kurumuna bağlı olmayan bu sendikalar “işçi parlamentoları” tarafından yönetilir. İşçi sendikalarının yanı sıra, bütün sosyal, kültürel, mesleki ve mahalli düzeylerde kitle örgütlenmeleri vardır: Ulusal Küçük Çiftçiler Birliği, Küba Kadın Federasyonu, Üniversite Öğrenciler Federasyonu, Ortaöğretim Öğrencileri Federasyonu gibi.
İşte Küba’da seçimler parababalarının medya kampanyalarına değil, bu
örgütler üzerine kuruludur. Bu, kağıt üzerinde hiçbir anlam ifade etmediğini kendi ülkemizden pekala bildiğimiz “kanun önünde eşitlik” ilkesini gerçek eşitliğe dönüştüren büyük bir katılımcı mekanizmadır. Bir işyerindeki ayrıcalıksız bir işçi kendi mesai arkadaşları tarafından belediye, eyalet ya da ulusal meclis üyeliğine önerilebilir.
Halkın birliğini temsil eden Küba Komünist Partisi’ne gelince, bu ülkemizdeki iktidar partilerinde görmeye alıştığımız bir seçim/rant partisi değildir. Hiçbir düzeydeki pozisyona aday olmak için Parti üyesi olmak koşul değildir. Keza seçimlerde adayları da Parti belirlemez ya da onlardan birini desteklemez. Adaylar halkın, kitle örgütlerinin önerdiği adaylardır, Partinin adayları değil. Onun görevi halkın karar alma süreçlerine katılımını teşvik etmektir. Kanun gereği, hükümetin oluşumuna ya da tasarruflarına karışmaz, ama Küba halkının çıkarlarının savunulması için politik kampanyalar düzenler.
16 yaşını doldurmuş bütün insanlar seçimlerde oy kullanırlar.
En son 19 Ocak 2003 tarihinde yapılan Küba Parlamentosu seçiminde, Santiago de Cuba eyaletinin başkentinde 7. bölgeden aday olan Fidel Castro seçmenlerin yüzde 99.01’inin, yine aynı eyaletin Segundo Frente bölgesinden aday olan Raul Castro ise seçmenlerin yüzde 99.75’nin oylarını aldılar. Bu, görkemli halk desteğinin kanıtı değilse, nedir?
Aynı seçimlerde kazanan 609 milletvekilinden yüzde 36’sının kadın, yüzde 33’nün siyahi, yüzde 25’inin mavi yakalı kol işçisi olmasını da, belki ülkemizdeki durum ile kıyaslamak istersiniz diye belirteyim.
Fidel Casto, işte bu Parlamento tarafından devlet başkanlığına seçilmiştir. Onun bir diktatör olmadığını ispat etmek takdir edersiniz ki, bu noktadan sonra gereksiz bir zuldür. Sadece son bir noktaya açıklık getireceğim. 31 Temmuz 2006 tarihinde bir bağırsak ameliyatı geçirmek zorunda kalınca, yetkilerini Devlet Başkan Yardımcısı’na devrettiğinde “diktatörlük” suçlamaları yine söz konusu olmuştu. Bu resmi ABD kampanyasının, ülkemizde ABD’ciliğin ruhlarına sirayet ettiği kimi kesimlerde hemen benimsendiğini de gördük maalesef. Bu nedenle, şu basit ve yalın gerçeği tekrarlamak isterim.
Küba Anayasası’nın 94. maddesi Devlet Başkanı’nın hastalık ya da vefatı durumunda Devlet Başkan Yardımcısı’nın yetkileri devralmasını öngörüyor. Başkan Fidel Castro Ruz’un geçireceği operasyon öncesinde, yetkilerini kardeşine değil, Başkan Yardımcısı Raúl Castro’ya devrettiğinin bilinmesi gerekiyor. Raul Castro da, 1950’li yıllardan beri Küba halkına en ön safta, en özverili biçimde hizmet eden önderlerden biridir.
Madem Türkiye ile karşılaştırdınız, sadece şunu hatırlatmalıyım: Fidel Castro Küba’da hiçbir zaman ne “büyük” ne de “milli” bir “şef” olarak “ulu önderlik” payesi ile anılmaya ihtiyaç duymamıştır. Adı küçücük bir sokağa bile verilmemiştir, devlet dairelerinde resimleri duvarlara asılmamıştır.
Heykelleri meydanları doldurmamıştır.
Sayın Güçlü,
Yazınıza konu ettiğiniz Küba’nın mı daha sosyal bir devlet olduğu, yoksa Türkiye’nin mi karşılaştırmasını yersiz bir şaka olarak görüyorum. Küba Devletinin halkına sunduğu görkemli sosyal hizmetler karşısında ülkemizdeki muazzam yoksulluğu ve uzun süredir peşi sıra gelen bütün hükümetlerin sosyal devlet düşmanlığını karşı
laştırılabilir buluyorsanız şayet, bir mektuptan daha fazlasına ihtiyacınız var demektir.
Ancak eğitim konusunda, programınıza katılan sayın rektörlerin pervasız cehaletini eleştirmeden de geçemeyeceğim. Siz eğitim alanında programlar yapan bir televizyoncu olarak Türkiye’nin eğitim sistemindeki çarpıklıkların ve eksikliklerin herhalde farkındasınız. Ülkemizdeki eğitim sisteminin temelinde sermaye egemenliği gibi büyük bir çarpıklık var, ancak benim tartışmak istediğim bu değil.
İlgi çekici olan, Küba’nın öğrenciler tarafından örnek gösterilmesinden sonra, yazınızdan anladığım kadarıyla, ODTÜ Rektörü Ural Akbulut ve KÜ rektörü Aşkar’ın pervasız tutumlarıdır.
Öncelikle ne maksatla ve ne zaman Küba’da bulunduğu anlaşılamayan Ural Akbulut’un kendi ülkesinin ya da üniversitesinin iyiliğini, güzelliğini,başarılarını savunmak yerine Küba’ya yönelik bir dizi sığ ve temelsiz eleştiride bulunması anlaşılamaz bir çaresizlik tablosudur. “Küba’da kaldığını, Küba üniversitelerini yakından bildiğini, Castro’dan Eğitim Bakanı’na kadar üst düzey yöneticilerle toplantılara katıldığını” iddia etmesi, hiçbir gerçekliği olmayan argümanlarına temel ve ciddiyet kazandırmak için söylendiği kendini belli ediyor. Oysa kendisine değil ama bir rektöre yakışan, gidip gördüğü, en üst düzeyde temas ettiği bir durumu bilimsel/nesnel verilerle çözümlemesi ve bütünsel ve açıklayıcı sonuçlar üretmesi olmalıydı. “Küba’da içecek su yok, otobüs yok, hijyen yok” gibi
suçlamalar hem saçma hem de sığ iddialardır. Küba’da içecek su da vardır, otobüs de, hijyen de. Giden herkes bunu görebilir. Ama gitmeye de gerek yoktur. Aklı olan herkes, suyla bulaşan hastalıkların neredeyse hiç görülmediği, halk sağlığı alanında hey yıl uluslararası kuruluşların ödüllerini alan bir ülkenin suyla ilgili hijyen sorunu olduğuna inanması için başka sorunları olması gerekir.
Su demişken, kendisinin rektörlük yaptığı üniversitenin bulunduğu kent, ülkemizin başkenti Ankara’nın su ve kanalizasyon sorunlarının farkındadır umarım. Zira kendisinin pek çok meslektaşı gibi şebeke suyu kullanmadığından eminim. Ama en azından üniversitesinin Çevre Mühendisliği bölümüne danışabilir. Ankara’da özellikle son yıllarda artan bir biçimde kanalizasyon karışan sulardan kaynaklı enfeksiyon salgınları yaşanıyor. 2007 yılında Ankara’da, ülkenin başkentinde görülen bu salgınlar büyük bir skandaldır. Bu kentin en önemli üniversitesinin rektörünü Küba hakkında böyle sığ argümanlar üretmeye iten bu çaresizlik olmalı, en iyimser yorumla. Değilse, lisans ve yüksek lisans eğitimi boyunca söz konusu üniversitenin nasıl adım adım ticarethaneleştirildiğine tanık olmuş biri olarak, Küba’da bütün insanların erişimine açık bütünüyle ücretsiz (sadece okul kayıtları değil, defter, kitap, donanım, ulaşım, yemek, barınma da dahil olmak üzere) yaygın ve kaliteli eğitim sistemini karalamaya çalışmak ülkesiyle gurur duymaktan ziyade büyük bir ihaneti gizlemeye çalışmak olduğunu da iddia edebilirim.
Son olarak, bir başka noktaya değinmek istiyorum. Bizim, Küba dostları olarak, Küba’yı yüceltmek ve ülkemizi aşağılamak gibi bir amacımız kesinlikle yoktur. Sizin programınızda Küba’yı örnek gösteren öğrenci arkadaşların da böyle bir iması olmadığına eminim. Bizler Küba’daki insana yakışır kazanımları görüyor ve bunlara kendi insanlarımızın da erişmesini istiyoruz. Dolayısıyla Ural Akbulut’un Türkiye ile gurur duymayı önermesinden çok daha samimi bir biçimde Türkiye’nin gurur duyulası bir ülke haline gelmesini arzuluyoruz. Ancak bu gün yaşanan bu derin krizi görmemek ve onunla gurur duymak ikiyüzlülük olabilir sadece.
Bu nedenle Koç rektörü Aşkar’ın “ille de Küba” diyen mastır öğrencisine, “Madem Küba üniversiteleri bu kadar iyi, yüksek lisansını İzmir Ekonomi yerine Küba’da yapsaydın” demesini ibret verici buluyorum. Bu ülkenin insanları daha iyisini, daha adilini isteme hakkına sahiptirler. Bu hakkına sahip çıkan gençlerin karşısına “ya sev ya terk et” çağrışımlı bir milliyetçi zihniyet ile çıkmak bir rektör için şizoyip bir durum olmalıydı.
Oysa sadece liberal piyasacılığın hep gözükmek istediğinin aksine dışlayıcı bir milliyetçiğe ne kadar yakın olduğunu gösteriyor. Ülkemizin herhangi bir üniversitesinin rektörünün öğrencilerine “beğenmiyorsanız gidin” demeye hakkı yoktur. Ama ülkeyi daha ileri götürmek isteyenlerin ülkelerine, üniversitelerine sahip çıkmaya hakları vardır. Hatta onların daha çok hakları vardır.
Bir mektubun sınırlarını aşmamak için Küba’nın yüksek öğrenim sistemine dair sadece küçük notlar ileteceğim, durumun “parlaklığı”nı ortaya koymak için:
* Ülke genelinde toplam 49 adet üniversite bulunmaktadır.
* 22.000 öğretim elemanının yüzde 20’si doktorasını yapmıştır.
* 1959’dan bu yana 635.000 kişi üniversitelerden mezun olmuştur.
* 120 farklı ülkeden, 16.000’den fazla yabancı öğrenci, Küba’nın üniversitelerinden mezun olmuştur.
* 2004 yılı itibariyle üniversitelerde öğrenim görmekte olan 125.000’den fazla öğrenci bulunmaktadır.
* Tüm yüksek öğrenim sistemi dahilinde on binlerce yabancı öğrenci bulunmaktadır. Bu öğrenciler bütünüyle ücretsiz olarak (ders materyalleri, barınma, ulaşım, yemek, giyim vs.) eğitim almaktadırlar.
* 300’den fazla master programı vardır.
* 140’tan fazla doktora programı vardır.
* Yüksek Öğrenim Bakanlığı’nca 35 bilimsel dergi yayınlanmaktadır.
* Yüksek Öğrenim Bakanlığı Üniversitelerine bağlı 73 araştırma merkezi bulunmaktadır.
Son olarak, madem kıyaslanacaksa, Küba’nın, önce yüzlerce yıl boyunca İspanyol imparatorluğu, ardından 1959 Devrimi’ne kadar 60 yıl ABD emperyalizmi tarafından her noktasından sömürülen, 11 milyon nüfuslu mütevazi bir ada olduğunu; Türkiye’nin ise övünmeyi pek sevdiğimiz bir imparatorluğun mirasçısı neredeyse yüz yıllık bir cumhuriyet olduğunu hatırlatmama izin verin. Bizim ülkemizde de Küba’daki gibi halkın çıkarlarına hizmet eden halkın iktidarında, varın siz kıyaslayın bu ülkenin ne kadar ileri gidebileceğini.
Saygılarımla.
Tezcan Abay
Küba Dostluk Derneği
Yönetim Kurulu Başkanı
17 Şubat 2007, Ankara