Tecrit, günümüz hayatında bildik bir kavram olarak yer almaya başladı. Konuyu fazla değil, birazcık dahi eşelediğimizde yalıtılmışlığın ya da popüler adıyla tecridin, salt bir bakanlığın sorumluk alanıyla ilgili olmayıp, hayatın her alanında kendini gösterdiği anlaşılacaktır. Genel bir bakışla tecrit, emperyalist-kapitalist sistemin dünyayı kendisi için hizaya sokması demek olan yeni dünya düzeni politikasının sonuçlarından biridir. Hapishanelerdeki […]
Tecrit, günümüz hayatında bildik bir kavram olarak yer almaya başladı. Konuyu fazla değil, birazcık dahi eşelediğimizde yalıtılmışlığın ya da popüler adıyla tecridin, salt bir bakanlığın sorumluk alanıyla ilgili olmayıp, hayatın her alanında kendini gösterdiği anlaşılacaktır. Genel bir bakışla tecrit, emperyalist-kapitalist sistemin dünyayı kendisi için hizaya sokması demek olan yeni dünya düzeni politikasının sonuçlarından biridir.
Hapishanelerdeki tecridin ortadan kaldırılması için uzun zamandır sürdürülen ölüm oruçları geçtiğimiz 19 Ocak’ta, Adalet Bakanlığı’nın yeni bir genelgesine dayanılarak bitirildi. Ancak bu yazının asıl konusu hapishanelerdeki tecritten öte, yukarıda da gönderme yapıldığı gibi, emperyalist sistemin ve yerel işbirlikçilerinin içeri-dışarı tüm yaşam alanlarında toplum birimlerini kıskaç içine alıp, birbirinden yalıtması sorunudur.
Gerek içeri dediğimiz hapishaneler, gerekse dışarı dediğimiz mahpus duvarlarının dış tarafı sistemin böl-parçala-sindir; olmadı yok et, şeklinde birbirini takip eden bir zincirin halkaları misali tecrit altındadır. Çeşitli gösterilerde atılan aşağıdaki slogan bu noktadan bakıldığında, aslında gerçeğin açık seçik olarak bir dışavurumudur: “İçerde dışarıda hücreleri parçala.”
Hücreler faşizmin, hem hapishane duvarlarının içinde, hem de dışında, toplumsal yaşam ve yaşamın dinamiklerini parçalayıp birbirinden yalıttığı bölmelerdir. Mevcut sistem, birimizi diğerinden; diğerini ötekinden; şimdikini öncekinden; günümüzü gelecekten kopartıp sosyal açıdan tecride tabi büyük bir hapishane yaratmaktadır. Dört bir koldan çeşitli yöntem ve çeşitli araçlarla oluşturulan yozlaşmış bir “ben” duygusu, bir diğerine karşı duvar örmeyi, kendi dışında olan bitenleri umursamamayı, bireyi kendi gemisinin kaptan köşküne sıkıştırmasını da beraberinde getirmiştir. Çıkar alanları diyebileceğimiz hücreler işgal ve yağma düzeninin beslenme alanlarıdır. Bu tür hücrelerin patlamasına düzenin tahammülü yoktur. Mesela, yüz binler Hrant Dink’in cenaze töreninde, “Hepimiz Ermeni’yiz” diye haykırdığında, emperyalizme dayalı gericilikle beslenen faşist odaklar, bamteline basılmış gibi yerlerinden fırladılar. Evet, aslında burada toplumsal açıdan parçalanan bir hücre söz konusudur. Öteden beri yaşadığı baskılardan dolayı sesi soluğu çıkmayan, kendi içine kapanık yaşayan Ermeni halka uzanan bir kardeşlik ve mücadele eli vardır. Tecrit ve baskı duvarlarından pirim sağlayanlar hak ve özgürlükten yana olan insanların bütünleşmesi karşısında paniğe kapılıp, aksi yönde eyleme geçmeye başlamışlardır.
Hücre içinde hücrecikler
Hücre, hapisteki tecridin fiziki anlamdaki ifadesi. Süreç içerisinde doğurduğu sonuç insanın sosyal ve psikolojik açıdan tükenişidir. Sesten, ışıktan, güneşten, havadan, sudan, kitaptan, güncelden, yemeden-içmeden ve daha önemlisi insandan yalıtımdır. Tüm bunlardan biriyle ne zaman, nasıl ve ne kadar yüzleşeceğin senin elinde değildir. Uyarılma ve uyarma neredeyse sıfır pozisyondadır. En doğal olan beslenme hakkı bile, böl-parçala-sindir, tredmanını uygulayan idarenin elindedir. Ses, ışık, hava, su vs.. her bir şeyden yararlanma da tredmana göre ayarlanır. İstemediğin halde, adına ister müzik, ister başka bir şey deyiver, her an bangır bangır bir gürültü ile işgal edilebilir hücren! Belki uyumayı belki, okumayı seçtin. Senin düğmeye basıp gürültüyü dindirme şansın hiç yok. Gecenin bir saatinde okumayı mı düşündün. Dışarıdaki el kendi düğmesinden ışığı kapatmıştır. Hücredeki bir prizi ve bir musluğu dahi kendi ihtiyacına göre açıp kapama özgürlüğü yok.
Hücrelerin ortak özelliği sessizlik… Evet sessizlik; kendi sesine yabancılaşacak denli, onu başkasının sesi sanacak denli derin bir yara açmıştır ruhunda. Ne hücreye dıştan verilen sesleri dindirecek, ne de kendi sesini yabancılıktan kurtaracak bir olanağın vardır. Başını alıp gideceğin kuytu bir köşen zaten yok. Çünkü her köşe sana sesten daha yakın ve her köşe, köşe-bucak olamayacak kadar el altında. Yalıtılmışlığın, tecridin dayanılmaz ağırlığı hücreye abanmış, senin de canlı hücrelerini esir almıştır. Sağlıklı bir insan gibi düşünmenin olanakları ortadan kalkıp, paranoyalar beyne hakim olmuştur. Günbegün yitip giden, gün be gün ölümün safına katılan, ufalan bir yaşam kendini ortaya koymuştur.
Ya dışarıdaki hücreler
Dışarıdayız. Güneşin, gökyüzünün altında. Kentler, köyler, yollar, caddeler, meydanlar önümüzde. Çevremizde on binler, yüz binler, milyonlar var. İstediğimiz zaman istediğimiz yere girer çıkar, istemediğimiz insanlardan uzak durur, istediğimizle yakınlaşabiliriz. Ancak tüm bunlar sosyal bir varlık olan insan için özgürlük değildir. İçerideki, dışarıdaki bütün insanlar sosyal bir bütünün parçasıdır. İçerdekinin insani açıdan özgürlük hakkı olmadan dışarıdakinin özgür olduğunu söylemek bir aldatmaca, yanılsamadır. Hele de içeridekinin tutsaklığının temelinde, toplumun temel hak ve özgürlükleri mücadelesi yatıyorsa.
İçeridekinin hücre hapsine alınması zaten dışarı ile arasına oldukça kalın bir duvar koyar. İçerdekiyle, dışarıdaki ayrı hücrelerdedirler. İçerdekiler aralarında apayrı hücrelerdeyken, dışarıdakiler de gözle görülmeyen hücre duvarları arasına sıkıştırılmışlardır; Dışarıdaki küçük günlük amaçlar, küçücük çıkar ilişkileri içine hapsedilmiş olarak tecridi yaşamaktadır. İçerideki fiziki olarak bölünüp, bölümlere hapsedilmiştir. Dışarıdakinin ise toplumsal dinamiği çok yönlü yozlaştırılıp çürütülerek irili-ufaklı “ben”lere bölünmüştür. Bir aile mekanında bile, aile üyelerinin kimi bir televizyon dizisine olan bağımlılığını tatmin ederken, kimi cep telefonuyla en yakın arkadaş gibi bütünleşirken, bir başkası da bilgisayar başından kalkıp sofraya oturmayacak kadar meşgul(!)dür. Tek bir ailedirler. Ama hepsi kendince çok yoğun ve yoğun oldukları kadar da yalnızdırlar.
Sosyal hayattaki kararlarda toplumsal ve ekonomik ortak çıkarlar yerine, gerici denilebilecek dinsel, yöresel özellikler belirleyici olabilmektedir. Örneğin; bir sendika genel kurulu seçiminde hemşerilik ilişkisi damgasını vurabilmektedir. Gerçekte tüm bunlar böl-parçala-yönet politikasının bir sonucu olan tecritte ifadesini bulmaktadır. Sistem küçük çıkar anlayışını enjekte ederek küçük düşünmeyi aşılamıştır. Küçük düşünme, toplumsal olanı, yani büyük düşünmeyi dışarıda bırakmıştır. Geriliklerle örülen ağlar toplumu küçük küçük gözenekler içine sıkıştırmıştır. Hal böyle olunca, her birey ya da grup doğrularını ve yanlışlarını ancak kendi penceresinden göründüğü gibi yorumlamaya başlamıştır. Özünde geçerli olan ise egemen iktidarın, egemen düşüncenin bakış açısındır. Sosyologlar, bu tarz yaşamın empatik olamamayı beraberinde getirerek, ötekini de dışlamayı doğurduğunu belirtmektedirler. Bir bakıma empatik olamama, hücre duvarlarının korunmasını, kalınlaşmasını, yani dışarıdaki tecridi pekiştirmeyi.
Büyük düşünebilme, büyük görebilmekle, olaylara bir gözenekten değil, toplumun içinde bulunduğu bütünün penceresinden bakmakla olanaklıdır. Toplum ise genel olarak iki büyük çıkar grubu olan sınıflardan oluşur: Ezen ve ezilen sınıf olarak. Dışarıdaki tecride de bu çıkar düzleminden dokunmak gerekir. Zaten gerek içerideki gerekse de dışarıdaki tecridin nedeni egemen sınıfın sömürmek ve ezmek olan sınıfsal çıkarına dayalıd
ır. Dolayısıyla içerideki hücreleri görürken, dışarıdaki hücreleri atlamak bizleri doğru sonuca götürmez. Sınıf mücadelesi her yerde ve zamanda bir bütündür. İçerdeki hücrelerin parçalanması dışarının mücadelesine bağlı olduğu kadar, içerdekinin azmi ve inancı da burada önemli bir etkendir. Karşılıklı etkileşim olmadan emperyalizmin dayattığı tecridi gerek içerde gerekse de dışarıda parçalamak, aşmak ham bir hayal olmaktan öte gitmeyecektir.