Gün Zileli pek çok sosyalistle beraber aynı hatayı paylaşıyor, bir cenazenin ardından. Güneşli, berrak bir Salı günü Hrant Dink’in cenazesine katılan “Kitle” göz kamaştırmıştı: Şaka değil 200 bin kişi. Fakat zihinleri de bulanıklaştırdı aynı “Kitle” ve sosyalist solun kadim anlayışını bir kez daha canlandırdı: Nerde hareket orda bereket. “Kitle” varsa umut da var, demektir ve […]
Gün Zileli pek çok sosyalistle beraber aynı hatayı paylaşıyor, bir cenazenin ardından. Güneşli, berrak bir Salı günü Hrant Dink’in cenazesine katılan “Kitle” göz kamaştırmıştı: Şaka değil 200 bin kişi. Fakat zihinleri de bulanıklaştırdı aynı “Kitle” ve sosyalist solun kadim anlayışını bir kez daha canlandırdı: Nerde hareket orda bereket. “Kitle” varsa umut da var, demektir ve gelecek için programlar yapılabilir, kampanyaların hazırlıklarına başlanabilir, harekete geçilebilir, kısacası “hareket” olunabilir. Benzer bir umut ve yaklaşım gerek küreselleşme karşıtı hareket gerekse Irak Savaşı öncesi savaş karşıtı (ki kısmen birincisinin ikinciye dönüşümüdür) hareket sırasında beslenmişti. Sonrasındaysa savaş istemediği için yürüyen 2 milyon Londralı savaşın başlamasıyla birlikte bir yandan yenilgi sonrası ruh hali diğer yandan da bünyedeki milliyetçi damarın kabarması sonucunda evlerine dönmüştü. Ankara’da Irak tezkeresini durdurdukları yanılsamasıyla sevince boğulanlar Lübnan tezkeresinde mecalsizliklerini itiraf etmek zorunda kalmışlardır.
“Dipten Gelen Dalga,” diyordu Gün Zileli 29 Ocak 2007 günkü koxuz.biz sitesindeki yazısında. Cenazedeki “kitle”nin oluşturduğu dalga milliyetçiliği, örgütleri ve onların öncülük iddialarını, medyayı, suikastı planlayanları “ezip geçmiş” ve Türkiye’de “düşünsel bir devrim” ile politik güçlerde büyük bir parçalanmaya yol açmıştı. 3 Şubat’taki “Kitleler ve Öncüler” yazısındaysa örgütler ve öncüllük iddialarını, özellikle Marksizm-Leninizm’deki kavranışı özelinde tekrar ele alıyordu.
Umudunu kitleden çıkarmak
Suikast sonrası gelişmeler konusunda Gün Zileli’nin özgün değerlendirmeleri olmakla beraber sosyalist solun büyük bir kısmının (ulusalcılığa boğazlarına kadar batmış olanları dışında) “kitle” ve/veya “dalga” karşısında Zileli ile benzer umutları taşıdığını gözlemlemek mümkün. Bu kanıları ve umutları değerlendirmek ve hatanın tam da burada olduğunu gösterebilmek için “Kitle”nin kendisine bakmaktan önce “Kitle-Dalga” ile sosyalistlerin komünistlerin ve anarşistlerin bundan sonra nasıl haşır neşir olacağına bir göz atmak daha uygun bir başlangıç olabilir: Kuşkusuz, bu kimliklerin sahipleri önlerinden akıp geçen “kitle/dalga/hareket” karşısında hareket geçip örgütlenmenin yollarını arayacaktır. Fakat nasıl? “Öncüler” öncülüklerini sergileyebilecek politik anlayışlara ve örgütsel yapılara sahipler mi?
Küreselleşme karşıtı ve savaş karşıtı hareket süreci hatırlandığında bu sorulara olumlu yanıt vermek mümkün değil. Ayrıca, bu örgütsel yapı ve anlayışların bu süreçlerde bırakın “kitle”nin yapısını okumayı becerip beceremediklerini “hareketin” var olmadığını dahi göremedikleri de vurgulanmalıdır. “Hareket”in içinde olanlar geçmişi hasretle yâd ediyor olabilirler ama bugün, hareketin kalıntılarını bulmak için arkeolojik kazı yapmaya bile gerek yoktur. Unutulmamalıdır ki Seattle’ı Cenova’yı dillerinden düşürmeyip savaş karşıtı hareketi örgütsel bereketin kaynağı olarak görenler, NATO’nun İstanbul toplantısını engellemek için seferber olanlar Dünya Ekonomik Forumu’nun İstanbul’da toplandığını dahi fark edememişlerdir. Kısacası öncülük edecek öncü mevcut değildir, fakat aday adaylarının bolluğu ve çeşitliliği de ortadadır.
Fakat yine de bugünkü “Kitle” özelinde yukarıdaki sorulara cevap vermek için “Kitle”ye geri dönmek gerekiyor. Öncellikle iki “Kitleyi birbirinden ayırmak gerekiyor ki bu nokta Gün Zileli’nin yazılarında birbirine girmiş durumdadır ve çözümlemelerine yüklediği suçlama ve umutların kaynağı da burasıdır. Cinayetin işlendiği gün toplanan kitle ile cenaze günü toplanan kitle bambaşkadır:
Öncüler oradaydı
Birincisindeki kitle bal gibi öncülerden oluşmaktadır ama bir “öncü”den ya da aday adayından birinden değil. Yani orada toplanan kitleyi oluşturanlar şöyle ya da böyle politik bir örgüt deneyimi olan tek tek bireylerden ve bu bireylerin kendiliğinden harekete geçmesinden oluşmuştur. Olay yerine yakın olanlar cinayeti işitir işitmez Agos’un önüne koşmuş ve 30-40 kişiyle başlayan bekleşme, birbirini tanımayan ama aynı ruh haline sahip oldukları birbiri tarafından fark edilen küçük kitlenin slogan atması ve bir şeyler yapmaya karar vermesiyle sonuçlanmıştır. Kitle 300-400 kişiye ulaşınca yüzde 10 ya da 20’lik kısmı Taksim’e sloganlarla yürümüştür. Gezi parkına ulaşan kitle bir yandan beklerken bir yandan da muazzam bir telefon trafiğiyle yoldaşlarına haber vermiş, fotokopiyle küçük yaka kartlarından büyük afişlere kadar pek çok gösteri malzemesi üretmiştir. Bileşim çok farklı örgütsel deneyim ve faaliyetten insanları barındırıyordu ama hepsi yoldaşlar arasında olduğunun farkındaydı ve kendiliğinden bir şekilde tek bir ortak noktaya, cinayete bir an önce tepki koymaya odaklanmışlardı. Ardından toplanan 10 bin kişi Agos Gazetesinin önüne yürümüştür. Hatta Anarşist Blok “Her Devlet Teröristtir” yazılı kocaman bir pankartla gelmiş ve Şişli-Taksim yönünden akan trafiği kesmiştir. Bu aşamada ve sonrasında olaya müdahale eden bir merkez komitesi arayanlar ya çok saftır ve örgütlere hiç de sahip olmadıkları meziyetler atfetmektedir ya da “iki saat içinde böyle toplanmaları ve afişler, pankartlar hazırlamalarının suikastı önceden biliyorlardı izlenimi uyandırdı,” diyebilen faşist gazeteciler ve kimi “terör uzmanı” televizyon yorumcularıyla hem fikirdir. Cinayet günü gerekleşen tepkilerde bir merkez komitesi yoktur ama örgütsel deneyimi olan öncüler vardır ve kitlenin çok büyük bir kesimini oluşturanlar da onlardır. Bu nokta örgüt, merkez komitesi, yerel birimler ve militan ilişkileri/yetkileri açısından olağanüstü bir tartışma alanı açıyor ve örgütlenmenin ana sorunlarını ele almak için kaçırılmaması gereken bir fırsat sunuyor ama bu yazının doğrudan konusunu da maalesef oluşturmuyor.
Bu tür ani gelişmelere anında yanıt oluşturmak gerçekten de bir örgüt olmanın hakiki sınavlarıdır. Bu anlamda Gün Zileli’nin “dipten gelen dalga(nın) tüm örgütleri, tüm Merkez komitelerini, tüm Politbüroları ve tüm öncülük iddialarını da ezip geçti” ifadesine katılmak mümkün ama Zileli bu ifadeyi başka bir bağlam için, “öncü” fikriyatının barındırdığını varsaydığı zaaflar için kullanıyor. Ama tam da cinayet günü gerçekleşen tepki bunun aksini kanıtlamaktadır. Rosa Luxemburg’un dediği gibi her kendiliğindenliğin içinde önceki yıllarda ısrarla faaliyet gösteren “öncü”nün katkıları yer alır ve kendiliğinden hareket onun izlerini taşır. Konumuz özelinde tek farkla; o günkü kitlenin kendisi de tek tek öncülerden oluşuyordu ve bu oluşum onların kendiliğinden girişmeleri ve acil tepkilerinin ifadesiydi. Bu tespiti o günün ve sonrasının sloganı için de yapabiliriz:
Vahiy değil slogan
“Hiçbir örgütün aklının ucundan geçmeyen “hepimiz Ermeniyiz” milliyetçilik karşıtı slogan bir anda ve kendiliğinden hâkim oldu(…),” derken Gün Zileli feci bir şekilde yanılıyor. Devlet destekli ve denetimli bir şekilde yükselen milliyetçi dalgaya karşı en azından geçen üç yılın 1 Mayıs gösterilerinde bu sloganın “Ermeniyiz, Kürdüz, Çeçeniz, Filistinliyiz” sürümleri bazı Troçkist gruplar tarafından atıldı ve pankartlara taşındı. “Filistinliyiz, Kürdüz” sürümleri ise çok daha geniş kitleler tarafından dile getirildi. Kuşkusuz 1 Mayıslardaki sesler cılız kaldı ve slogan hiçbir zaman cinayet günü olduğu kadar gür bir şekilde haykırılmadı ama en azından öncünün
bir kısmı “öncülük” görevini geçmişte “yerine getirmişti.” Dolayısıyla o kanlı günde hiç kimse kimin, ne zaman haykırdığını hatırlamasa da -ki hiç gerek yoktur- bu slogana sahip çıktı ve çıkmaya devam ediyor. Gün Zileli’nin iddia ettiğinin aksine slogan birilerinin aklının ucundan geçmekle kalmamış gün yüzü de görmüştü.
Kısacası cinayet günü toplanan o kitle ne gökten inmişti ne de hayatında ilk defa bir siyasi cinayet karşısında duyarlı olmaya karar vermiş insanlardan oluşuyordu. O slogan da hayali ve makbul bir kitleye inen bir vahiy değil, bilinen bir sloganın gayet bilinçli ve deneyimli öncüler tarafından o güne uyarlanmasıydı.
Yürüyüş: Geçmişin tortusu
İkinci kitle, yani cenaze günü toplanan kitle, kuşkusuz, öncelikle cinayet günü toplanan kitleyi içeriyordu. Yani 200 binin içinde yüzde 5 -cinayet günü gelemeyenleri de eklersek- bilemediniz yüzde 10. Herhalde Ermeni halkın en az yarısı da gelmişti: 40-50 bin. Gerisi “hepimiz Ermeniyiz” diyebilen on binlerce kişi. Bu bileşimde de -gözlemlere dayanan bir tahmin ve akıl yürütme olarak kalacağını ve kanıt oluşturmayacağını düşündüğüm halde belirtmeden geçemeyeceğim- geçmişte örgüt deneyimi olmuş ama hali hazırda organik bir bağı olmayan on binlerce kişi bulunmaktaydı. Bunu birkaç nedenden dolayı ileri sürüyorum: Birincisi bu insanların samimiyetlerine ve geçmişleriyle bir alıp veremediklerinin olmadığına, aksine geçmişlerine sahip çıktıklarına inanıyorum. Ayrıca ne olursa olsun kapitalizmde ve bir ulus devlet egemenliği altında yaşadıklarının bilincinde olduklarını ve olup bitenleri eleştirisini içeren sağlam ve tutarlı fikirlerinin bulunduğunu dolayısıyla bu cenazeye katılmayı bir zorunluluk olarak gördüklerini düşünüyorum. İkincisi genel olarak sessiz geçen ama sloganların hiç eksik olmadığı yürüyüş sırasında özellikle MHP ve Alperen Ocakları’nın bulunduğu binalarının önünden geçerken atılan “Faşizme karşı omuz omuza” ve “İşte burası, katillerin yuvası” sloganlarına diğer sloganlara olmadığı kadar destek çıkılmıştı. Üçüncüsü kitlenin yaş ortalaması hiç de genç sayılmazdı. Yürüyüş bir Salı günü yapılmıştı ve okul kıran gençlerden çok işi kıran orta yaşlılar ağırlıktaydı (sanırım büyük bir çoğunluğu da daha önce bir kerede toplam 8 kilometreyi neredeyse koşar adım yürümemişti). “İşi kıran” derken de kırabilecek konumda olan emekçilerin kast edildiğini belirtmek gerekir. Bildiğimiz kadarıyla Güler Sabancı ya da İshak Alaton cenazeye gelirken fabrikalarını kapatıp işçilerin cenazeye gelmesine olanak tanımamışlardı. Ayrıca yürüyüş sonrasında sloganın çokça tartışma yaratmasından ve göründüğü kadarıyla “anlama zorluğu” içermesinden de anlaşılacağı üzere cinayet ve cenaze günlerinde o sloganın herkes tarafından kolayca benimsenmesi mümkün değildi.
Tabi ki hayatlarında ilk defa bir yürüyüşe, mitinge katılan binlerce insan da gelmişti cenazeye. Ancak o yürüyüşte sıradan insanlar azınlıktaydı ama kendini “sıradan” kılmış insanlar çoğunluktaydı. Zamanında 10 kişi bile olsa küçük bir grubun attığı slogan cinayet günü adeta zincirleme bir tepkinin başlangıcı olarak 10 bin kişi tarafından sahiplenilmiş ve tam yerini bulmuş, ardından 200 bin kişinin bu slogan altında sessiz bir yürüyüşüne vesile olmuş ve 200 bin kişinin sahiplenmesi de sessiz yığınları etkilemiştir.
Medya: Muhabirlerin öfke ve katkısı
Belirtilmesi gereken bir diğer etken de basın ve televizyonlardır: Cinayet günü pek çok kanal canlı yayın yapmış ve cinayetin üzerine gitmiştir. Tabii burjuva basın ve televizyonlar tam da Kerkük’e askeri müdahale için gündem oluşturmak ve ABD senatosuna “Ermeni soykırımını tanıyan” bir yasa tasarı hakkında görüşmelere başlanmak üzereyken “bir Ermeni’nin” öldürülmesinin hiç de iyi olmayacağı kanaati üzerinden harekete geçmiş fakat kendilerinden önce Agos’un önünde toplanan kitlenin etkisi altında kalmıştır. Ertesi günün manşetlerine bakıldığında burjuva medyası bir türlü “hepimiz Ermeniyiz” sloganını unutturacak, değiştirecek slogan üretemediğini görürüz. Bu arada muhabirlerin de genel yayın yönetmenlerinin baskısına aldırış etmeyecek kadar cesur olabildiklerini de unutmamalıyız. Onlar gerçekten kendi duygu ve düşüncelerini de yayınların bir yerine sıkıştırıveriyor, yaptıkları söyleşilerde gerek seçtikleri kişiler gerekse sorularıyla sağlam iş çıkarıyorlardı. Gazetecilik yaşamlarında belki de en özgür davranabildikleri bir gün yaşadılar. Emekçi sınıfların en militan kesimleri kendiliğinden inanılmaz bir dayanışma içinde olmuştur.
Fakat Türkiye’nin imgesini ve “Ermeni soykırımı yasa tasarıları” karşısında düşebileceği durumu kendilerine başlıca dert edinen genel yayın yönetmenleri ve egemenlerin duruma müdahalesi gecikmedi ve bizzat onlar cenazede yapılacak sessiz yürüyüş için çağrı yaptılar. Dünya televizyonlarının birinci haber yaptığı ve zaman zaman bağlandığı, Ermenistan devlet televizyonunun ise canlı olarak tamamını verdiği yürüyüş Türkiye’nin imgesi için kullanıldı ama slogan bu arada Türkiye’de milyonları etkiledi.
Hangi kitle?
Eğer daha önce etkileseydi yürüyüş 200 bin değil 2 milyon kişiyle gerçekleşir ve Gün Zileli’nin belirttiği türden bir kendiliğinden hareket, “dipten gelen dalga” ya da “Kitle” tanımını hak ederdi ve sanırım o zaman hiç de sessiz bir yürüyüş olmazdı. Fakat 200 bin kişi o “Kitle” değildir. Kuşkusuz örgütlerin örgütlediği bir kitle de değildir. Aksine örgütlerin çoğu böyle bir kalabalığın toplanacağına ihtimal vermemiş, medyanın ve hükümetin niyetinin farkında olmakla beraber (aslında TKP çekincelerinde yalnız değildir fakat sadece o bunu ifade etmiştir) nasıl bir tutum alacaklarına karar verememiştir. Ayrıca 1 Mayıslara hazırlık sürecini göz önünde tutarsak bu kadar kısa bir zamanda hele de hafta içi bir günde bir eylemliliği örgütlemek o kadar kolay görünmemektedir. Tabii ki kitlenin içinde örgütler vardı ama okyanusta damla olarak: 10 bin kişinin içinde 500 kişilik bir grup sesini duyurabilir ve bir mesaj verebilir ama 200 binin içinde sesler boğulur gider. Bütün bunlara rağmen yürüyüş Türkiye’deki örgütsel geçmişin izlerini de şüphesiz taşımaktadır.
Cenazeye katılan kitle sessiz yığınların kendisi ya da bir kısmı değildir ve “dipten gelen bir dalgaya” işaret etmemektedir. Bu noktada hayal kurmak, politik umut beslemek beyhude olacaktır, tabii kendimizi aldatmakta ve yeni bir yükseliş rüyaları görmekte ısrarlı olmayacaksak. Yürüyüşü gerçekleştiren kitlenin şehrin ortasından hançer gibi geçip giderken estirdiği rüzgâr, milliyetçiliğin yarattığı puslu havayı biraz olsun dağıtacak bir burgaca neden olmuştur. Ama sis ve ufunet yeniden çökmek için bekliyor. Üstelik ne kitlenin hareketliliğini ve bilincini ileri taşıyacak ne de pusuda bekleyen sis ve ufunetin önünde durabilecek yapılar mevcuttur. Hatta mevcudun milliyetçilik ve şovenizminden ne derece arınmış oldukları dahi tartışmalıdır. Hele de kendi görev ve sorumluklarını yerine getirmeden Kürt ulusal hareketine akıl vermelerine ve/veya yaslanmalarına bakılırsa. Hrant Dink cinayeti ve sonrasındaki olup bitenler de mecalsizliği ve dağınıklığı kanıtlamaktadır. Artan baskı ve baskınlarla Okmeydanı’ndaki son gelişmelere bakılırsa devletin bu mecalsizlik ve dağınıklığın üzerine gideceği aşikârdır.
Sessiz yığınlar henüz harekete geçmemiştir (ki umut edilenin aksine asker üniformaları içinde harekete geçmeleri daha muhtemeldir) ama bileşimini gözlemleyebild
iğimiz ve tahmin edebildiğimiz bir kitle bir günlüğüne dahi olsa ayağa kalkmıştır. Fakat sonrası? Bu kitle yaklaşan seçimlerde kime oy verecektir? Canı gönülden haykırdıkları sloganın muhatabı var mıdır karşılarında? Örneğin ÖDP’nin bir oy patlaması yaşayacağını düşünebilir miyiz? (Aksine alametler daha belirgindir: AKP daha şimdiden milliyetçiliğin esas adresi olduğunu ilan etmiş ve alamet-i farikası milliyetçi kimlik olan diğer partileri ırkçılıkla suçlamıştır.)
Kitleler ve “Öncüler”
Tam da bu noktada Gün Zileli’nin düşündüğünün aksine örgütlülüğün ve “öncü”nün önemi artmaktadır. Fakat Marksizm-Leninizme Zileli’nin atfettiği ve pek çok yapı ve geleneğin de sahiplendiği türden bir öncülük anlayışıyla değil: “Marksizm-Leninizmin amentüsü “öncülük” iddiasıdır. Bu amentüye göre, kitleler “doğru”ları kendiliklerinden bulamazlar. Bilinçli bir kesim kendi arasında örgütlenmeli ve kitlelere bilinç götürmeli, onları doğru yola sevk etmelidir.”
Amentünün “öncülük” mü yoksa Komünistler Birliği Amentüsü’nde belirtildiği gibi sınıfın en ileri ve bilinçli kesiminin öncellikle ve sınıfın diğer bölümlerinden ayrı olarak örgütlenmesini hedeflemek mi olduğu tartışılır. Fakat ne olursa olsun “öncülük”ten kast edilen “önde gitmek” değildir, hele hele “vekil”lik hiç değildir. Aksi Marksizme değil Blanquizme aittir. Gün Zileli hayatının önemli bir bölümünü bu türden bir “öncülüğe” adamış olabilir ve bu hatanın geç de olsa tespit edilmesi başlı başına önemli ilan edilebilir fakat bir insanın kendi hatasını Marksizme, Leninizme ait kılması sadece kişinin ruhunu kurtarması bakımından yararlıdır.
Marksizm komünizmi eleştirel pratik faaliyet olarak tanımlamıştır. Bu tanım Komünistler Birliği’nin kendisi için de geçerlidir. İnsanın (öncünün, Komünistler Birliği’nin) bilinçli eylemini, tam da eylerken, eleştiriye tabii tutması esastır ve dünyayı değiştirmeye çalışmak aynı zamanda eğiticilerin de eğitilmesi gerektiğini peşinen kabul etmektir. 1871 Paris Komünü ve 1917 Rusya devrimi bu ilkenin Marksistler tarafından uygulanmasının en belirgin örnekleridir.
Birincisinde bizzat Marx’ın, örneğin, devrim ve devrim sonrasındaki devlet konusundaki fikirlerini değiştirmiştir. Mevcut devlet aygıtının el değiştirmesi veya dönüştürülmesi değil tamamen yıkılması ve yerine özgür komünlerin birliği anlamında proletarya diktatörlüğünün, artık devlet olmayan bir devletin, devrimin içinden doğan ve sönümlenmeyi hedefleyen bir “devlet”in geçmesi gerektiğini tespit etmiştir. Kuşkusuz bu, dehasına ait bir buluş değil “nihayetinde proletaryanın bulup bulabildiği, burjuva demokrasisinden milyon kere daha demokratik bir devletti.”
İkincisindeyse, Finlandiya garında trenden indiği sırada cebinde partiden istifa mektubunu taşıyan Lenin, Bolşevizmin devrim konusundaki öngörü ve hedeflerini alt üst ediliyordu. Daha öncesinde Uzaktan Mektuplar’da işaret ettiği değişiklikleri Nisan Tezleri‘nde belirginleştiriyordu: Sovyetler varken Kurucu Meclis’i hedeflemek tarihin tekerleğini geri çevirmekten başka bir anlama gelemezdi. Bu aşamada Lenin’in en büyük hedefi “eski Bolşeviklerdi.” Fakat bu eski Bolşevikler Şubat devrimi öncesine kadar kendisinin de savunduğu fikirlere sadık kalmaya devam edenlerden başkası değildi. Eski Bolşevikler aslında “eski Lenin” idi. Uzaktan Mektuplar ve Nisan Tezleri’nde Lenin’e ait dehayı ya da buluşları aramak ancak lider kültü peşinde koşanların harcıdır. Aksine Lenin’i eski Bolşevik kılan bizzat partinin eylem içinde olan işçi üyeleri ve onların yazdığı raporlardır. Taban ısrarla Sovyetlere dikkat çeker ve işçilerin bilincindeki devasa dönüşüme işaret ederken Merkez Komite, Duma ve Kurucu Meclis’e odaklanmıştır. Bu aşamada Lenin parti içinde eleştirel pratik faaliyet içinde olanların ve eleştirinin gereğini yerine getirenlerin sesi olmuştur, daha fazlası değil.
Devasa alt üst oluşlar içindeki bir ülkede böylesine bir değişimi ancak “eleştirel pratik faaliyet” ilkesine sadık kalan bir parti gerçekleştirebilirdi, bir deha değil. Devlet ve Devrim broşürü devlet ve devrim üzerine kendisinden önceki Marksist yazının bir derlemesinden başka bir şey değildir. Bu broşürde illa bir özgünlük aranacaksa bu olsa olsa Marksist yazının Sovyet deneyimi altında gözden geçirilmesi ve Nisan Tezleri’ne kuramsal zemin oluşturulması gayreti olabilir. Fakat tezlerin de broşürün de asıl sahibi Komünistler Birliği Amentüsünde tarif edilene sadık kalan ve sürekliliğiyle de Komünistler Birliği’ni aşan bir örgüt olarak Bolşevik Partisi’ne aittir. Öyle bir parti ki “kitle hareketinin yükseldiği ve toplumu çalkalayan bir doruk noktasına ulaştığı koşullarda artık gerçek öncü (olan) kitlelerin (G. Zileli)” içinde yer almış, kitlelerin önüne “çit” koymak şöyle dursun bizzat kendi sınırlarını parçalamıştır. Bırakın kitlelerin kıyısına savrulup geri düşmeyi, Temmuz Günlerinde olduğu gibi kitlenin içinde yer almış, politik bilinci ve öngörüsüyle hareketin ülke çapında henüz güçlenemediği bir zamanda gerçekleşen bu erken kalkışmada, Petersburg’daki kitlelerin en az zararla çıkmasını sağlamıştır. Gün Zileli’nin belirttiği gibi ne “dalganın peşine takılmıştır” ne de “dizginleri ele geçirmek için azgın dalgaların durulmasını beklemiştir.” Kısacası “Kitle” ile “Öncü” ilişkisi bir zamanlar hiç de Zileli’nin tahayyül ettiği ya da yaşadığı gibi gerçekleşmemiştir. Dolayısıyla yakın geçmişin ve bugünün “öncülerine” bakarak bundan sonra da bu ilişkinin yine Zileli’nin tahayyülündeki gibi gerçekleşeceğini ya da bu tahayyülün mutlak olacağını düşünmemiz için bir neden yoktur.
Bugün de cenaze yürüyüşündeki kitlenin arkasından hasretle bakanlar ve benzerini görmeye alışık olduğumuz umutlar besleyenler çoğunluktadır. Kim ömründe bir kez olsun devrimin seyircisi olmak istemez ki? Fakat maalesef devrimler resmigeçitlere benzemiyor. Yani seyredince gerçekleşmiyor. Eleştirel pratik faaliyet içinde olunmazsa tarih, yenilgiye uğrayan devrimlerin tarihi olarak kalmaya devam edecek ve kitlenin başarısızlıklarının ve nihayetinde yenilgisinin sorumlularını arayan bir alternatif tarih yazarları da her zaman olacaktır.
Hrant Dink’in katilleri bu derece örgütlüyken kitlelerin vicdanlarıyla (Gün Zileli empati diyor) bilinçlerini karıştırmanın ve böylelikle kitlelerden yana umutlu olmanın, olmayacak duaya amin çekmenin ötesinde, örgütlenmeye dair sorunların konuşulmayıp ört bas edilmesinden başka bir zararı olmayacağı çok açıktır. Zaten üzerimize çöreklenmeye hazır bekleyen haki renkli bulutların vereceği zararın yanında bunun ne önemi olabilir ki?
Önümüzdeki sorun ne kitlelerin bundan sonraki hamlesinin nasıl kestirileceği ve ne tür hazırlıklar yapılabileceğidir ne de dipten gelen dalganın nasıl örgütleneceği. Milliyetçiliğe karşı çoktan yitirilen bir muharebenin sonrasında saflardaki şovenizmin temizlenmesidir asıl sorun. Bu sorun geçmiş ve mevcut örgütsel anlayış ve yapı eleştiriye, yaşamın içinden bir eleştiriye tabi tutulmaksızın aşılamaz. Eleştirel pratik faaliyet içinde olmayan hiçbir toplumsal biçim varlığını sürdüremez.
Caddeler boyunca koşar adım akıp giden “Kitle” artık erişilmez bir uzaklıktadır ve Dün, en düzenbaz, en hilekâr sözcüktür, çünkü daima çok yakınmış gibi gelir.
06 Şubat 2007
Özcan Özen