Hrant Dink cinayeti ve cenaze töreni sonrası gelişmeler, Türkiye’nin siyasal tarihi, özellikle de toplumsal muhalefet açısından kritik bir dönemeç haline geldi. Şovenizme karşı beklenenin çok üzerine çıkan toplumsal tepki, hem katılım hem de öne çıkardığı sloganın vurgusu itibariyle çarpıcıydı. Anadolu topraklarında şovenizmin, ırkçılığın gerçek sınırlarını ortaya koydu. Bu süreçte egemenler arasındaki çekişmeyi aşan asıl önemli […]
Hrant Dink cinayeti ve cenaze töreni sonrası gelişmeler, Türkiye’nin siyasal tarihi, özellikle de toplumsal muhalefet açısından kritik bir dönemeç haline geldi. Şovenizme karşı beklenenin çok üzerine çıkan toplumsal tepki, hem katılım hem de öne çıkardığı sloganın vurgusu itibariyle çarpıcıydı. Anadolu topraklarında şovenizmin, ırkçılığın gerçek sınırlarını ortaya koydu.
Bu süreçte egemenler arasındaki çekişmeyi aşan asıl önemli sonuç da buydu.
Egemenlerin her iki kanadı da bu beklenmedik toplumsal patlamanın yarattığı, ilk şaşkınlığın ardından hem tepkiselleşerek hareketlendiler hem de birbirlerine karşı mücadeleyi yoğunlaştırdılar. Özellikle ulusalcı, faşist, şoven güçlerin son on yılda ağırlıkla Kürt sorununda yaşanan tıkanma üzerinden sağladıkları hegemonya bu olay sonrasında sarsıldı. Beklenmeyen bu gelişme liberal medyanın yöneticilerini bile panikletti. Daha cenaze öncesinde Ertuğrul Özkök tepkileri yumuşatmaya çalışarak, “olaya milliyetçilerin duyarlılıkları açısından da bakma gereğini” dillendirmeye başladı. Bu yazılar şoven-faşist güçler açısından adeta bir işaret fişeği işlevi gördü. Cenazedeki sloganlar üzerinden demagojik bir saldırı furyası başlatıldı. Bu gelişmeleri sindiremeyerek adeta bir panik atak geçiren ulusalcı, ırkçı, faşist güçler hızla saldırıya geçtiler. Sokak saldırıları, statlarda açtırılan ırkçı pankartlar, basında abartılarak yansıtılan beyaz bere giyme hareketleri, gemi kaçırma eylemi, internet alemindeki saldırılar, cep telefonlarına gönderilen mesajlar, tehditler… Üstelik, tüm bu saldırılar “özel harp stratejisindeki” psikolojik harekatın parçası olarak gündeme geliyor. Psikolojik harekatın bir parçası olarak eylemlere ilişkin haberler bilinçli olarak abartılıyor. Aslında hepsi bu cinayetin ardından faşist güçlerde gelişen tahammülsüzlük atmosferinin ve dağılan hegemonyanın zor yoluyla yeniden kurulma çabalarının ürünleri.
Toplumda şovenizme, faşizme karşı beliren bu sınır, ancak etkili bir savunma hattı kurulursa, varlığını sürdürebilir. Bu sınır inatla savunulamazsa, şovenizm son on yıldaki hegemonyasını, bu kez şiddeti esas alan daha kirli yöntemlerle yeniden tesis edecektir.
Nitekim faşistlerin istedikleri yönde birtakım gelişmeler oldu. Cenazenin ardından başlayan saldırıların hemen sonrasında ilerici aydınlar ve liberaller arasında bir panik havası esmeye başladı. Gazete sütunlarında bu hava görüldü. Oysa bir anda toplumda azınlık durumuna düşen şoven güçlerin yürüttükleri psikolojik harekatla zaten amaçladıkları da buydu.
Faşist güçlerdeki şiddetli tahammülsüzlüğü yaratan bir dizi neden var. En önemlisi, Hrant Dink cinayetiyle birlikte, ırkçı, faşist güçlerin ellerindeki en önemli ideolojik argüman olan “vatanseverlik” vurgusu inandırıcılığını yitirdi. “Türkiye’nin bölünme tehlikesi” toplumda ne ölçüde etkili bir argümansa ve toplumun sağduyulu her kesimi emperyalizmin bu bölme tehdidine karşı içten bir tepki gösteriyorsa, şoven-faşist güçlerin Anadolu halklarının bir arada yaşayabilmesini torpillemeye dönük eylemleri de “emperyalistlerin iç çatışma çıkarma tehdidine uygun olarak” o ölçüde tehlikeli ve tepki çeker hale geldi. Yani Hrant Dink cinayeti Anadolu halklarının bir başka sağduyu noktasının dışa vurulmasına vesile oldu. Faşist, şoven güçler tarafından en çok aşağılananlardan bir Ermeni (üstelik de sosyalist), onca tehdide boyun eğmedi. Bu vatan için canını ortaya koydu. Onun için bölücülük suçlaması da geçersizdi. Çünkü şovenizme karşı olduğu kadar, Ermeni devletinin ve Ermeni diasporasının milliyetçi tezlerine karşı da mücadele ediyordu. Şoven-faşist mihraklar gibi, sırtını devlete ve güce dayamamıştı. Bu ülkede eşit bir vatandaş olma idealine sımsıkı sarılmıştı. Mazlumlar adına verilen bu meşru mücadele bir anda toplumu etkiledi. Faşistleri vicdanlarda mahkum etti. “Hepimiz Hrant’ız, Hepimiz Ermeniyiz” sloganıyla kendisini mazlumlarla özdeşleştiren yüz binler, bu toplumda ilk kez şovenizm karşısında cepheden ve çok etkili bir tutum aldı. Tepkilerin yoğunluğu, şoven-faşist bloğun meşruiyetten yoksun, gözünü iktidar hırsı bürümüş bir azınlık olduğu bir anda toplumun gözünde netleşti.
Toplumsal muhalefet cephesinde (Türkiye’nin genel siyasal bölünmesine paralel), bu cinayet ve sonrasındaki gelişmeler, iki ana senaryo etrafından tartışılmaktadır. Birincisi liberaller, liberal solcular tarafından savunulan, “varoşlarda yayılan milliyetçi-faşist atmosfer, ulusalcı-milliyetçi güçlerin totaliter iktidar hırslarını sergiliyor”. İkincisiyse, ulusalcı solcular tarafından savunulan “bu gidişin yönü ABD kontrolünde bir ‘turuncu dönüşüm’ doğrultusunda gelişerek ülkenin tüm yurtsever güçlerinin tasfiyesine yol açacak”. Kuşkusuz egemenlerin iç çatışmalarına paralel kurulan bu denklemde her iki taraf da önemli noktalara vurgu yapıyorlar. Ancak bakış açılarındaki zaaf, sürece ezilenler açısından bakamamaları ve bunun sonucunda olayın bir yönünü abartıp, diğer yönünü görmezden gelerek, nesnel olarak egemenlerin birisinin yanında yer alma noktasına düşmeleridir.
Bu olayda, (cinayet hangi senaryonun parçası olarak işlenmiş olursa olsun) tepkiler egemenlerin kontrolü dışına çıkan demokrat bir boyuta yükseldi. Devrimciler memlekette yaratılmak istenen genel ırkçı, şoven atmosfere karşı oluşan bu demokrat yönelimi savunan ve güçlendiren bir tutum izlemelidir. “Liberallerle aynı safa düşüyoruz”, “liberaller bu süreci egemen medya aracılığıyla yönlendiriyor” türü argümanlarla bu sürecin dışında kalınamaz, tereddütlü bir tavır alınamaz. Çünkü burada savunulan halkın bağrından yükselen demokrat bir tutumdur. Derinleştirilmesi gereken boyut budur.
Liberaller ve aydınlar hızla gelinen noktadan ürkerek geri bastılar. Tayyip Erdoğan ise, bir iki “derin devlet” lafı edip, önce işi kendine yumurta atan Halkevcilere getirme komikliğine kadar düştü. Ardından da hedef kaydırıp, “bunlar kafatasçı” diyerek olayı MHP ile oy mücadelesine döktü. Bu süreçte hedefe kontrgerilla oturtulmalıdır. Oysa bu süreçte Tayip Erdoğan derin devletle uğraşma adına kendi emniyet kadrolaşmasının önünü açmaya çalışırken, Cumhuriyet gazetesi bile bu durum karşısında kontrgerillayı savunur bir tutum takındı.
Egemenlerin herhangi bir kanadının kontrgerilla konusundaki “tarihsel tıknefesliliği” bilinir. Ancak toplumsal muhalefetin pozisyonu daima bu tartışmanın sivri ucu olarak, konunun daha fazla deşilmesinin önünü açıcı bir tutum almak olmalıdır. Ama tek başına “turuncu dönüşüm” tehlikesine işaret edilerek, sürecin barındırdığı demokratik dinamiklerden uzak durularak bir yere varılamaz. Kaldı ki, liberallerin “varoş edebiyatında” ortaya çıkan elitist ve halktan korkan tutumlarında görülen antidemokratik özün içinden halkçı ve demokratik bir yönelim çıkmayacağı ortadadır.
Diğer yandan ise, bu sürecin içindeki emperyalist politikalar göz ardı edilerek demokratik bir pozisyon alınamaz. ABD’nin bu süreci Türkiye’nin en öndeki ülke haline geldiği yeni sömürgeci modeli oturtmak ve Ortadoğu ve Kafkaslardaki dengeleri lehine çevirmek açısından değerlendirdiği tartışmasız bir gerçektir. Dolayısıyla okları sadece milliyetçilere, faşist çetelere çeviren ama onları besleyip, büyüten ana odağa, ABD’ye dokunmayan bir çizginin, yani anti emperyalist olmayan bir çizginin demokratik bir öz taşıması olası değildir. Ülkemiz liberalleri ve liberal solcuları tam da bu nedenle egemenlerin bir kampının yanında yer almaktadı
rlar ve önerdikleri siyasal modellerin hiçbirisi demokratik bir öz taşımamaktadır. ( Bu arada cenazenin ertesi günü, kargaşadan istifade eden AKP, birkaç yıldır geçiremediği “Kitle imha silahlarını önleme” gerekçeli ama aslında ABD ile yeni bir askeri anlaşma çerçevesi oluşturan temel bir yasayı meclisten sessizce geçiriverdi.) Buna karşın, bu süreci sadece dış güçlerin komplolarına bağlayarak, onların içerdeki derin uzantıları göz ardı edilerek de demokratik bir yöne gidilemez. Olsa olsa egemenlerin bir kanadının yanına düşülür.
Özellikle Kürt hareketinin bu süreçten çıkarması gereken son derece önemli mesajlar var. Anadolu halkları Türk, Kürt, Ermeni ve diğer unsurlarıyla kardeşlik çağrısını çıkarmış, bunlar içinde emperyalizmin güdümündeki milliyetçiliğe ise yol açmayacağının mesajını vermiştir. Bu kritik mesaj doğru okunmalı ve gereği yapılmalıdır. Bölme tehdidi taşımayan ama ulusal kültürel kimliğe saygı talep eden bir kardeşlik çizgisinin Türkiye toplumundan geniş bir destek alabileceği görüldü. Böyle bir kardeşleşme çizgisinin ortak anti-emperyalist hedeflerle ve yoksul halkın insanca yaşam talebiyle bütünleşmesi halinde çok daha somut ve sürekli bir temel kazanacağı da kesindir.
Gerici-liberal ve şoven-faşist güçler arasındaki bu çatışmanın derinleşeceği ve özellikle şoven-faşist güçlerdeki hareketlenmenin ve saldırıların muhtelif biçim ve konularda artarak süreceği konusunda hiçbir kuşku duyulmamalı. ABD kongresindeki “Ermeni Soykırımı” yasa tasarısı, PKK’ye karşı (muhtemelen K.Irak’ta da) sürecek operasyonlar ve Kıbrıs konusu ırkçı-milliyetçi atmosferi tırmandıracak. Bunu öngören AKP bu konularda milliyetçilerden eleştiri almamaya özen göstermekte. 301. madde konusunda da içerinin tepkisini dikkate alırken, dışarının gözünü boyamaya özen göstermekte.
İçinden geçtiğimiz bu siyasal süreç ilerici toplumsal muhalefet örgütleri açısından da belirleyici olacak. Şimdi bir yandan Hükümeti, Emniyeti, Fethullahçıları, MİT’i, BBP’yi, MHP’yi, faşist çeteleri, orduyu ve basındaki, STK’lardaki kontracıları kapsar bir şekilde “kontrgerillanın köklerinin” açığa çıkmasına yönelik bir baskı gücü oluşturulmalıdır. Gidişatın “köktenci bir Susurluk sürecine” doğru yönelmesi hedeflenmelidir. Egemenler bundan kaçınacaklarını gösterdiler. Ancak çatışma derinleştikçe bu ihtiyaç yeniden ve yeniden gündeme gelecektir.
Öte yandan, tüm Türkiye toplumunu kardeşlik ve sol değerler çevresinde bütünleştiren bir savunma çizgisi oluşturulmalıdır. Bu savunma çizgisi, örneğin ırkçılık karşıtı bir kampanya ile dışa vurulabilir. Elbette bu savunma çizgisinin kaçınılmaz bir boyutu da mahallelerde, üniversitelerde bu faşist çetelerin şirretine asla prim verilmemesidir. Ama bu çizgi devrimcileri de “karşı çete” görüntüsüne büründürmemelidir. En geniş kesimleri kapsamaya özen gösteren, meşru ve ilkeli bir savunma hattı örülmelidir. İşyerlerinde de yükseltilmeye çalışılan bu gerici ve şoven dalgaya karşı şimdi barışı, kardeşliği, demokrasiyi ve sol değerleri savunma zamanıdır. Gelinen noktada, DİSK, KESK, TTB gibi kurumlar diğer ilerici muhalefet örgütleriyle birlikte öne çıkmalıdır.
İlerici toplumsal muhalefet örgütleri, popüler siyasetin milliyetçi, şoven ve gerici-liberal bir düzleme hapsedilmeye çalışılacağı bu koşullarda aktif bir savunma çizgisi inşa etmeli. Şoven güçlerle etkili bir ideolojik mücadele yürütülmeli. Gündelik yaşamın hiçbir zemininde ırkçı, faşist güçler karşısında pısırık bir tutum alınmamalı. Mahallelerde, sokaklarda, okullarda, işyerlerinde, tüm yaşamsal alanlarda, ezilenlerin ve emekçilerin en geniş talepleriyle bütünleşen kardeşlik çağrılarının odakları yaratılmalıdır.