Önümüzde, biri kısa diğeri de uzun dönemde yaşamlarımızı altüst edecek iki kriz olasılığı var. Kısa dönemde küresel çapta mali kriz, uzun dönemdeyse daha şimdiden kendini hissettirmeye başlayan bir ekolojik kriz olasılığı var. Laf çok… 2006 başından bu yana, uluslararası medya bu konularla ilgili tartışmalarla dolu. Bu yıl da Davos’teki Dünya Ekonomik Forumu ‘nda, bu iki […]
Önümüzde, biri kısa diğeri de uzun dönemde yaşamlarımızı altüst edecek iki kriz olasılığı var. Kısa dönemde küresel çapta mali kriz, uzun dönemdeyse daha şimdiden kendini hissettirmeye başlayan bir ekolojik kriz olasılığı var.
Laf çok…
2006 başından bu yana, uluslararası medya bu konularla ilgili tartışmalarla dolu. Bu yıl da Davos’teki Dünya Ekonomik Forumu ‘nda, bu iki konu gündemin başında oturunca tartışmalar “yine” yoğunlaştı. Geçen hafta Birleşmiş Milletler Hükümetlerarası İklim Paneli Paris’te II. İklim Raporu’nu açıkladı: Küresel ısınma bir gerçekti, “çok büyük olasılıkla” insan etkinliğinden kaynaklanıyordu. Atmosferdeki karbondioksit oranı sanayi devrimiyle artmaya başlamış,1960-2005 arası ama özellikle 1990’larda (küresel serbest piyasa projesiyle) iyice hızlanmıştı. Böylece uygarlığı tehdit eden yaşamsal tehlike bir kez daha vurgulanmış oluyordu.
“Bir kez daha” diyorum çünkü, konuya, Davos’takilerin dikkatini çekmeyi başaran 700 sayfalık Stern Raporu (2006), bugünden önlem almazsak, yarın ekonomik sistemimizin çökeceğini bir kez daha ortaya koymuştu. Hükümetlerarası panel ilk raporunu 2001 yılında yayımlamış, küresel ısınmanın bir gerçek olduğunu, çok büyük bir olasılıkla insan etkinliğinden kaynaklandığını vurgulamıştı. 2001-2007 arasında onlarca rapor, konferans hep küresel ısınmanın bir gerçek olduğunu, çok büyük bir olasılıkla insan etkinliğinden kaynaklandığını vurguladılar. Kısacası, laf çok ama sıra eyleme gelince, ortada piyasanın ufkunu aşan bir şey yok. Küresel ısınmaya neden olan karbon gazlarının yüzde 26’sını üreten ABD, hâlâ Kyoto Protokolü’nü imzalamış değil. Başkan Bush , bu yılki, Birliğin Durumu konuşmasında değinmemiş olsaydı, sorundan haberi bile yok diye düşünebilirdik. Kyoto Protokolü’ne gelince, en önemli üyelerinin bile konulan hedefleri tutturamamış olmaları tam anlamıyla skandal.
Peki, neden önlem alınamıyor? Davos’taki tartışmalara bakılırsa, bu konuda, hükümetlerin, adeta traktör farları önündeki tavşanlar gibi donup kalmalarının iki nedeni var.. ikisi de piyasalarla ilgili. Birincisi, hükümetler, piyasaların (büyük şirketlerin ve temsilcilerinin) elinde tutsak. Süreçlerinin artık iyice medyatikleşmesi, medyanın yerel ve uluslararası tekellerin eline geçmesi, büyük firmaların seçim kampanyalarına mali katkılarının öneminin artmış olması da, zaten yapısal kökleri olan bu tutsaklık durumunun aşılmasını olanaksızlaştırıyor. Halen kıran kırana bir küresel rekabete kitlenmiş dev firmalar ise küresel ısınma adına üzerlerine yeni bir maliyet unsuru daha eklenmesine kesinlikle karşılar; “Karışmayın, piyasalar halleder” düşüncesinde ısrarlılar.
İkincisi, yine geçen 25 yılda toplam kirlenme içinde payları, mutlak olarak hâlâ küçük olmakla birlikte göreli olarak hızla artan Çin ve Hindistan gibi gelişmekte olan kimi ülkelerin seçkinleri, gittikçe artan ekonomik ve siyasi güçlerini olumsuz etkileyecek önlemleri almak istemiyorlar. Davos’ta sorunu, gelişmiş ülkelere “Bugünkü durumdan tarihsel olarak siz sorumlusunuz, hâlâ da en büyük kirlenmeyi siz yaratmaya devam ediyorsunuz. Üstelik kendi koyduğuz kurallara da uymuyorsunuz, sonra gelip bizden, küresel ısınmayı engellemek adına ekonomik büyümeden fedakârlık etmemizi istiyorsunuz” diyerek bir kez daha açıkça ortaya koydular. Fedakârlık yapılacaksa, bu uluslararası işbirliği içinde olmalıydı, bunun maliyetinin bir kısmını da zengin ülkeler üstlenmeliydi.
Ancak, gelişmiş ülkelerin, gelişmekte olan ülkeleri mali olarak desteklemeye hiç niyetleri yok. Aksine, onların gittikçe artan rekabet gücünden yakınmaya başladılar. İkincisi, bu tür bir desteği düzenleyecek olası bir kurumsallaşma neo-liberal, “serbest piyasa” ilkelerine radikal bir biçimde ters.
Hışt, hışt geliyor…
Mali kriz tehlikesi konusunda da durum farklı değil. İki yıldır, merkez bankaları, ünlü ekonomistler, 2003’te başlayan likidite genişlemesi üzerinde hızla şişen kredi piyasalarında, özellikle “carry trade” (düşük faizli -örneğin Yen- parayla borçlanıp yüksek faizli -örneğin YTL- parayla kredi vermek) ve türev piyasalarında gittikçe artan risklere dikkat çekiyorlar. Ama, piyasalarda “sistemik bir mali kriz” olasılığı artmaya devam ediyor. Bu bağlamda üç neden saptanabilir. Birincisi, uluslararası rezerv para, ABD Doları çok kritik bir döneme girdi. ABD’nin cari açığı artmaya devam ederken Asya ülkeleri ve OPEC ülkelerinin merkez bankaları, doların rezervleri içindeki payını azaltmaya başladılar. Bu, dolarda ani bir gerileme olasılığının güçlenmesi anlamına geliyor. İkincisi, yatırım araçlarındaki getiriyi maksimize ederken, riski dağıtmayı amaçlayan ve “küresel serbest piyasa” projesi sayesinde özellikle son 10 yılda hızla artan çeşitlenmeler (türevler) çok büyük bir belirsizlik yarattı. Risk bir taraftan yayılırken öbür taraftan kimin ne kadar risk aldığı hesaplanamaz hale geliyor. Bu arada “kaldıraçlı” (borçlanarak yapılmış) kontratlar üst üste yığılmaya devam ediyor. Üçüncüsü, ikinci şıkta değindiğim risklerin gerçekleşmesiyle yakından ilgili. Likidite bolluğu, “carry trade” halen esas olarak yüzde 0.25 düzeyinde seyreden Japonya faizlerine indekslenmiş durumda sürdürülebilmesi için, Japon ekonomisinin durgunluktan çıkmaması gerekiyor. Bu gerçekçi bir varsayım değil! Eninde sonunda Japonya’da ekonomi canlanacak, faizler yükselmeye başlayacak. O zaman Yen, 1998’de olduğu gibi aniden yüzde10-12’lik oranlarda değerlenmeye, Yen’e bağlı “carry trade” de mecburen çözülmeye başlayınca, ünlü döviz spekülatörü Warren Buffet ‘in deyişiyle, “Sular çekildiğinde, kimin denize donsuz girdiği de belli olacak” . İşte bu noktada, ucu bucağı belli olmayan risk zincirinin nasıl kırılacağı da meçhul.
Mali piyasalar çökerse “köpükler” de temizlenir demek de kolay değil. Çünkü küreselleşme denen sürecin insanlığın başına açtığı bir bela daha var. Tarihsel olarak mali piyasaları reel ekonomi ve ona ilişkin beklentiler sürüklüyordu. Bir süredir, özellikle ABD’de (ama birçok gelişmekte olan ülkede de) mali piyasalara ilişkin beklentiler reel ekonomiyi sürüklüyor. Kapasite fazlası baskısı, hep bu beklentiye bağlı olarak finanse edilen taleple karşılanmaya çalışılıyor. Dolayısıyla mali krizden söz ederken aslında 1930’lara rahmet okutacak bir talep daralmasından, depresyondan söz ediyoruz.
Piyasaların ve onların elinde tutsak siyasetçilerin tutumu, herkesi kriz çıkmayacağına inandırma çabalarıyla sınırlı, çünkü piyasaları yöneten dev yatırım bankaları işlerine karışılmasına izin vermiyorlar. İddialara göre, “küresel serbest piyasa” , riskleri iyice dağıtarak kredi piyasalarında bir kırılma olasılığını artık gündemden çıkartmış. İşte beni de en çok bu korkutuyor. Benzer iddialar,1990’ların sonunda da dillendiriliyor, Dow Jones 36.000’e gidiyor başlıklı kitaplar çıkıyordu. Sonra, piyasa köpükleri patladı, bir depresyon oluşmaya başladı. Derken önce 11 Eylül, Afganistan, Irak ve malum likidite genişlemesi… Acaba bu kez gündemde ne var? Yeni bir likidite genişlemesi olmadığı kesin!..