Son dönemde ‘derin devletten’ çok söz ediliyor. Her zamanki gibi amaç, gerçeğin üstünü örtmek, tartışılması gerekenin tartışılmasını engellemekle ilgili. Kavramlar ve söylemler ekseri ‘şeylerin gerçeğini’ ortaya çıkarmaktan çok, yanılsama [ mistifikasyon] yaratmaya yarıyor. Şimdilerde çok kullanılan “derin devlet” söylemiyle, devlet ve siyasi kültürle ilgili tartışmanın önü kapatılmak, kafalar bulandırılmak isteniyor. Görünen o ki, ‘derin devlet’ […]
Son dönemde ‘derin devletten’ çok söz ediliyor. Her zamanki gibi amaç, gerçeğin üstünü örtmek, tartışılması gerekenin tartışılmasını engellemekle ilgili. Kavramlar ve söylemler ekseri ‘şeylerin gerçeğini’ ortaya çıkarmaktan çok, yanılsama [ mistifikasyon] yaratmaya yarıyor. Şimdilerde çok kullanılan “derin devlet” söylemiyle, devlet ve siyasi kültürle ilgili tartışmanın önü kapatılmak, kafalar bulandırılmak isteniyor. Görünen o ki, ‘derin devlet’ söylemiyle raison d’état’ya gönderme yapılıyor. Bilindiği gibi raison d’état, ” devletin yüksek çıkarları” için bizzat devletin yasa dışı, gayri meşru, kirli işler yapmasını ifade ediyor. Geçerli hukuk sistemi içinde yapılması ‘sorun yaratacak’ bazı netameli, kirli, gayri insânî, hukuk ve ahlak dışı işler [ komplo, provokasyon, linç, siyasi cinayet, suikast, vb.] devlet içinde çok dar bir ekibin bilgisi dahilinde devletin adamları tarafından gerçekleştiriliyor. Bunun devlet yararına yapıldığı ama halkın da bilmemesinde sayısız yararlar olduğu söylenir. Bu tür kirli operasyonların finansmanı da örtülü ödenekten yapılır. Aslında parlamentolarda yapılan ‘gizli oturumları’ da bu bütünlük içinde kavramak gerekir. Parlamentolar devletin yüksek çıkarını ilgilendiren bir sorun olduğunda, gizli oturum yaparlar. Aslında orada söz konusu olan asla halkın çıkarı değil, egemen sınıfın, bizde “memleketin sahiplerinin” pek de yüksek olmayan çıkarları ve ayrıcalıklarıdır…Sanki devletin çıkarının yüksekliğiyle oturumların gizliliği arasında doğru yönde ilişki varmış gibi… Bu iki şeyi gösteriyor: 1. Burjuva yasallığının, veya ‘hukuk devleti’ denilenin ne menem birşey olduğunu; 2. Devletin yüksek çıkarıyla gizlilik arasında doğru yönde bir ilişki olduğunu… Demek ki, bir şeyin önemi ne kadar büyükse, halktan gizlenme katsayısı da o kadar büyük oluyor… Bunu, ‘önemli şeyler mutlaka halktan gizlenmesi gereken şeylerdir’ şeklinde ifade etmek de mümkündür… Tabii bunun tersini de söyleyebilirsiniz: “önemsiz şeylerin halktan gizlenmesi gerekmez…”
Bazıları da Türkiye’deki siyasi cinayetleri ve katliamları ‘soğuk savaş’ döneminin kontre-gerilla tipi örgütlenmelerinin marifeti olarak görme eğiliminde. Gerçekten söz konusu dönemde NATO’cu ‘Batı demokrasilerinde’ bizzat devlet aygıtı içinde suç örgütleri, bir istisna değil kuraldı. ‘Soğuk savaş’ın sona ermesiyle bu tür yapılanlamarın tasfiye edildiği söylendi. Söz konusu dönemde Türkiye’de de benzer bir yapılanmanın mevcut olduğu artık bir sır değil… Fakat, Türkiye’de geçerli olan, raison d’état’yı da, soğuk savaş dönemine özgü kontr-gerillayı da aşan “yapısal nitelikte” bir durumdur ve doğrudan devlet zihniyeti, yönetim üslubu ve siyasi kültürü angaje eden birşeydir. Türkiye’de geçerli devlet zihniyeti ve siyasi kültür anlaşılmadan, yapılan ve yapılacak tartışmalar sadece ahmakları aldatmaya yarar. Osmanlı İmparatorluğunda [ve kapitalizm öncesi dönemin ona benzeyen ‘geleneksel’ imparatorluklarında] devlet kutsal sayılırdı. Zira orada servete ve zenginliğe giden yol devletten geçer. Boşuna ‘devlet başa, kuzgun leşe’ denmemiştir…Dolayısıyla, orada devletin kutsanması genel bir durumdur. Devlet aygıtının adamları aynı zamanda yönetici sınıftır veya söz konusu olan sınıf-devlettir. Başka türlü söylersek, yönetici sınıf, devletle bir ve özdeştir veya yönetici sınıfın varlık nedeni devletin de varlık nedenidir. Orada devlet, burjuva toplumundaki gibi egemen sınıftan görece bağımsız değildir. İkincisi, Osmanlı imparatorluğunda müthiş bir devlet/halk [toplum sınıfları] yabancılaşması söz konusuydu. Halk sınıfları sadece devlete haraç veren zatiyetlerdi. Halkın devletle ilgili olduğu iki durum: Haraç vermek ve padişah gerekli gördüğünde fetih veya savunma savaşlarına katılmaktı. Dolayısıyla devletten toplum sınıflarına doğru ‘yukardan aşağı’ ve tek yönlü bir ilişki söz konusuydu. Böyle bir ilişkinin geçerli olduğu yerde, halk sınıflarının iradedesinin bir kıymeti harbiyesi olması mümkün değildir.
İmparatorluk hem kendi iç çelişkilerinin sonucu ‘doğal aşınmaya uğruyordu, hem de XIX’uncu yüzyıldan başlayarak Batı Avrupa’da gelişen kapitalist üretim tarzının aşındırmasına maruz kalıyordu, ki bu ikili aşındırma imparatorluğun varlığını tehlikeye atıyordu. İmparatorluğun adamlarının [yönetici sınıf] yegane kaygısı imparatorluğu yaşatmaktı. Yapılan tanzimatların, ıslahatların, inkilapların, vb. biricik misyonu Batı Avrupa’da olduğu gibi, ‘yeni ve farklı’ bir şey yapmak değil, devleti yaşatmaktı. Dolayısıyla tam bir ilişki tersliği vardı. Modern denilen kurumlar, mekanizmalar ve söylemler, sanılanın aksine ‘yeninin değil, eskinin hizmetindeydi’… Ne pahasına olursa olsun devleti yaşatma perspektifi Cumhuriyetle bir değişikliğe uğramadı. Cumhuriyetin ilanı söz konusu süreçte bir kırılma anını veya kopuşu temsil etmiyordu. Bunun anlamı Eski Rejim’den bir kopuş olmadığıdır. Dolayısıyla, gerçek durum resmi tarihin ve resmi ideolojinin tevatür ettiğinden çok farklıydı. Bu da söz konusu süreçte asla bir modernite devrimi ve aydınlanmanın yaşanmadığı anlamına gelir. Başka türlü söylersek, İkinci Meşrutiyette [1908] ve Cumhuriyette [1923] ‘sivil toplumun’ veya halk sınıflarının bir dahli yoktu. İkisinin de yegane amacı devleti kurtarmak ve yaşatmaktı, onu dönüştürmek değil… Olup bitenler de ‘devletliler’ tarafından hikaye edildiği için, rejimin niteliğinin tartışılması ve anlaşılması mümkün olmadı. Tüm modernist, modernleşmeci söyleme rağmen, devlet zihniyeti ve yönetenlerin halka bakışı değişmedi. Kutsal devlet, kutsallığını korumaya devam etti… Her ne kadar 1923 sonrasında insanların artık ‘yurttaş’ oldukları söylense de aslında ‘yurt işlerine’ karıştırılmadılar. Halk eskiden haraç verip savaşa gidiyordu 1923 sonrasındaysa vergi verip askere gidiyordu… Zaten devletin kutsal sayıldığı yerde sivil toplumun iradesinin bir kıymet- i harbiyesi olmazdı.
1908’de Jön Türkler de denilen İttihatçılar bir darbeyle anayasal monarşiyi dayattılar ama bunu demokrasi aşkıyla, özgürlük aşkıyla, sivil haklar alanını genişletmek için değil, devleti yaşatmak, kendi iktidarlarını sürdürmek için yaptılar. Sultan’la aralarındaki görüş ayrılığı, rejimin niteliğini angaje eden birşey değildi. Padişah’ın devleti yeteri kadar koruyamadığını düşündükleri için darbe girişiminde bulundular. İktidara geldikleri halde İttihat ve Terakki Cemiyeti [ daha sonra partisi] gizli örgüt olarak kaldı. 1913’den itibaren yönetimi bütünüyle ele aldıkları halde örgütün ‘Merkez-i Umumisi’ gizliliğini korudu. Ve bir tür uzaktan kumandayla yönetme geleneği veya siyaset üslubu oluştu. Fakat 1923’den sonra artık ‘uzaktan kumandayla’ yönetime ihtiyaç kalmamıştı. Zira, devlet-parti-hükümet özdeşliği geçerliydi. Tolaliter rejimlerde, bu genel bir durumdur. Orada burjuva devlete özgü “kuvvetler ayrılığına” yer yoktur. Bu durum 1950’ye kadar devam etti. 1946-50 döneminden sonra benim ‘taşeron devlet partileri’ dediğim muvazaa partileri aracılığıyla yönetme durumunun ortaya çıkması, yeniden ‘uzaktan kumandayla yönetimi’ gündeme getirdi. 1910’lu yıllardaki uzaktan kumandayla yönetim ‘üslubu’, 1950 sonrasında yeniden etkinlik kazandı. Devleti tehlikede gördüğünü düşündüğü zamanlarda darbeler yaparak duruma müdahale etti. Taşeronun işine son verip, aygıtı yoluna koyduktan sonra ‘işi’ yeni bir taşerona veriyor. Asıl devlet partisiyle taşeron [muvazaa] devlet partileri arasında adı konmamış bir ‘işbölümü’ geçerli. Mesela seçimle gelip
hükümet kurmayı başaran hiçbir ‘taşeron devlet partisi’ rejimin tabularını tartışmaya cesaret edemez, zaten tartışma yapmasına da izin verilmez… Seçimle gelen, misyonları kitleleri oyalamak bu arada kendilerini ve çevrelerini zenginleştirmek olan, tam bir ticari şirkete benzeyen siyasi partilerin yapabilecekleri şeylerin sınırı, asıl devlet partisi tarafından belirleniyor… Elbette benim “asıl devlet partisi” dediğim odak sadece askeri darbeleri örgütlemiyor. Gerekli gördüğü zaman komplolar, provokasyonlar, katilamlar, siyasi cinayetler, linç kampanları, vb. devreye sokarak, devlet destekli terörü tırmandırarak, muhtemel bir demokratikleşmenin önünü kapatıyor. Böylece ‘kutsal devlet’ kurtarılıyor… Varlık nedenlerinin demokratikleşmeyi ve özgürlükler alanının genişlemesini engellemekten, dolayısıyla emekçi halk çoğunluğunu oyunun dışında tutmaktan geçtiğini gayet iyi biliyorlar. Söz konusu ‘ikili yapı’ geçerliyken, hem siyasi cinayetler ve katliamlar mümkün hale geliyor, hem de siyasi cinayetleri ve katliamları yapanların açığa çırartılıp hesap sorulması mümkün olmuyor. Zira, yaptıran da koruyan da aynı odaktır… Sonra da dünyaya ‘örnek’ modern Türkiye’den, hukuk devletinden, hukukun üstünlüğünden, vs. söz ediliyor… Aksi halde bu güne kadar işlenmiş sayısız siyasi cinayetin ve katilamın failleri ortaya çıkarılır, yargılanır ve cezalandırılırdı… Dolayısıyla bizde siyasi cinayetler rejime içerilmiş durumdadır. Sorun doğrudan devlet aygıtını angaje eden birşeydir. Geçerli devlet anlayışı ve siyasi kültürde, devlet için cinayet işlemek suç sayılmak bir yana özendirilen birşeydir. Eğer devlet kutsalsa neden olmasın? Yeter ki, cinayet “devletimizi ‘korumak ve kollamak’ için yapılsın…” Aslında kimilerinin sandığı gibi ortada bir ‘derin devlet’ yok. Zira, ‘asıl devlet partisi’ görünen, bildik kurumlar aracılığıyla yönetiyor ve sivil toplumu işe karıştırmamayı başarıyor… Bunun bizdeki siyaset üslubu ve siyasi kültüre dair önemli sorunlar yarattığını söylemeye gerek yok… Zaten sorun da doğrudan, devlet kurumlarının içselleştirdiği siyasi kültürle ilgili. Halkı yok sayan bu halk düşmanı devlet ve yönetim anlayışı teşhir edilip gereği yapılmazsa, bu tür tartışmalar da, siyasi cinayetler ve katliamlar da devam edecektir. Ta.. ki, emekçi halk çoğunluğu duruma müdahale edip, devleti dönüştürünceye kadar… O halde ikircikli olmayan bir tarzda rejimin niteliğini tartışma basiretini ortaya kayabilmek gerekiyor. Bunu yapmaktan kaçındığımız, buna cesaret edemediğimiz sürece, suçlular sınıfına dahil olmaktan kurtulmamız mümkün olmayacak ve tarih bizi affetmeyecektir. Zira, insanlık suçu işleyenleri kınamak, lânetlemek, şeylerin seyrini değiştirmez. Eşitlikçi, demokratik velhasıl yaşanabilir bir toplumsal düzen kurmak, sadece pasif tepkilerle mümkün değildir. Bilinçi özneler devreye girip duruma müdahale etmeden, mevcut kötülükleri aşmamız mümkün değildir. Artık tepkinin demeçler ve cenaze törenleri dışında da etkin bir biçimde ortaya konması zamanı gelmiş olmalıdır. Ama önce şeylerin ‘neden ve nasılını’ bilince çıkarmak kaydıyla. Aksi halde ‘genel tekrara’ talim etmekten kurtulmamız mümkün olmaz…