Bez mendiller… Kağıt mendiller… ″… cinayetler sonrası, hep «Gizli güçler»den söz edilmiş, kimi katiller yakalandığında da «Esas perde arkasındakiler» denmiştir. Bu yapılanmayla gerçekleştirilmek istenen, «perde arkasındaki gizli güçlerin», doğaları gereği belirlenemeyecekleri, ele geçirilemeyecekleri yönünde bir «inancın» yaygınlaştırılmasıydı. «Hesap sorulamayacak perde arkasındaki gizli güçler» inancıyla hedeflenen, arzu edilen yapılanmaya karşı çıkamayacak «sindirilmiş toplumdu».″ Ümit Sezgin Gazeteci […]
Bez mendiller… Kağıt mendiller…
″… cinayetler sonrası, hep «Gizli güçler»den söz edilmiş, kimi katiller yakalandığında da «Esas perde arkasındakiler» denmiştir. Bu yapılanmayla gerçekleştirilmek istenen, «perde arkasındaki gizli güçlerin», doğaları gereği belirlenemeyecekleri, ele geçirilemeyecekleri yönünde bir «inancın» yaygınlaştırılmasıydı. «Hesap sorulamayacak perde arkasındaki gizli güçler» inancıyla hedeflenen, arzu edilen yapılanmaya karşı çıkamayacak «sindirilmiş toplumdu».″ Ümit Sezgin
Gazeteci Hrant Dink’in siyasi nedenlerle öldürülmesi üzerine gelişen tartışmalar, birçok açıdan çözümlenmeyi bekliyor.
Toplumsal yapının neresinde yer alırsa alsın, hangi siyasi renkten olursa olsun, milliyetçi-ırkçı-faşist kesimlerin cinayeti meşru görme / gösterme dayanağını, Dink’i ‘Türklüğe hakaret’ten suçlu bulan mahkemenin kararı oluşturmaktadır. Çağdaş bir toplumda hiçbir cinayetin meşru görülemeyeceği bir yana, meşruiyet arama çabası bile içimizdeki barbarlığın göstergesidir.
Gerçi, mahkeme sözü edilen yazıda suç unsuru bulmasaydı; başka bir söyleyişle, Dink beraat etseydi de, kan emmeden yaşayamayan asalaklar başka bir bahane bulurdu. Ancak, biz burada tartışmayı eldeki boyutuyla ele alacağız.
Hrant Dink’in kalemi önceden kırılmıştı! Dink, Şubat 2004’te, AGOS Gazetesi’nde ‘Ermeni Kimliği Üzerine’ başlıklı bir yazı dizisi yayımlamaya başlamıştı. Dizinin ‘Ermenistan’la Tanışmak’ başlıklı sekizinci bölümü, Şişli Cumhuriyet Savcılığı tarafından ‘Türklüğü tahkir ve tezyif’ suçlamasıyla dava konusu edilmişti.
Önce, bu davanın, yazıda ‘Türklüğe hakaret’ olmadığı bilindiği halde açıldığını düşünüyorum. (Şimdi ‘ağlaşan’) medyanın önemli bir kesiminin de desteğiyle hedef tahtasına yerleştirildi Hrant Dink. Aslında bundan sonraki gelişmeler, sözü edilen milliyetçi-ırkçı-faşist kesimler açısından bir anlam oluşturmuyordu. Önemli olan Hrant Dink’in ‘Türklüğe hakaret’ ile suçlanmış olmasıydı!
Sonra, mahkeme ilgili yazının suç teşkil edip etmediğini bildiren bir raporu, bilirkişi olarak tayin edilen İstanbul Üniversitesi öğretim üyelerinden oluşan üç kişilik heyetten istedi.
Bilirkişi raporunun, yazının suç oluşturmadığına dair görüş bildirmesi, mahkemenin vereceği ‘kararı’ etkilemedi. Daha sonraki yargıtay süreci de benzer bir biçimde işledi. Yargıtay Baş Savcılığının itirazlarına önce 9. Daire, sonra da Genel Kurul kulaklarını tıkadı. Davalı, siyasi bir kararla suçlu bulunmuştu.
Böylece, ‘Türklüğe hakaret’i belgelenen Dink’in, ‘Türk düşmanı’ olduğunu ileri sürmek kolaylaştı. Şimdi kararın algılanışına ve siyasi bir malzeme olarak kullanılışına bakalım:
Son olarak ‘çete ve gasp’ suçlarından 14 yıl 5 ay 10 gün hapis cezasına çarptırılan, Susurlukçu Sedat Peker, ‘Öztürkler’ adlı internet sitesine gönderdiği ‘Öztürkler Ailesine 5. Mektup’ta Yargıtay kararını örnek gösteriyor. ″…Yargıtay’a seçilmiş hakimler bu mesleğin duayenidirler, onların gözünden böyle bir şey kaçmaz. Yargıtay verilen cezayı yerinde bulduğu gibi, ertelenmesine muhalefet etmiş, yani cezanın uygulanması yönünde kanaat bildirmiştir.″ diyor.
Bir kere, mahkeme kararı hukuki değil siyasidir ve tarihimizde mahkemelerin siyasi kararlar da verdiği sık sık görülmektedir. Ülkemizde insanlar siyasi nedenlerle mahkum edilebildiği gibi, tersi bir işleyişle, siyasi nedenlerle cezadan da kurtarılabiliyor. Ankara Cumhuriyet Savcı Yardımcısı Doğan Öz’ü öldürmekten sanık İbrahim Çiftçi’nin durumunda olduğu gibi. Çiftçi’nin, Doğan Öz’ü taammüden (planlı bir biçimde, kasten) öldürmek suçu sabit görülerek mahkemece dört kez idam cezası verildiği davadan, sonunda ‘delil yetersizliği’ nedeniyle beraat etmiş olması, araştırılmaya değer bir davadır. Çünkü bu dava, yakın tarihimizin en önemli hukuksuzluk örneklerinden biridir.
İkincisi, kişinin okuduğu, duyduğu şeyleri kendi beyin süzgecinden geçirmek gibi insani bir yükümlülüğü vardır. Kişi kendisi de bir karar verebilmelidir. Temel hukuk bilgisine sahip herkes, bir fiilin suç sayılabilmesi için, suçun maddi, manevi ve hukuki unsurlarının bir arada bulunması gerektiğini bilir. Dink’in suçlu bulunduğu dava için ise, suçun oluşmadığını rahatlıkla anlayabilir.
Mahkemelerin de yanlış karar verdiği / verebildiği yeni bir durum değildir. Ancak, Peker gibi, olaya şartlanmış ve yararcı yaklaşanlar için mahkeme kararı yeterlidir! Biz, üzerinde yeniden düşünmek isteyenler için, Hrant Dink’in tartışmaya konu olan yazısının ilgili bölümünü ve bilirkişi raporunu ekte sunuyoruz.
S(usurlukçu). Peker, Hrant’ın kızı Sera Dink’in, babasının ölüm haberi üzerine söylediği ve basında yer alan ″Babamı vurdular. Şimdi kanları daha mı temiz oldu. Babamın karşısına çıkamadılar, arkasından vurdular.” sözleri üzerine de şöyle yorum yapıyor: ″Çünkü doğru cevabı bulmama ölen şahsın kızı yardımcı oldu. Bağırarak söylediği söz şuydu, net olarak kulaklarım ile duydum. ‘Ne oldu öldürdünüz, pis kanınız temizlendi mi?’ diyordu. Buradan ortaya çıkan netice ise, bunların bizim kanımızın pis olduğu yönünde zaten hem fikir olduklarıdır. İşin diğer komik tarafı ise, bazı gazeteciler o sözleri babasının ölüsünü görünce şok halinde iken söyledi, bilinçli söylemedi diyorlar. Psikolojide öğretildiğine göre, (en azından ben öyle hatırlıyorum), insanlar içlerindeki gerçek düşünceyi bu şekilde, şok anlarında söylerlermiş.″
Peker’in, dolaylı olarak göstermeye çalıştığı psikoloji ‘bilgisi’ bir yana, Sera’nın sözlerinden hareketle Hrant’ın yazısında ne demek istediğini keşfetmesi ilginç! Kızı hangi niyet ve ruh haliyle söylemiş olursa olsun, bu sözler ile Hrant arasında bağlantı kurabilmek, ancak belli bir koşullanmışlıkla olanaklı olabilir. Gerek olmadığı halde belirtelim ki, Yeni TCK 20/1’e göre; ″Ceza sorumluluğu şahsîdir. Kimse başkasının fiilinden dolayı sorumlu tutulamaz.″
Görüldüğü gibi, Peker, Sera Dink’in sözlerini çarpıtarak yandaşlarına aktarmıştır. Başka bir deyişle, yandaşlarını yanıltmış, kandırmıştır. Tıpkı, Dink’in dava konusu olan ″Türk’ten boşalacak o zehirli kanın yerini dolduracak temiz kan…″ sözlerini, ″Türkün pis kanı″ olarak çarpıttığı gibi. Gerçi o çevrelerde bunlar ‘olağan’ karşılanır!
Peker, ırkçı koşullandırmayı sağlayabilmek için, daha inandırıcı olmayı deniyor ve kendi kulaklarıyla duyduğunu ileri sürüyor. Söylenenle söylendiği ileri sürülen sözler arasındaki uyumsuzluk bana, ‘sağırlarla sığırlar’ temsilini anımsatıyor!
Irkçı-faşist koşullanmışlığın ilginç örneklerini, Türkçü-Turancı internet sitelerinde görebiliyoruz. Buna geçmeden önce, F. Engels‘in bir sözündeki ‘gericilik’ sözcüğünü değiştirerek milliyetçiliğe uyarlayacak olursak, şöyle diyebiliriz: ″Milliyetçilik kaygan bir yamaçtır ki, adımını attın mı kendini aşağıda bulursun.″
Gerçekte de milliyetçilik tek yönlü bir yola girmeye benzer ve bu yol ırkçılıkta son bulur. Örnekler de bunu doğruluyor. Irkçı olduğunu gizlemeyen biri, sözü edilen sitelerden birinde şunları söylüyor: ″Halklar kardeş değil, Türkler üstündür… Yaşasın ırkların üstündeki Türk ırkı.″ Bir başkası, ″… Irkçılığı reddetmek günün birind
e bu devletin başına Yahudi bir devlet başkanı, yahut Ermeni bir başvekil, zenci ordu kumandanları, çingene profesörler görmeye razı olmak demektir. Irkçılığı inkâr etmekle savcının böyle bir duruma razı olduğu anlaşılıyor. Fakat ben asla kabul etmeyeceğim…″ diyor. ″Ya sev ya terk et, Türkiye Türklerindir, etnik özürlülerin değil.″ diyen bir diğeri ise, ‘Türkiye Türklerindir’ sözleriyle kendisinin ‘etnik özürlü’ olduğunun ayırdına varamıyor. Örnekleri çoğaltabiliriz, ama bunlar bile arkasına saklanılan milliyetçiliğin ne ölçüde ırkçılık olduğunu göstermeye yeterlidir.
Bu sözleri internet sayfalarına taşıyanlar ve/veya bu düşünceyle ″Hepimiz Samast’ız″ , yani katiliz diye ortaya çıkanlar, aynı zamanda Samast gibi kullanılmaya hazır olduklarını ima ediyor.
Ülkemizde onlarca ‘Samast’ mendil gibi kullanıldı. Burada mendil olarak kullanılanları iki gruba ayırabiliriz. Birinci grupta olanlar, bez mendil olarak kullanılanlardır. Bunlar kullanıma hazır bulundukları sürece ve genellikle cekedin sol üst cebinde, ucu görülecek biçimde bulundurulur. Kullanıldıktan sonra arka cebe konuldukları da olur. Ara sıra ‘temizlenir’ ve tekrar kullanılırlar. Bunların örnekleri, her kullanıldıklarında kariyer edindirilen politikacı, güvenlikçi, tetikçi ve benzerleridir.
İkinci gruba girenler ise kağıt mendillerdir. Bunlar genellikle bir kez, bazı durumlarda da birkaç kez kullanılıp atılır. Bunların örnekleri ise, Mustafa Pehlivanoğlu, Ali Bülent Orkan gibi asılanlar; Veli Can Oduncu gibi arkadaşlarınca şişlenenler ve Erol Türkmen gibi emniyette ‘intihar’ edenler olabilir.
Burada, kendilerini mendil olmaya aday görenlere bazı anımsatmalarda bulunalım: Mendiller başkaları tarafından kulanılmak için vardır; kullanım sürelerine, biçimlerine ve zamanlarına kullananlar karar verir, mendilin söz hakkı yoktur; kullanılan mendiller eninde sonunda atılır, hangi tür olursa olsun müzeye kaldırılanı görülmemiştir.
Belirtmemiz gerekir ki, Ermenilere yönelik kinci söylemlerin ivedilikle terk edilmesi zorunluluğu vardır. İşlevi ırkçılığı körüklemek olan bu dil, insanlar arası temel değerleri erezyona uğratıyor. Genelde düşünen insanın, konu özelinde ise Ermenilerin, Hrant Dink olayında olduğu gibi, ‘gerektiğinde’ kurşunlanarak susturulduğu, muhalefetten arındırılmaya çalışılan bir ortamda tek yanlı konuşma ‘özgürlüğü’nü, bir de ahlaki açıdan sorgulamak gerekir.
Böyle bir konuşmaya, bilimsel çalışmalarıyla tanıdığımız Sümerolog Muazzez İlmiye Çığ’ın, ″Türküz, milliyetçiyiz… 1 milyon Ermeni öldüyse, 1 milyon da Türk öldü.″ gibi, kendi bilimci yanına gölge düşüren sözleri örnek olarak verilebilir. ‘1 milyon Ermeni öldüyse’ sözleri, tehcir sırasında öldürülen Ermeni sayısının ‘1 milyon’ olarak kabulü anlamına gelir! ‘1 milyon da Türk öldü’ sözleriyse, tehcir sırasında Ermeniler tarafından öldürülen Türkler anlamına gelir ki, böyle bir sayıya devlet memuru Prof. Yusuf Halaçoğlu bile itiraz eder.
Bütün bunlar göz önünde olduğu halde, sonuç olarak bizden istenen şudur: Bırakın, etnik ve dinsel ayrımcı söylemleri öğretim programına (müfredat) on yıllardır koyanları; topluma yirmi dört saat şiddet aşılayan programları yayınlatanları; linç girişimcisi katil adaylarını olumlayanları; mantar tabancası edinir gibi ateşli silah edinilmesini destekleyenleri; ‘faili meçhul’ adı konan cinayetleri aydınlatmayanları; yargılama sürecinde davalıya ‘müdahil’ adı altında onur kırıca davranış ve hakarette bulunanları soruşturmayanları; terörün hedefi haline geldiği bilinen kişilere, koruma istemeseler de devlet tarafından koruma verilmesi gerektiğine ilişkin Danıştay içtihatını bilmezden gelenleri; daha soruşturmanın başında ‘örgüt bağlantısı yoktur’ diye açıklama yapan emniyetçileri; devlet içinde ‘kontrolsüz’ gruplardan söz ettiği halde, onların kim olduğu, amaçları ve nasıl ortadan kaldırılacakları hususunda konuşmayanları…
Bırakın bütün bunları; siz, Haçkalı Ogün Samast ile uğraşın, diyorlar. Olayın çerçevesini daraltıp anlaşılmasını, aydınlanmasını olanaksız kılmaya çalışıyorlar.
Oysa, bizim eleştirilerimiz, bu sıralananların kaynağı ve ortak adı olan ‘devlet’e olmalıdır. Devleti eleştirmek vazgeçilmez bir yurttaşlık görevidir. Çağdaş hukuk anlayışında eleştiriden muaf bir kurum olamaz. Olursa da, öyle bir sosyal formasyona demokrasi denemez.
Özetle; Hrant Dink’in öldürülmesinden çıkarılacak derslerden biri, mendilleri kullananlarla birlikte tarihin çöplüğüne atmak gibi bir insanlık görevimizin olduğu ve bizim bu görevi savsakladığımızdır.
Ek:
1- Hrant Dink’in dava konusu edilen yazısından:″…Kimliksel dinginliğini “Türk”ün olumsuz ve kayıtsız varlığına kilitleyen Ermeni dünyasının, tüm ortak performansını dünya üzerinden “Türk”e baskı uygulamaya ve soykırımı kabul ettirmeye ayırması, ne yazık ki kimliğin uyanışını erteleyen koca bir zaman kaybından başka bir şey değildir.
Ermeni dünyası, kimliğinin geleceğine bundan böyle, öylesi kavramlar yüklemelidir ki bu kavramlar bu ulusun körelmiş üretim yeteneğini tekrar fişekleyebilecek iticilikte olsun.
İşte bu nedenle, “Kendi acısını sırtlayacak ve gerekirse mahşere kadar da onuruyla kendisi taşıyacak” bir anlayışı Ermeni kimliğine hakim kılmak en temel yönelim olmalıdır.
Aksi durumda Ermeni dünyası kendini başkalarının gerçeği kabul edip etmeme insafına zincirlemiş olur ki…
Bu da gerçek tutsaklığın ta kendisidir.
Ermeni dünyasının kendisini “Türk”ten kurtardığında, kimliğinde bir boşluk yaşayacağını ve özellikle de Diaspora Ermenileri’nin kimliksel çözünürlüğünün hız kazanacağını sananlar aldanırlar.
Ermeni kimliğinde “Türk”ten geriye kalacak boşluğu dolduracak çok daha yaşamsal bir olgu sözkonusudur o da bizatihi bağımsız Ermenistan devletinin varlığıdır.
Bundan onbeş yıl önce var olmayan bu yeni heyecan, artık her türlü etkinin ve etkenin üstünde Ermeni kimliği üzerinde büyük bir rol oynamaya namzettir.
Ermeni dünyasının geleceğini, bu minik ülkenin gelecekteki refahına ve içinde yaşayanların mutluluğuna endekslemesi aynı zamanda kendi kimliğini rahatsız eden sancılardan kurtuluşunun da bir işareti olacaktır.
Ermeni kimliğinin “Türk”ten kurtuluşunun yolu gayet basittir:
“Türk”le uğraşmamak…
Ermeni kimliğinin yeni cümlelerini arayacağı yeni alan ise artık hazırdır:
Gayrı Ermenistan’la uğraşmak.
‘Türk’ten boşalacak o zehirli kanın yerini dolduracak temiz kan, Ermeni’nin Ermenistan’la kuracağı asil damarında mevcuttur.″ (AGOS)
2- Şişli 2. Asliye Hukuk Mahkemesi’nin görevlendirdiği üç kişilik bilirkişi heyeti raporundan: ″… 159. maddede düzenlenen Türklüğü tahkir ve tezyif suçunun oluşumu için dava konusu yayında Türk kimliğine ve Türklüğe yönelik bu tahkir ve tezyifin bulunması, tahkir ve tezyifin tahkir etmek özel kastıyla yapılması ve ifadelerin düşünce özgürlüğü kapsamında yer almaması gerekmektedir. Sanık yazılarında ‘Türk’ten bahsetmekte ve Ermeni kimliğindeki bu Türk olgusundan kurtulmak gerektiğini ifade etmektedir. Türklüğü tahkir ve tezyif suçunun oluşabilmesi için, Türk kimliğinin, Türklüğün tahkir ve tezyife konu olması gerekmektedir. Sanığın ifadelerinde sürekli olarak bir Türk olgusundan bahsedilmekte ve bu Türk olg
usunun Ermeni kimliğini olumsuz etkilediğinden ve Ermeni kimliğinden çıkarılması gerektiği söylenmektedir. Sanığın bu Türk olgusu ile ne anlatmak istediği ise önceki yazılarından anlaşılmaktadır. Şöyle ki; sanık Ermeni Kimliği Üzerine (6) Ermeni’nin Türk’ü, Ermeni Kimliği Üzerine (7) ‘Türk’ten Kurtulmak, Ermeni Kimliği Üzerine (8) Ermenistan’la Tanışmak başlıklı yazıda bir olgu olarak Türk’le neyi anlatmak istediğini ifade etmektedir. Sanığın bütün yazıları birlikte incelendiğinde yazıya konu olan Türk ifadesi ile anlatılmak istenenin 1915 olayları sebebiyle Ermeni kimliğinde yer alan anlayış ve bakış açısı olduğudur. 159. maddede düzenlenen suçun oluşabilmesi için fail Türk kimliğine, Türklüğe yönelik eylemlerde bulunmalıdır. Oysa dava konusu yayında bu yönde bir eylem bulunmamaktadır. Yayında geçen “Türk’ten boşalacak o zehirli kanın yerini dolduracak temiz kan, Ermeni’nin Ermenistan’la kuracağı asil damarında mevcuttur” ifadeleri incelendiğinde ise ortaya çıkan sonuç sanığın Ermeni kimliğinde bir ruhsal sorun olarak ifade ettiği Türk olgusunu, yani 1915’te yaşananları Ermeni kimliğinin hayati bir unsuru olarak benimseyip, tüm çabaların ve birlikteliğin bu olgu üzerine kurulmasını, 1915 olaylarını soykırım olarak dünyaya kabul ettirme çabası ve inadından kurtulmak gerektiğini söylemektedir. Sanık daha önceki yazılarında da bu anlayış ve çabayı Ermeni kimliğini kemiren bir husus, ruhsal bozukluk ve zaman kaybı olarak nitelendirmektedir. Zehirli kan olarak ifade edilen husus, Türklük ya da Türkler değil Ermeni kimliğinde yer alan sanığın ifadesi ile hatalı anlayıştır. Tüm bu açıklamalar bir arada değerlendirildiğinde, sanığın ifadelerinin 159. maddede düzenlenen anlamda Türklüğü tahkir ve tezyif olarak nitelendirilmesi mümkün değildir. Bir kere ifadeler Türklere ya da Türk kimliğine yönelik değildir. Aksine ifadeler Ermeni toplumunun oluşturduğu Türk anlayışına ve olgusuna yöneliktir. İkinci olarak sarf edilen sözlerde tahkir, aşağılama, küçük düşürme, zayıflatmak anlamına gelebilecek bir husus bulunmamaktadır. Salt 1915 olaylarını soykırım olarak nitelendirmek de bu anlamda 159. maddede düzenlenen suçu oluşturmayacaktır. Ermeni soykırımı iddiaları halen tartışılmakta olup bu konuda gerek Ermenilerden gerekse Türklerden farklı bakış açıları ve görüşler ifade edilmektedir. Dolayısıyla bu açıklamalar tarihi bir olaya ilişkin görüş açıklamalarıdır. 159. maddede düzenlenen suç tipinin tipik eylem unsurunu oluşturmadığı gibi, açıklamalar bölümünde geniş olarak ifade edilen düşünce ve ifade özgürlüğü kapsamındadır.
Suçun oluşumu bakımından özel kast aranmaktadır. Nitekim 159. maddenin son fıkrasında, tahkir kastıyla olmayan eylemlerden bahsedilerek bu husus açıkça düzenlenmiştir. Yukarda da açıklandığı üzere sanığın davaya konu eylemi, Ermeni kimliği üzerinedir. Ermeni kimliğinin değerlendirmesi ve eleştirisi yapılmaktadır. Doğrudan Türklüğe yönelik bir eylem bulunmadığı gibi, bu amacı ortaya koyacak bir veri de bulunmamaktadır. Dolayısıyla sanığın eylemi tipik olarak nitelendirilse dahi, suç için gerekli olan özel kast sanıkta bulunmamaktadır…″
(http://istanbul.indymedia.org/news/2007/01/167414.php)