Türkiye’de devlet-toplum ilişkilerinin özgün niteliklere sahip olduğunun sanırım birçoğumuz farkındayızdır. Tüm devlet tezlerine rahmet okutan ve toplumu derinlerden yönlendirme yeteneği üst düzey olan faşist bir gelenekle karşı karşıya olduğumuz da bir gerçek. Milli eğitim tezgahından geçen ve daha çocuk yaşta sorgulayıcı değil de doğru-yanlış ekseninde eğitilen zihinlere sahip olmamız ve neredeyse doğamıza işleyen bir düşünüş […]
Türkiye’de devlet-toplum ilişkilerinin özgün niteliklere sahip olduğunun sanırım birçoğumuz farkındayızdır. Tüm devlet tezlerine rahmet okutan ve toplumu derinlerden yönlendirme yeteneği üst düzey olan faşist bir gelenekle karşı karşıya olduğumuz da bir gerçek. Milli eğitim tezgahından geçen ve daha çocuk yaşta sorgulayıcı değil de doğru-yanlış ekseninde eğitilen zihinlere sahip olmamız ve neredeyse doğamıza işleyen bir düşünüş biçimini toplum olarak içselleştirdiğimiz gerçeğini kabul etmek zorundayız. Tüm toplumsal paranoyalarımızın ve histerik nöbetlerimizin kökeninde yer alan bir canavarı deşifre etmek zorundayız: Faşizm.
Daha ilkokul sıralarındaki yetiştirilme biçiminde bile görülebilen bir zihin kontrol mekanizması süreci daha ileride “Türk”, “Ulus” ve “Devlet” kavramlarına bu kadar anlam atfetmemizi gerektirir nitelikte. Eminim birçoğumuz bunun farkında bile değiliz. Ben veya benim gibi bunun farkında olabilenler için bile, içimizdeki faşizan düşünüş biçiminin ne derece dışına çıkabildiğimiz de kuşkulu. Zira kendi kendimi yeterli objektiflik düzeyinde tartamayacağımdan, bu faşizan öğelerin bir kısmını barındırabileceğim gerçeğini bir kez olsun gözden geçirmem gerekiyor.
Özellikle Türkiye’de sol zihniyeti de kendisine esir alan bir eğitim sistemi var. Sağ olsun, sol olsun, bütün ideolojik bakışların bu “resmi” sosla bulanması “devrim” kavramı ile kendisini tanımlayan sözde sol kesimin neredeyse açıktan statükodan yana tavır almasına yol açıyor. Bu zihniyeti kökleştiren ve yaygınlaştıran, içimize işlettiren bir milli eğitim var. Aynı eğitim sisteminin içerisinde gençlerin sorgulamasını gerektiren en önemli unsurlar veya okumalar yok. Bilim felsefesi, nesnellik-öznellik tartışmaları, yapı-özne ilişkileri hiç ele alınmıyor, Dostoyevski gibi bir yazar resmen yok sayılıyor.
Örneğin eğitim sisteminin her katmanında ulus kavramı etrafında dillendirilen bir sürü metaforlar zinciri ile karşılaşıyoruz. Herşey ulusun çıkarlarına olması gerekiyor gibi bir yargılar zinciri zihniyetin totaliterleşmesini ve tektipleştirilmesini gerektirir. Halbuki özellikle de kapitalist toplumsal formasyon üretim araçlarının özel mülkiyetinin belirlediği sınıflar ve gruplardan oluşur. Bu sınıfların veya grupların çıkarları da farklı yerlerdedir. Fakat şunu da açığa kavuşturmak gerekli ki burada “grup”tan kastım Weberyen bir grup analizi değildir, yine üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin son kertede belirlediği bir gruplaşma biçimidir. Türkiye toplumunun her ferdinin tek bir çıkar nesnesi etrafında toplanmasının imkansızlığı bir yana, böyle bir durumu savunmanın yine kapitalist sistemin yeniden üretimine yarayacağı açıktır. Üstelik bunu da yine kapitalist sistemin tarihsel-toplumsal koşulları belirler. Yani birçok liberal söylemin aksine, keynesyen refah devleti de ulusal kalkınmacı üçüncü dünyacı paradigma da yine kapitalizmin 1945-70 koşullarının bir ürünüdür. Kapitalizme içkindir. Bu bakımdan konuyu fazla dağıtmadan “ulusal” kavramının sadece bir retorikten ibaret olduğu ve de zihinlerin daha ileride yönlendirilmesini kolaylaştırdığı özellikle vurgulanmalıdır. Fakat süreç özellikle bugünlerde ulus-devlet açısından epey sıkıcı bir görünüm arz ediyor ki, bu durum da bütün tartışmalara damgasını vurur nitelikte. Ulus-devlet de artık merkez kapitalist devlet ve onların hakim sınıfları açısından işlevini kaybetmiş ve şekil değiştirmeye başlamıştır. Yani dünya genelindeki sermaye birikim sürecinin ihtiyaçları açısından daha da işlevli hale getirilmektedir. Şimdilik en göz önündeki entelektüel ve toplumsal çatışma alanı olarak bunu görüyorum.
Toplumun mevcut sorunlar açısından fikir üretebilirliği, toplumun homojen bir bütün olarak algılanması daha milli eğitim sıralarında iken gerçekleştiriliyor. Oysaki herhangi bir kavramsal açıklamalar bütününü belirli bir kavrayışla ele almayı özgür iradelerle başarabilirsek, bu sloganvari beylik laflardan da kaçınmak kolaylaşacak. Dünya üzerindeki olaylar veya Türkiye özelindeki olguların birbiriyle ilintililiğini, sınıf analizi ile ve daha da geniş ölçekte dünya genelindeki sermayenin toplam sosyal döngüsünün süreç açısından genel bir belirleyiciliği olduğunu bilerek açıklamak daha gerçekçi bir durum arz ediyor. Bu açıdan “Türkiye’nin çıkarları” veya “Kuzey Irak’a müdahale” gibi genelleştirici “doğruların” dillere dolanmasının bir zamanlar zihinlerimize konulan “eğitim” çipleri sayesinde olduğuna kuşku yok. Üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin şekillendirdiği sınıflı toplum yapısı zaten iktisadi anlamda çıkarları da farklı yerlere iter. Bunu dünya sistemi bağlamlı genişletir isek de herkes için aynı doğrulardan bahsetmek iyice zorlaşacaktır. Belirli bir zümrenin çıkarları, büyük bir çoğunluk için zarar demek olsa da zihinlerin iğdiş edilmesi devletin rıza aygıtını bir anlamda dayatmasıdır.
Bütün bu söylenilenler ile birlikte Hrant Dink suikasti bize bu sıralardan yadigar. Nerede tartışsak, konuşsak, bireyler üzerindeki kimliği, rızayla olmaz ise zorla dayatma karşımıza çıkıyor. Kapitalizme içkin olan güçlü ulus-devlet formasyonu eğitimi de kitleselleştirerek bir anlamda bir mantığı da kitleselleştirdi. Tektipleştirdi. Sınıfsal farklılıkları insanlara yok saydırarak sözde çıkar birliğini mantıklara dayattı. Küresel süreç bunun böyle olmadığını gözlerimize soktu. Ancak Türkiye özelinde bu formasyon iyice direnme gösteriyor. Kendi varlık koşulu için her türlü farklılığı yok etmeye hazır ve nazır hücum kıtalarını meydana sürüyor. Fakat bu durumun yanında kapitalist ilişkilerin tek yanlı mantığı ve kültürel empozeleri de farklılıklara pek izin verir cinsten değil. Postmodern faşizm ise kutsadığı mülkiyet ve sözde serbest piyasaları ile dünya insanlığını “selamlıyor”. Kapitalizmin özellikle de Amerikan versiyonunda eşitsizlik neredeyse övünülecek birşey oluyor.
Gerçek bir özgürlük ve özgür düşünce şimdilik bize yakın bir yerlerde durmuyor. Herhangi bir silahlı hareketin bastırılmasının meşruiyeti hiç tartışılmaz bir doğru olarak kabul edilirken, yine bunun toplumsal bir rahatsızlığın sonucu olduğu görmezden geliniyor. Barış adına görüşlerini dile getirenler kendilerini milliyetçi veya ulusalcı (hepsi özde bir) olarak adlandıranlar tarafından vurulup hain ilan edilebiliyor. Silahlar üzerine yeminler edilebiliyor. Farklı paradigmalardan bakmayı daha baştan körelten ve beyinleri iğdiş eden bir “milli” eğitimden daha ne beklenilebilirdi ki zaten.
İçimizdeki faşisti durduralım! O bizi durdurmadan…