13 Şubat DİSK’in 40. Kuruluş Yıldönümü. DİSK yönetimi bu yıldönümünü sendikal hareket etrafındaki kuşatmaya karşı bir atak vesilesi haline getirmeye hazırlandığını ifade ediyor. 1 Mayıs’ın Taksim’de kutlanması dışında bu atağın nasıl somutlaşacağı bilinmiyor. Sizce 40. Kuruluş Yıldönümü’nün bugünkü DİSK için anlamı nedir, ne olmalıdır. DİSK yönetimi DİSK’in 40. kuruluş yıldönümüne ne anlam yüklediğini açıkladı. İçerik […]
13 Şubat DİSK’in 40. Kuruluş Yıldönümü. DİSK yönetimi bu yıldönümünü sendikal hareket etrafındaki kuşatmaya karşı bir atak vesilesi haline getirmeye hazırlandığını ifade ediyor. 1 Mayıs’ın Taksim’de kutlanması dışında bu atağın nasıl somutlaşacağı bilinmiyor. Sizce 40. Kuruluş Yıldönümü’nün bugünkü DİSK için anlamı nedir, ne olmalıdır.
DİSK yönetimi DİSK’in 40. kuruluş yıldönümüne ne anlam yüklediğini açıkladı. İçerik olarak, iki yıl önce açıklanan ama uygulanamayan “Zincirleri Kıracağız” kampanyasına benzer bir program bu. O program, DİSK’in mevcut örgütsel yapısı uygun olmadığı için uygulanamamıştı. Şimdi uygulanabilecek mi; nasıl uygulanacak; göreceğiz.
Ama yasaları, devletin koyduğu kuralları dikkate almadan sendikal hak ve özgürlükleri uygulayarak yerleştirmek, kazanıma dönüştürmek, tarihsel olarak DİSK’in temsil ettiği çok önemli bir mücadele geleneği. Bu geleneği işçiler 12 Eylül’den çıkarken, 1980’li yılların sonlarında, “İşçi Baharında” yeniden canlandırdılar. Kamu çalışanları sendikaları, bu geleneği “fiili, meşru, militan, kitlesel mücadele”, kısaca “fiili sendikacılık” diyerek 90’lı yıllara taşıdılar. Ama 1992’de yeniden kurulan DİSK birkaç kez “Genişletilmiş Başkanlar Kurulu Kararı” almasına karşın, “fiili sendikacılık” yapmaya uygun bir örgütlenme ve mücadele anlayışını hayata geçiremedi. Yani DİSK temsil ettiği geleneği hayata geçiremedi. Gösterişli kararlar almak, o kararları uygulamaya yetmiyor.
DİSK’in kuruluşunun 40. yılını fiili sendikacılığı öne çıkaran yeni bir mücadele hamlesiyle kutlamak yanlış bir fikir değil. Ama bu fikrin herhangi bir etkinlik kararı alır gibi kararlaştırıp uygulanamayacağı iki yıl önce görüldü. Nasıl uygulanabileceğini anlamak için 40 yıl önce bu anlayışı uygulayabilen DİSK’e ve onun kuruluş sürecine bir “merhaba” demek lazım.
DİSK’in kuruluşundan önce kurulan bir başka örgüt var. Bu bir siyasi parti; Türkiye İşçi Partisi (TİP). Türk-İş’e üye sendikaların 30-40 yöneticisi 27 Mayıs ihtilalinden sonra bir araya geliyor; işçilerin haklarını savunacak bir parti kurulmasını ve isminin de işçi partisi olmasını konuşuyorlar. 12 Şubat 1961’de TİP’in kuruluşunu yapanlar ise bu 30-40 kişiden geriye kalan 12 kişi.
Burada 1 yıllık bir bocalama devresi var. O arada 31 Aralık’ta Saraçhane mitingi yapılıyor. ABD’de kurulan Türk-İş’in Genel Başkanı Seyfi Demirsoy’un başını çektiği “Çalışanlar Partisi” girişimi gündeme getiriliyor. Amaç, yükselen işçi hareketinin siyasi bir nitelik kazanması “tehlikesinin” önünü kesmek. Türkiye İşçi Partisi’nin kurucuları Demirsoy’u ayrı bir parti kurmaktan vazgeçmeye çağırıp başaramayınca, dönüp sosyalist aydınlara, Mehmet Ali Aybar’a gidiyorlar. Aybar’ın hazırladığı tüzük ve programı, sadece parti yönetiminde işçilerin sayısal ağırlığının sağlanması koşuluyla olduğu gibi kabul ediyorlar.
Bu tüzükte TİP’in “Türk işçi sınıfının ve onun demokratik öncülüğü etrafında toplanan halkın iktidara yürüyen siyasi örgütü” olduğu yazılıyor. Yani TİP işçi sınıfının iktidarını hedef alan bir parti oluyor. Parti binalarında, Mustafa Kemal’in “bizi mahvetmek isteyen emperyalizme ve bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı milletçe savaşmayı uygun gören bir doktrini izleyen insanlarız…” sözleri asılıyor. Parti hızla büyüyor ve Türk-İş Genel Merkezi’nin saldırısı da başlıyor. Türk-İş “komünizmi tel’in mitingleri” düzenliyor. Bu yıllarda TİP’in siyasi mücadelesi ve işçilerin hak ve özgürlük mücadelesi birbirlerini büyüterek yükseliyor. İşte bu yükseliş karşısında Türk-İş yönetimi TİP’li sendika önderlerine yönelik baskılarını şiddetlendiriyor. Paşabahçe grevi ile dayanışma için oluşturulan SADA’yı (Sendikalar Arası Dayanışma) kurmaları gerekçe gösterilerek Türk-İş’ten ihraç edilen bütün sendikacılar TİP üyesi. DİSK’i kuranlar da bunlar.
DİSK’in kuruluşunun ilk adımında işçi sınıfının siyasi iktidar mücadelesi var; yani sosyalizm var. DİSK’in temel taşı sosyalizmdir.
Bu temeli ortadan kaldırırsanız geriye ne kalacağını görmek istiyorsanız bugünkü DİSK’e bakın. 40 yıl önceki örgüt, sosyalizm lafıyla yola çıkıyor. Bugünkü DİSK ise “Sivil Toplum Örgütü” lafını kabullenen ve “küreselleşme” denilen emek karşıtı süreçte işlev üslenen bir örgüt oldu ve her geçen gün eriyor. “DİSK’in kuruluş ilkelerine geri dönüyoruz” diyenler eğer samimi iseler öncelikle DİSK’i içine düşürdükleri bu durumun farkına varmalılar. Ondan sonra da “DİSK’in kuruluş ilkelerine bugün geri dönmek ne anlama gelir” sorusunu kendilerine doğru düzgün sorup yanıtlamalılar. 1992’de bu soruyu sormaktan kaçtıkları için 15 yılda bu noktaya geldiklerini de görmeliler.
DİSK’in eski DİSK olmadığı sık sık söyleniyor. Bu ne anlama geliyor?
Evet DİSK eski DİSK değil. DİSK’i DİSK yapan şey, kuruluş yıllarında fiilen izlediği ilkelerdi.
Bunların birincisi, DİSK’in sendikal mücadeleyi “sınıf biliminin” ve işçi sınıfının iktidar mücadelesinin ışığında yürütmesi gerektiği anlayışı gelir. İkincisi, işçilerin kendi sendikalarında iktidar haline getirilmesini amaçlayan “işçilerin söz ve karar hakkı” ilkesidir.
Parantez içinde söylemeliyim ki, bu ilke tüzüğe yanlış bir biçimde “tabanın söz ve karar hakkı” diye geçirildi. Oysa “taban”dan söz edilen her yerde gizlenen bir “tavan” vardır ve o tavan hiç değişmez. Bu yüzden de işçiler “taban” oldukları sendikalarında, partilerinde hatta devletlerinde bir türlü “iktidar” olamadılar. İktidar olamadıkları bu örgütlere, devletlere yabancılaştılar; sonra da onların yıkılmasına destek oldular.
Üçüncüsü ise emperyalizme, faşizme ve şovenizme karşı işçi sınıfının uluslararası birliğinden yana olma ilkesidir.
DİSK’in bu kuruluş ilkelerinin bize en çok lazım olduğu nokta 1992’deki yeniden açılma süreciydi. 92’de yargıdan çıktığımızda, 12 Eylül’ün kapattığı DİSK’e bağlı sendikaların artık bir tek üyesi dahi yoktu. DİSK’in eski yöneticilerinin, DİSK’in “mirasını değerlendirebilmeleri” için bir tek yolları vardı DİSK’i yeniden faaliyete geçirmek. Bu DİSK’i yeniden kurmak demekti.
Bizce bu noktada bu doğuş noktasına bakmamız gerekiyordu. Bunu dünyadaki ve ülkemizdeki değişimi görerek yapmalıydık. Yani “başlangıç noktasının” bugüne taşınmalıydık. İki görevimiz vardı:
Birincisi, kuruluş ilkelerine uygun bir sendikal örgüt yapısı yaratmaktı.
İşçi sınıfının değişen üretim ve toplumsal yaşam alanında değişen yönlerini uzun uzun anlatmaya gerek yok. İşçi sınıfının mevcut gelişme özelliklerini dikkate alarak DİSK’in yeniden örgütlenmesini tek bir elden ve tek bir stratejiyle yürütmek lazımdı.
Bu stratejinin belli başlı unsurları şöyleydi: “DİSK’in bütün olanaklarını tek bir merkezde toplamak. Buna “kafa-kasa birliği” deniliyordu. Türkiye’nin üretken alt yapısının ve toplumsal dinamizminin sunduğu mevcut koşullara bakarak öncelikli işkollarını ve örgütlenme bölgelerini saptamak. Öncelikli olarak tesbit edilen bölgelerde, işyerlerinden işçilerin oturdukları mahallelere kadar uzanan, işçinin 24 saatini kapsayan bir propaganda ve örgütlenme çalışması yürütmek için “işçi evleri” açmak. Bu bölgelerde, merkezi bir örgütlenme planıyla bütün işkollarından işçileri ayrımsız bir biçimde DİSK üyes
i olarak örgütlemek. Mücadele anlayışında da asla siyasi iktidarların belirlediği kuralların koydukları yasaların sınırlarına kendini hapsetmeyen, yaşam içinde kazanılan hakları hukukileştirmeyi hedefleyen bir mücadele çizgisiyle yürümek”
İkincisi ise işçi sınıfının politik iktidar mücadelesi bakımından, sendikal örgüt olduğumuzu unutmadan üzerimize düşen görevi üstlenmekti.
İşçi sınıfının örgütlenmesi alanında yürünmesi gereken bu yolu tek başına, yalnızca sendikal alandan yürüyebilmek olanaklı değildi. Bu mücadelenin işçi sınıfının iktidar iddiasının dışında ne yaratılabilmesi ne de ilerletilebilmesi olanaklı değildi. Oysa o günlerde, sınıfın siyasi odaklarının parçalandığı ve etkisizleştiği görülüyordu. Yol göstericiliğin bu derece tahrip olduğu böyle bir noktada bir sınıf örgütü olarak DİSK, bir sendika olduğunu unutmaksızın politik arenaya müdahale etme sorumluluğuyla davranmalı, sınıfın siyasi mücadelesine müdahale etmek için paçaları sıvamalıydı. Bunun için de 12 Eylül’den bu yana sınanmış siyasi yapıların, (güçlü güçsüz) sınıf ideolojisini rehber edinmiş bütün siyasi yapıların, işçisiyle, kamu çalışanıyla, orta ve küçük çifçisiyle, kadınıyla, öğrencisiyle bütün halkla buluşturacak ve siyasi alanda kendi ayakları üzerinde dikilmesini sağlayacak bir platformun meydana getirilmesi, bir masanın yaratılması lazımdı.
Ama bu düşünceler uygulanamadı. Çünkü DİSK’in 1992’deki açılışında anahtarı ellerinde tutanların bir unsuru sosyal demokrat düşüncedir; diğer unsur ise 12 Eylül’de üyelerinin çoğu yurtdışına kaçan ve kendini tasfiye eden eski TKP’lilerdir. Bunların “açılış”taki tutumu ise fiilen “her sendika kendi başının çaresine baksın” denilerek darbecilerin el koyduğu malvarlıklarının alınıp, eski sendikal bürokrasinin “kendi içinde” “halletmesi”ni sağlamaya çılışmak oldu. Orada bizlerin, devrimci, sosyalist sendikaların dışında bir tek Abdullah Baştürk’ün ciddi önerileri vardı. Abdullah Baştürk, merkezi bir yayın organı, bir radyo, bir gazetemiz olsun; bütün toplumu hedefleyen bir yaklaşımla DİSK’i tek bir merkezden örgütleyelim diyordu. Ama artık yılmış olan sosyal demokrat ve liberal-solcu sendikacılar Abdullah Baştürk’ün bu önerisini, “radyodaki sesleniş, gazetedeki yazılar hangi temelde hangi bakış açısıyla yapılacak; başımıza yine bela mı açılacak” diye karşıladılar. Baştürk’ün ölmesiyle de, bizim yaklaşımımızla az çok iletişim kurabilecek tek sosyal demokrat sendikal kadroyu da yitirmiş olduk. Her sendikanın eski yöneticisi, sendikasının ekonomik gücünü kaptı ve sendika yöneticiliğini meslek edinen bir anlayışı öne çıkardı. Sistemin kendilerine tanımladığı çizgiler içinde mesleklerini icra etmeye yöneldiler. Şimdi bu çizgiler içinde bırakılan alanın sendikal harekete küreselleşmenin yüklediği görevler olduğu daha açık görülüyor. Sovyetlerin yıkılmasıyla DİSK’in üyesi olduğu Dünya Sendikalar Federasyonu dağıldı; sosyal demokratlar DİSK’i Avrupa Sosyalist Enternasyonali’nin yönlendirdiği ETUC’un yörüngesine oturttular. Ve DİSK bugünkü “misyon örgütü” noktasına geldi.
Uzun sözün kısası: DİSK eski DİSK değil evet; çünkü DİSK, kendi temelindeki sosyalist yapı taşını kaldırıp atmış durumda.
1992’deki açılış, 1989-90 İşçi Baharı’nın ardından geldi. Bu hareketin öncüleri, çoğunlukla eski DİSK militanlarıydı. Aynı sıralarda Kamu Çalışanları hareketi yükselişteydi. DİSK’in bugünkü noktaya gelişinde, 92’deki açılışında bu dinamiklerle bütünleşememesinin bir etkisi var mı? Niçin bütünleşilemedi. Şu sıralarda Türk-İş’in dile getirdiği “Bütün sendikaların ve meslek örgütlerinin bir çatı altında birleştirilmesi” ve KESK’in zaman zaman ifade ettiği “işçi ve kamu çalışanları sendikalarının birleştirilmesi” gibi düşünceler tıkanan işçi hareketinin önünün açılması için bir dinamizm sağlayabilir mi?
Bahar eylemlerinde bütün işçiler 80’in durdurduğu sözleşme haklarını kullanma fırsatını değerlendirmek için hareket geçti. Eylemlere Türk-İş engel olamadı. Mesela Zonguldak yürüyüşü sırasında sosyal demokrat milletvekilleri eylemi durdurması için Genel Maden İşçileri Sendikası Başkanı Şemsi Denizer’in çadırına gittiğinde Denizer, “beni değil işçileri ikna edin” diyor.
Sol ise işçilere mesafeliydi. Büyük yürüyüşten geri dönülürken sosyalist yayınlar, olaya işçilerin içinden bakamıyorlardı. Yürüyüş başlarken dışardan alkış tutmanın sonucu yenilgi sürecini seyirci olarak izlemek oldu. İşçiler yürüyüşe başlarken hareketinin “sol” anlamını içten içe kavrıyordu ama bu örtük bir bilinçti. Üzerinden geçtiği köprüye “Demokrasi Köprüsü” adını takıp yürüyordu. Aynı işçi geri dönerken “demokrasiden vazgeçtik bari paraları verselerdi diyordu.
Kısacası, Bahar Eylemlerinde ne işçiler solla buluşmak, ne de sol işçilerle buluşmak açısından ciddi bir ilerleme sağlayamadı.
Türkiye sosyalist hareketi 1980’den sonra işçi hareketine “dışardan” bakıyor ama gerçek anlamda yol göstermek, önünü açmak gibi amaçlarla müdahale etmekten uzak duruyor. Sendika yönetimlerine ulaştıklarında bunu işçi sınıfı hareketinin sorunlarını çözmek için değerlendirmek üzere bir sıçrama noktası olarak görmüyorlar; korunması, elden çıkarılmaması gereken bir “mevzi” olarak görüyorlar. “Mevzi” dedikleri de ne: Para, kürsü, vitrin… Bu yıkılan Sovyetler Birliği’ndeki bürokratik sosyalizm anlayışının işçi hareketine bakışının aynısı. İşçilerle onları “temsil etmek” için ilişki kurmak…
Aynı yaklaşım ne yazık ki Kamu Çalışanları Hareketinde de egemen oldu.
Bu yüzden de DİSK’in 1992’deki açılışına bu dinamikler yönlendirici bir inisiyatifle katılmadılar.
Böyle katılsalardı DİSK başka bir noktaya sürüklenebilir miydi sorusunu yanıtlarken diğer tarafı, DİSK’in “anahtarını elinde tutan” kadroları da akılda tutmak lazım. DİSK’in kapısını açanlar da bu dinamiklerden uzakta tutmaya özel bir önem verdiler.
Şu sıralarda Türk-İş’in dile getirdiği “bütünleşme” düşüncesi işçi sınıfı için tam bir tuzak. Türk-İş bu düşüncenin kaynağını saklamıyor: ICFTU ile Dünya Emek Federasyonu’nun (eski Hristiyan İşçi Sendikaları Federasyonu) birleşmesini örnek gösteriyor. Bu “uluslararası birleşme”nin nedenini ve aktörlerinin Türkiye’deki karşılıklarını düşünmek gerekir öncelikle.
Küreselleşme patronlarının en son bastıkları düğme işçi örgütlenmesi alanında oldu. ICFTU ve Dünya Emek Federasyonu, çöken işçi örgütlerinde zayıflamanın önüne geçebilmek için birleşiyoruz dediler. Örgütlenmedeki zayıflama onlarda “işlevini yerine getirememe” diye tanımlanıyordu. İşlevleri ne: işçi hareketini kontrol altında tutmak. İşçi sınıfı büyüyor ve bu örgütsüz bir büyüme. Bir yere gelecek ve düzen için tehlike oluşturacak. İşte orada bu örgütlere ihtiyaç var. Şimdi bu örgütler bu işlevi talep ediyorlar küreselleşmenin patronlarından. Aynı olay ETUC’da da var. Önümüzdeki aylarda toplanacak ve örgütlerdeki zayıflamanın nedenlerini ve çözüm yollarını konuşacak.
Sendikalar bunları tartışırken dünyadaki sosyalist çizgi nerde, o niye herhangi bir çizgiye sahip değil. Bizde de bu konuda sosyalistlerin bir çizgisi yok. Türk-İş gibi sendikal merkezler, sendikal örgütlerin yeniden güçlenebilmesi, ekonomik demokratik konularda işverenlerle pazarlık edebilecek bir gücü yeniden yakalayabilmek için “birleşelim” diyorlar. Ama b
u, işçileri bir hareket içinde birleştirmeyecek, yöneticileri birleştirecek.
Kuruluş günlerinin ilkelerinden bugünün DİSK’ine baktığınızda yapılması gereken şeyler neler?
Öncelikle işçi sınıfının iktidar mücadelesinin bütün diğer mücadelelerine ışık tutması gerektiğini; sendikal mücadeleyi ancak bu mücadelenin bir parçası olarak kavradığımız zaman başımıza gelenleri yerli yerine oturtabileceğimizi bilmemiz gerekir. İşe “işçi sınıfının iktidar mücadelesi açısından bugünün dünyasının ve Türkiye’sinin durumu” nedir diyerek başlamak ve örgütü bu bakış açısıyla yeniden bir kuruluş sürecine yöneltmek gerekir.
Bu bir yandan DİSK’i yeni bir örgütlenme ve mücadele anlayışına oturtmaktır. 1992’de DİSK’e sunduğumuz yeniden örgütlenme planının uygulanması için halen zaman geçmiş değildir. O günden bugüne yaşanan gelişmeler, konfederasyonumuzun “kafa kasa birliğine” dayanan merkezi bir örgütlenme ve militan bir kitle mücadelesi temelinde yeniden örgütlenmesi gereğini daha da güçlendirmiştir. Bu ihtiyacın şöyle yada böyle, er veya geç işçi sınıfı tarafından karşılanacağı da bilinmelidir. Ya DİSK böyle bir örgüt olacak, ya da işçi sınıfı kafasını dağa taşa vura vura bu yolu eline geçirdiği bütün araçlarla kendisi yeniden yaratacak.
Diğer yandan da siyasi arenaya müdahale edebilecek doğrultuda tüm ilerici emek güçlerinin ortak mücadele masasını yaratmaya yönelmelidir. Bu ortak mücadele masasının birinci ayağı, “Devlet bu toplumun üst yapısıdır; devleti bu toplum yarattığına göre, devletin görevi sağlıklı, eğitimli, üreten bir toplum dolayısıyla halkın bütün temel gereksinimlerini eğitim, sağlık, sosyal güvenlik ihtiyaçlarını tümüyle ücretsiz olarak karşılayan; barınma, ulaşım, ısınma ve aydınlanma ihtiyaçlarını destekleyen; değer ve hizmet üretimini toplumun ortak çıkarlarına göre yönlendiren bir devlet olmalıdır”; İkinci ayağı, “Anadolu’nun tüm farklı kültürlerinin ortak demokratik bir toplumsal iletişim ortamında birlikte yaşadığı ve geliştiği bir özgürlük ve hoşgörü toplumu olmalıdır”; Üçüncü ayağı ise “İşçi sınıfının sınıf kardeşliği düşüncesi olan enternasyonalist birlik ilkesinin şekillendirdiği bir uluslararası ilişkiler anlayışının yerleştirilmesi olmalıdır.” denilerek çatılmalıdır.
1 Mayıs’ın nasıl ve nerede kutlanacağı sorusu, ancak o yılın 1 Mayıs’ına yüklenecek işlevle birlikte yanıtlanabilecek bir sorudur. DİSK yönetimi, “Bu yıl 1 Mayıs’ı Taksim’de kutlayacağız” derken ona hangi işlevi yüklüyor. Yüklediği işlevi uygulama yeteneğine ve kararlılığına sahip mi? Bunlar konusunda endişeliyim. Ama benim düşüncem, her zaman olduğu gibi bugün de 1 Mayıs’ın işçi sınıfı mücadelesinin bir önceki dönemini bir sonraki yıla bağlayan bir toparlayıcı, yönlendirici mücadele günü olarak işlevlendirilmesidir.