Yoğun toplumsal hareketliliğin ardından birden durağanlaşmış gibi bir tablo çizen iç siyaset, son zamanda peş peşe gündeme gelen önemli dış diplomatik temaslarla daha da çetrefilleşti. Bu süreçte dış siyasal süreçte üç önemli gelişme yaşandı. İsrail Başbakanı Olmert’in Türkiye ziyareti; Irak Şiilerinin en radikal ucu olan Es Sadr’a bağlı “Mehdi Ordusunun” silah bırakması; Abdullah Gül ve […]
Yoğun toplumsal hareketliliğin ardından birden durağanlaşmış gibi bir tablo çizen iç siyaset, son zamanda peş peşe gündeme gelen önemli dış diplomatik temaslarla daha da çetrefilleşti. Bu süreçte dış siyasal süreçte üç önemli gelişme yaşandı. İsrail Başbakanı Olmert’in Türkiye ziyareti; Irak Şiilerinin en radikal ucu olan Es Sadr’a bağlı “Mehdi Ordusunun” silah bırakması; Abdullah Gül ve Büyükanıt’ın ABD ziyaretleri. Bu gelişmelerin tümü de Ortadoğu ve Kafkaslar’daki ABD politikalarındaki değişimlere bağlı olarak Türkiye’nin izleyeceği çizgi ve bunun içerdeki izdüşümleriyle bağlantılıydı.
İsrail Başbakanı’nın ziyaretinde iki ana başlığın öne çıktığı anlaşılıyor. Ortadoğu’da Amerikancı bir Sünni ittifakı oluşturma politikasına bağlı olarak Filistin politikasının düzenlenmesinde Türkiye’nin oynayabileceği rol bu başlıklardan birisiydi. Erdoğan, görüşmelere kendi İslamcı kitlesini ikna açısından, önce ilkokul mizanseni düzeyinde bir danışıklı dövüşle, Mescid-i Aksa gerilimiyle başlamayı yeğledi. Bu yağlama yıkama operasyonunun ardından, Filistin’de kurulacak bir El Fetih-Hamas koalisyonu ve genel olarak Hamas’la sürdürülecek ilişkilerde AKP’nin oynayabileceği etkili rol, Olmert’le yapılan pazarlığın ilk unsuruydu. Geçen haftalarda TOBB’un Gazze’de faaliyete geçirdiği Serbest Bölge de göz önüne alındığında, Türkiye’nin İsrail’in Filistin politikalarının yürütülmesindeki ana partner haline geldiği iyice belirginleşiyor. İktidarda AKP’nin olduğu “ılımlı İslamcı” bir Türkiye’nin bu açıdan bir avantaj oluşturduğunu daha fazla açmaya ise gerek yok. Elbette bunun karşılığında yapılan bir dizi ticari ve politik pazarlığın içinde ABD Kongre ve Temsilciler Meclisinin gündemine gelecek olan “Ermeni Soykırımı” yasa tasarısı konusunda ABD’deki Yahudi Lobisinin karşı oy kullanmasının yer aldığından kuşku duyulmamalıdır.
Bir diğer gelişme olan “Mehdi Ordusunun” silah bırakması ise, ABD’nin Bağdat’a asker yığınağı yapmasının ardından gelişti. Bağdat ve Necef’te ABD’nin yürüttüğü operasyonlarda Es Sadr’ın bin militanını tutuklaması ve bunu takiben Es Sadr’ın İran’a gitmesi süreci fiili bir silah bırakma ve geri çekilmeden başka bir anlama gelemez. Bunun ABD’nin İran’a saldırı tehdidini giderek tırmandırdığı bir aşamada gündeme gelmesinin anlamı şimdilik bazı soru işaretlerini hak etmektedir. Buna rağmen, bu olgular ABD’nin Ortadoğu’da ve özellikle de Irak’ta bugüne dek şirazesinden çıkmış görüntüsü veren manzara açısından, durumu bir miktar kontrol alma yolunda mesafe katettiği izlenimi vermektedir. Bu gelişmeye bağlı olarak da ABD çoktandır dokunamadığı Latin Amerika’ya karşı daha yakın bir “ilgi” göstermeye hazırlanıyor. Bush’un Mart ayındaki Latin Amerika gezisi de Latin Amerika’da yeni bir perdenin açılışının simgesidir.
Böylesi bir ortamda gerçekleşen ABD ziyaretinde, Büyükanıt da elindeki kozların pek güçlü olmadığının farkında olarak davrandığı izlenimi verdi. Büyükanıt’ın esas olarak Azeri ordusunun eğitilmesi ve Azerbaycan üzerinden geçen enerji hatlarıyla ilgili pazarlıklar yürüttüğü gözlendi. Bu başlıkların Türkiye açısından iki uzantısı Ermenistan ve İran’la olan yakın ilişkileridir. İlkiyle yakınlaşmaya, ikincisiyle ise cepheleşmeye ittirilen Türkiye’nin bu konularda çok fazla zorluk çıkarmayacağı Büyükanıt’ın İran’ın nükleer silah edinme çabalarından duyulan rahatsızlığı belirtmesiyle de izlendi.
Peş peşe gerçekleşen ABD ziyareti esnasında Gül ve Büyükanıt arasında polemiğe yol açan ve iç siyaseti doğrudan etkileyecek konu ise, PKK, K.Irak ve Kerkük başlıkları üzerinden Kürt sorunuydu. Bunlardan PKK ile ilgili olarak Büyükanıt’ın da ABD’nin yaklaşımını tatmin edici bulmuş olması, bu konuda beklenen operasyonlara dair fikir veriyor. Büyükanıt’ın Kerkük’e hiç değinmemesi bu konuda bir miktar geri adım atılarak bir orta yol bulunacağı izlenimini güçlendiriyor. K.Irak yetkilileriyle görüşme konusunda Erdoğan-Gül ikilisine karşı Büyükanıt’ın karşı çıkışı üzerinden koparılan fırtınanın ise, seçim öncesi atmosfere dönük bir manevra olduğu anlaşılıyor. Zira, Büyükanıt’ın sözleri tersten okunduğunda PKK sorununun “aşılmasının” ardından bu diplomatik tıkanıklığın da aşılabileceğinin sinyalleri mevcut.
Büyükanıt’ın demeçleri arasında asıl önem taşıyan bölüm ise, Kürt sorununda yeni bir dönemin başlamakta olduğuna dair sözleri. Ortadoğu, K.Irak ve Kafkaslar’da Türkiye’nin alacağı roller üzerinde “genel anlamda ABD politikalarıyla uzlaştığı” anlaşılan Büyükanıt’ın Kürt sorununun “azınlık sorununa dönüşeceği, siyasallaştırılacağı ve uluslararasılaştırılacağı ve bunların kabul edilemez olduğunu” belirtmesi önemliydi. Büyükanıt bu vurgularıyla PKK’nin askeri gücünün marjinalleştirilmesine yönelik operasyonlarla birlikte Kürt sorununun bir azınlık sorunu haline getirileceği; silahla değil siyasal yöntemlerle sürdürüleceği; ve uluslar arası platformlara taşınarak Türkiye’nin baskı görmesine yol açacağı öngörüleri üzerine devletin yeni bir politikaya yöneleceğinin ilk işaretlerini verdi. Ulusalcıların, kontrgerillacıların, içerideki Kürtlere yönelik bu yeni dönemdeki çizgilerinin masum bir karşı siyasal rotayla sınırlı kalmayacağını söylemek için kahin olmak gerekmez. Tüm siyasal aktörleri etkileyecek bu politikaların sonuçlarının aslolarak genel seçimler sonrasında yansıyacağı açık. Baharla birlikte ise, seçimlerde Kürtlerin siyasal temsilinin önünün kesilmesine, sınırlandırılmasına yönelik hamlelerin “PKK’nin bastırılması” adı altında gündeme gelmesi şaşırtıcı olmayacaktır. Önümüzdeki aylarda, ulusalcı-milliyetçi gerilim çizgisinin bu eksende gelişmesi beklenmelidir.
Bu koşullarda ırkçı, faşist, ulusalcı cephenin saldırı, provokasyon tehditlerine son derece açık olan Mart ayının ayrıca hem çok yoğun hem de çok farklı(!) gündemlerden oluşan takvimi de yaklaştı. Kısaca hatırlayalım; 8 Mart Dünya Kadınlar Günü, 12 Mart Gazi Katliamı, 16 Mart Beyazıt Katliamı, 19 Mart ABD’nin Irak işgali, 21 Mart Newroz, 30 Mart Kızıldere… Kuşkusuz bu tarihler tekil, geçmişte yaşanılanların anması ya da protestosu biçiminde ele alınabilir. Böylesi bir ele alış bile solun iç atmosferini bilenler için bir zorunluluktur. Ancak sol bununla yetinmez. Bugün sürdürdüğü mücadelenin içinde o tarihleri anlamlandırmaya çalışır. Yani basitçe tarihi bugüne taşımaz, bugün yaptığının içine tarihi yerleştirir. Devrimcilerin güçsüz olduğu dönemlerde ise bu amaç çoğu zaman başarılı olamamakta, dışarıdan(!) bakanlar için bu etkinlikler basitçe tarihleri yâd etme, tarihle yaşama olarak görülmektedir.
Üstelik sol için bir başka zorluk daha mevcut; bu tarihleri bugün içinde anlamlandırırken, bu tarihleri bütünleştirici politik bir program içinde, birbirini tamamlayan bir anlayışla değerlendirmek.
Toplumsal muhalefetin diğer gündemleri de Mart ayında kendisine yer bulmaya çalışacak. 1-14 Mart arasında TTB öncülüğünde yürütülecek olan “Beyaz Eylemler” ve bu çerçevede 11 Mart’ta Ankara’da TTB, SES, Dev-Sağlık İş, Eczacılar Odası ve Diş Hekimleri Odasının çağrıcılığıyla gerçekleştirilecek miting önemli bir yerde duruyor.
Toplumsal muhalefetin ilerici güçlerinin böylesi yoğun bir dönemin tüm gereklerini karşılayabilecek konumlanışa sahip olduklarını söyleyebilmek ise olanaklı değil. Solun bütün bileşenleri kendi içlerinde kısmi örgütlülüğe sahip olsalar bile bütünsel bir programda
n, gelecek perspektifinden yoksun durumdalar. İçinde bulunduğumuz seçimler döneminin getirdiği siyasallaşma eğilimleri de göz önüne alındığında, ortaya her türlü pragmatizmin saçılması kaçınılmaz görünüyor. Kuşkusuz böylesi bir atmosfer liberal aydınların ve sol liberal çevrelerin sermaye medyası aracılığıyla sol adına at koşturmasına uygun bir zemin doğuruyor. Hrant Dink’in cenazesinin ardından yaşanan boşluk ve geri çekilmede, kabul edilmeli ki, bu durum temel rol oynadı. Cenaze için gösterilen dinamizm, tam da bu örgütsüz aydınların ve bu liberal etki altında hareket eden kitle örgütlerinin “gevşekliği” sonucunda, “faşistlerin, milliyetçilerin” saldırılarına karşı gösterilemedi. Bunlara neredeyse hiçbir anlamlı yanıt veremedi/verdirilmedi.
Kabul etmek gerekir ki, ulusalcılığın-milliyetçiliğin kendisini esas olarak sağ kulvardan ifade etmeye yöneldiği bugünlerde, solda yaşanan ideolojik-politik boşluğu da sol liberalizm yeniden doldurmaya çalışmaktadır. Böylesi bir atmosferde sol adına yapılacak liberal önermelerden, milliyetçi önermelere dek çeşitli çarpıklıklara maruz kalınacağı açıktır. Bu politik savrulmalara engel olabilmenin yolu ise basitçe birtakım ittifaklar kurmak ya da kısa vadeli başarılar için politik ayrışmaların üstünü örtmek olamaz. Yapılması gereken ilk iş, hak mücadelelerini ortaklaştıracak bağımsız bir sol politik programın temel köşe taşlarını belirginleştirmek olmalıdır. Emperyalizme, yani bugünkü somut karşılığı olan savaşa ve sömürgeciliğe karşı çıkmak. Yeni liberal saldırı programına, yani kapitalist entegrasyona ve kamusal alanın tasfiyesine karşı çıkmak, ilk köşelerdir. Kürt sorununda eşit, demokratik bir çözümün gerçekleşmesi için halklar arası ortak bir mücadelenin bileşeni olmak gerekir. Faşizmin ve gericiliğin yayılmasına engel olmak, sağlam bir bilinç ve militan bir karşı koyuşla mümkündür. Tüm bu mücadeleler içinde gerçek demokrasiyi yerleştirmek ve halkın siyasal temsilinde doğrudan demokrasiyi amaçlamak, asli bileşenlerdir. Bunlardan tek başına herhangi birini savunmak yeterli olamaz. Yani Kürt sorununda eşit, demokratik çözüm istemek ama liberalizme karşı çıkmamak; ya da savaşa karşı olmak ama gericilerle işbirliği yapmak…
Solu, giderek hareketlenen siyaset sahnesinde izleyici konumundan aktör konumuna taşıyacak olan da ancak ve ancak ikirciksiz ve bütünlüklü bir mücadele programıdır.
22 Şubat 2007