13-14 Ocak 2007 tarihlerinde Ankara’da gerçekleştirilen “Türkiye Barışını Arıyor Konferansı”na sunulmuş metindir. Ne yazık ki Türkiye barışını “aramıyor” ! Türkiye’de barışı arayanlar elbette var. Barışı arayanlar; bu değerli konferansı düzenleyen ve konferans salonunda toplanan Kürtler, Türkiye’nin ilerici, liberal ve barışçı aydınları, sosyalistlerin büyük bir çoğunluğu ve az miktarda sosyal demokrat politikacı … Ankara’da gerçekleştirilen bu […]
13-14 Ocak 2007 tarihlerinde Ankara’da gerçekleştirilen “Türkiye Barışını Arıyor Konferansı”na sunulmuş metindir.
Ne yazık ki Türkiye barışını “aramıyor” !
Türkiye’de barışı arayanlar elbette var. Barışı arayanlar; bu değerli konferansı düzenleyen ve konferans salonunda toplanan Kürtler, Türkiye’nin ilerici, liberal ve barışçı aydınları, sosyalistlerin büyük bir çoğunluğu ve az miktarda sosyal demokrat politikacı …
Ankara’da gerçekleştirilen bu konferanstan Türkiye’ye vereceğimiz mesajlar ne yazık ki duyulmayacak, duyurulmayacak ya da çarpıtılarak duyurulacak, duyulabildiği kadarı da kısa bir süre içinde boğuntuya getirilecek. Vereceğimiz mesajları aslında birbirimize vereceğiz, kendimizi birbirimize anlatacağız. Birbirimizden ne istediğimizi, birbirimize söyleyeceğiz. Birbirimize ne verebileceğimizi, neyi paylaşabileceğimizi yine birbirimize göstereceğiz.
Bu nedenle öncelikle, bu konferans zemininde buluşanlara hitap edeceğimizin bilinciyle davranacağız. Elbette bu konferansta konuşulanların toplamı, Türkiye toplumuna verilmiş bir mesaj da olacak.
Bunun anlamı şudur; bu tebliğde “ezen ulus sosyalistlerinin öncelikle kendi ulusları içindeki şovenizme karşı mücadele etmesi gerektiği” biçimindeki genel ilkeye uymayacağız. Çünkü bu salonda “şovenistler” yok; “kendi” ulusumuzun olağan kitlesine veya ilişki halinde olduğumuz kitle temeline de hitap etmiyoruz.
Bu sunumda, içinde bulunduğumuz nesnel durumu paylaşacağız; bu konferans zemininde birçok kişinin bir araya gelişinin nedeni olduğunu düşündüğümüz, “Kürt sorununun barışçı, demokratik çözümü”nü sağlamak açısından, en verimli ortak mücadele zeminimizin nasıl oluşabileceğini ve bu noktada nelerin önümüzü kestiğini ifade etmeye çalışacağız.
Bildiğiniz gibi Halkevleri, halkın temel demokratik haklarını ve değerlerini koruma ve geliştirme amacıyla yoksul halk kitleleri içerisinde çalışma yürüten ilerici bir taban örgütüdür. Bu amacımız, sınıfsız ve sömürüsüz bir toplum yaratma idealimiz ile bir bütün oluşturmaktadır.
Biz, Kürt sorunuyla bağlantılı olarak Türkiye’nin ihtiyacı olan “barış”ı, tek başına “silahlı çatışmanın durdurulması” olarak değil, “Kürt sorununun barış içinde çözümü için demokratik bir ortamın oluşturulması” olarak da kavrıyoruz.
Geçtiğimiz 22 yıl içinde “silahların susması”nın, böylesi bir ortamı oluşturmak için yeterli olmadığını gördük. Bugün de benzer bir durumla yüz yüzeyiz. İlan edilir edilmez bozulması için provoke edilmeye başlanan şimdiki ateşkesin ömrünün de giderek azaldığını hepimiz hissediyoruz.
Bugün demokrasiyle ve sosyal haklarla açık çatışma içindeki güçler, Türkiye siyasetine egemen durumdadır, hatta daha da ötesi, Türkiye siyaseti üzerinde tekel oluşturmuş durumdadır.
Siyasi gericiliğin Türkiye siyaseti üzerinde kurduğu bu tekel kırılmadan tek başına Kürt halkının zorlamasıyla, Kürt sorununda barışçı ve demokratik bir çözümün sağlanmasının olanaklı olmadığı, 22 yıllık deneyimle kanıtlanmıştır. Kürt sorununun barışçı ve demokratik bir çözümü için Türkiye’de ilerici bir toplumsal ve politik güç birikiminin baskın hale gelmesi zorunludur.
Siyasi gericiliğin bu tekelinin kırılması için toplumun bütün ilerici dinamiklerini harekete geçiren ve güçlü bir ilerici toplumsal hareket dalgası yaratacak köklü çalışmalara ihtiyaç vardır. Dolayısıyla, Türkiye’de ilerici güçlerin çoğaltılması, kitle temelinin genişletilmesi, Kürt halkının da bir sorunudur.
Şüphesiz, Türkiye solunun, yaşadığı yenilgi ve gerilemeden kaynaklanan zayıflıkları ve yetersizlikleri bir vakadır ve bundan kaynaklanan olumsuzlukların çözüm yollarını ayrıca tartışmak, bir gereksinimdir.
Ancak bu noktada, içinden çıkılması güç bir başka sorunumuzun altını çizmeli.
Kürt kimliğini taşıyan politik merkezler ve özellikle bunların dayandığı kitle tabanı, Türkiye solunun Kürt sorunu karşısındaki “duyarsızlığından” yakınmaktadır; Buna karşılık (sol-liberallerinden sosyalistlerine, komünistlerine dek) Batı’daki Türkiye halkının büyük bir çoğunluğu, Türkiye solu’nun bütün kesimlerini “PKK”li veya “PKK-yanlısı” olarak görmektedir.
Kabul edilmelidir ki, her on evden birine asker cenazesinin geldiği Anadolu köy ve kasabalarında “PKK’li veya PKK-yanlısı” etiketiyle herhangi bir kitle çalışmasını yürütmek son derece handikaplı bir durumdur.
Türkiye sosyalist hareketi, Kürt dostlarının “eleştirilerine kulak verdiğinde”, Türkiye halkı tarafından dışlanmakta; Türkiye halkının duyarlılıklarını hesaba katan bir kitle çizgisine yöneldiklerinde ise, Kürt halkını şovenist saldırganlık karşısında yalnız bırakarak, iki halk arasındaki açının daha da büyümesine hizmet etmektedir.
İşte paradoks budur !
Bu içinden çıkılması güç sorunun gerçekte olmadığını veya önemli olmadığını veya bugün için önemli olsa dahi yalnızca Kürt hareketinin gelişmesiyle veya yalnızca Türkiye halkının demokratik hak ve özgürlükler mücadelesinin gelişmesiyle aşılabileceğini söylemek de doğru değildir.
Burada her türlü eleştiriyi göze alarak cesaretle ifade etmek istiyoruz; Türkiye solu, 22 yıllık savaş süreci boyunca, Kürt halkı ile dayanışma içinde olmak için gücünün çok üzerinde bir çaba sergilemiştir. Bu çabası yukarıda sözünü ettiğimiz açmazla yüz yüze bırakmasına karşın, Türkiye solu bu tutumundan şimdiye kadar vazgeçmemiştir.
Ancak yine açıkça ifade etmeliyiz ki; Kürt sorununun bugünkü gelişme ekseninin Türkiye’de ilerici toplumsal güçleri geliştirdiğini söylemek olanaklı değildir. Kürt ulusal hareketinin özellikle bugünkü, hatta son 6-7 yıllık gelişme biçimi, Türkiye solunun ilerlemesini kösteklemektedir.
Kürt ulusal kimliğinin tanınması için uğraş veren politik güçlerin, Türkiye’de ilerici güçlerin gelişmesiyle olumlu etkileşim içinde olacak bir politik konumlanışı üretmeyi, stratejik bir sorun olarak ele aldıklarını da ne yazık ki söyleyemiyoruz.
Tam tersine, Kürt sorununun çözümüne odaklanarak politik mücadele yürüten güçler özellikle son yıllarda, Türkiye halkına temel haklar ve özgürlükler açısından zarar veren gelişmeleri destekleyen veya bunlar karşısında tarafsız kalan konumları benimsemektedir.
Örneğin, neo-liberal yeni sömürgecilik politikalarının öngördüğü “yerelleştirme” ve hatta “özelleştirme” hareketleri, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’daki yerel yönetimler tarafından olumlu gelişmeler olarak karşılanabilmekte; dahası, bu doğrultudaki düzenlemeler, bölgedeki sendikalar tarafından dahi örtülü olarak desteklenebilmektedir. Örneğin, Dünya Ticaret Örgütü’nün empoze ettiği “Yerel Yönetimler Yasası” karşısında bu tutum dikkat çekici bir biçimde ortaya çıkmıştır.
Diğer yandan ABD’nin Irak’taki işgali, salt ABD’nin Irak’ta Kürtlerin işbirliğine ihtiyaç duyması nedeniyle, “Kürt sorununun çözümü açısından olumlu bir gelişme” olarak karşılanabilmiştir. Oysa bu işgal, Ortadoğu halklarının büyük bir çoğunluğuna zarar vermektedir. Kürt ulusal politikacılarının ABD işgalini açık veya örtük bir biçimde olumlu bir gelişme olarak görmeleri, Ortadoğu’nun diğer halkları içerisinde anti-Amerikan duyarlılıklarla Kürt düşmanlığını ne yazık ki bir araya getirmektedir. Ve daha da kötüsü, milliyetçi Kürt aydınlarının önemlice bir bölümü, bu tercihlerinin Ortadoğu’nun diğer halklarının Kürtlere öfke duymas
ına neden olduğunun açıklıkla farkındadır.
Bu milliyetçi “körlük”ün bir başka ifadesi de, Türkiye egemen sınıfları içerisinden gelişen kimi demagojik yaklaşımlara “çözücülük” atfetme tutumudur. Sırasıyla, Turgut Özal, Süleyman Demirel, Tayyip Erdoğan ve Mehmet Ağar’ın Amerikancı politikalarının bir parçası olarak dile getirdikleri kimi “ılımlı” yaklaşımlara gerçekte içermedikleri bir olumluluk yüklenebilmektedir. Bu tutum, öncelikle demokratik hak ve özgürlükleri için mücadele eden Kürt halkının, politik olarak “tarafsızlaştırmakta”, “sol” ve “muhalif” konumunu belirsizleştirmektedir.
Bilinmelidir ki, ne emperyalist güçlerden alınacak geçici desteklerden, ne de Türkiye’deki gerici politik güçlerin demagojik manevralarından, Kürt sorununu kalıcı ve köklü bir çözüm sürecine sokacak bir güçler kompozisyonu çıkmaz. Böylesi bir güçler kompozisyonu ancak, Kürt ulusal sorununun çözüm süreciyle Türkiye’de anti-emperyalist ve anti-oligarşik demokratik bir toplumsal dönüşüm sürecinin bütünleştiği bir politik-toplumsal hareket düzleminde oluşabilir.
Buraya bir mim koyalım, çünkü daha sonra döneceğiz.
Bugün Kürt sorununda barışçı ve demokratik bir siyasi çözüm sürecinin gündeme getirilememesinin siyasi sorumluları, elbette devlet iktidarını elinde tutan güçlerdir. Ancak bu güçler, savaş iradelerini, Türk halkına yalnızca “baskı, zor ve demagojiyle” kabul ettirmiyorlar. Türk halkının önemli bir bölümü, Kürt sorunu karşısında “asimilasyonist-militarist” bir konumun “bilinçli” savunucusu haline geldi. Türk ve Kürt halkları arasındaki kardeşlik ilişkileri zayıflamakta ve ne yazık ki düşmanlık duyguları giderek güçlenmektedir. Yaşamakta olduğumuz çözümsüzlük tablosunun, bizler açısından öldürücü önem taşıyan unsuru işte buradadır.
Mim koyduğumuz noktaya geri dönelim. Sorunun demokratik-barışçı çözümünün temel güçleri arasında, birbirleriyle çatışma halindeki emperyalist ve gerici güçlerin bir kesimi veya egemen sınıf fraksiyonlarından birileri yoksa; barışçı-demokratik çözümün temel güçleri emperyalizme ve oligarşiye karşı mücadelede birleşmiş Türk ve Kürt halkları olacaksa, böylesi bir “düşmanlık” ortamında bu yönde bir gelişmenin yaşanması olanaklı değildir. Bu düşmanlık, her iki halk içinde de (ve en çok da Türk halkı içinde) gerici siyasi eğilimlerin güç kazanmasına neden olmaktadır.
Bu düşmanlığın doğmasında Kürt sorununun silahlı yöntemlerle ortaya konulmuş olmasının bir payı olabilir. Ancak inancımız o dur ki, sorunun ortaya konuluş yöntemi, bu sonucun doğmasında tek başına belirleyici değildir.
Dünyanın değişik yerlerinde silahla ortaya konulan ulusal sorunlar, ezen ulusların halkı içerisinde Türkiye’deki gibi bir reaksiyon yaratmıyor. Bunun en canlı örneği “Zapatist” harekettir.
Dolayısıyla, iki halk arasındaki “kardeşlik ilişkilerinin zayıflaması ve düşmanlık duygularının güçlenmesi” olgusunun katlanılması gereken kaçınılmaz bir sonuç olduğunu söylemek, ölümcül bir kayıtsızlık anlamına gelmektedir.
Burada birlikte kafa yormamız gereken şey, Türk ve Kürt halklarının “yeniden kardeşleşmesini” sağlayacak bir stratejik bakış açısının oluşturulmasıdır.
Altını çizerek yeniden ifade edelim; bugünkü çözümsüzlük tablosunun asıl temeli, Kürt ve Türk halkları arasındaki kardeşlik ilişkilerinin her geçen gün zayıflamasında aranmalıdır. “Barış arayıcıları”nın asıl meselesi de işte bu sürecin durdurulması ve geri çevrilmesidir.
Bir “yeniden kardeşleşme” planının temel bakış açısı ne olmalıdır?
Bizlere göre, “yaşasın halkların kardeşliği” sloganını ne kadar atarsak atalım; halkların ortak çıkarlarını ne kadar propaganda edersek edelim, bugünkü “düşmanlık eğilimi”ni sözlerle tersine çevirebilmemiz olanaklı değildir. Bu eğilimin tersine döndürülmesi, Kürt ulusal hareketinin Türkiye’deki ilerici halk hareketlerinin gelişmesinde etkili bir bileşen haline gelmesiyle mümkündür.
“Biz zaten ilerici, solcu, sosyalistiz; bütün ilerici emek örgütlerinde yer alıyoruz” gibi gerekçelerin arkasına saklanılarak birbirimizi avutmayalım. İlerici emek örgütlerindeki Kürt unsuru da, büyük kentlerin yoksul mahallelerinde örgütlü yurtsever parti ve gruplar da, neo-liberal yeni sömürgecilik politikalarına karşı halk hareketlerinin örgütlenmesini ne bölgede ne de Batı’da temel bir görev olarak ele almadı. Kürt ulusal hareketi içerisinden bu doğrultuda sınırlı sayıda inisiyatif gelişti ve bunlar deneme aşamasından ileri gidemediler.
Yoksul mahallelerde parasız eğitim ve parasız sağlık hakkı, barınma hakkı gibi temel haklar için yürüttüğümüz mücadelelere, yurtsever hareketle bağlantılı Kürt kent yoksullarının katılımı tesadüfi olmanın ötesine geçememektedir. Bu tesadüfi temasların bir çoğunda ise, Kürt kent yoksulları, temel hizmetlerin piyasalaştırılmasına ve yerelleştirilmesine karşı yürütülen mücadelelerin bu alanlarda “merkezi devlet tekelini” savunduğunu, bu tekelin aynı zamanda şovenizmin de en büyük kaynağı olduğunu; dolayısıyla eğitimde, sağlıkta ve diğer alanlarda “merkezi devlet tekelinin kırılmasının” şovenist zincirin kırılmasına hizmet edebileceğini ileri sürerek, mücadeleye katılmaktan kaçınmaktadır. Oysa örneğin, temel hizmetlerin piyasalaştırılmasından en çok zarar gören kesimlerin başında Kürt kent yoksulları geliyor. Kürt kent yoksulları, ulusal harekette oluşturdukları ağları, temel hizmetlerin piyasalaştırılmasına karşı halk mücadelelerinde seferber ettiklerinde, Türk kent yoksullarıyla kuracakları mücadele ilişkisine kendi ulusal kimliklerini de rahatlıkla taşıyabilecek ve neo-liberal yıkım politikalarına karşı mücadele düzlemi aynı zamanda yeni bir kardeşleşme düzlemi haline gelebilecektir.
Bir başka kardeşleşme düzlemi, güvencesiz çalışmaya karşı mücadele alanında yatmaktadır. Dünyanın bir çok ülkesinde olduğu gibi Türkiye’de de güvencesiz çalışmanın temel bileşenlerinden biri, göçmen işçilerdir. Özellikle zorla göç ettirmeye hedef olan büyük bir yoksul Kürt kitlesi, bugün büyük kentlerdeki güvencesiz işlerin en geniş emekçi grubunu oluşturmaktadır. Bu işlerde kullanılan “aile emeği”, “yöresel patronaj ilişkileri” gibi unsurlara, en çok Kürt kent yoksulları arasında ulaşılabilmektedir. Yurtsever hareket, bu noktada da özel bariyerlere sahiptir. Özellikle taşeron ve fasoncu şirketlerde çalıştırılan Kürt işçilerin güvenceli iş ve onurlu çalışma koşulları talebiyle harekete geçirilememesinde, bu tip şirketlerin patronları arasında da yurtsever unsurların bir ölçüdeki varlığı etkili olmaktadır. Bu bariyerlerin aşılması için özel bir politik müdahaleye ihtiyaç bulunmaktadır.
Bir diğer kardeşleşme düzlemi, Ortadoğu’daki emperyalist işgal ve gerici çatışmalar karşısında yeni ve demokratik bir Ortadoğu için mücadele çizgisinde bulunmaktadır. ABD’nin Irak’taki işgaline karşı mücadelede Kürt yurtsever gruplarından arkadaşlarımızın çoğu zaman yalnızca imzalarını görebildik; ABD işgalini açıkça savunanlardan bahsetmek bile gereksiz. İsrail’in bugünkü saldırganlığı karşısında da Kürt yurtsever politik merkezlerinden etkili bir reaksiyon gelmediği herhalde kimsenin gözünden kaçmıyordur. Filistin ve Irak direnişlerinde önderliğin Şeriatçı-Arap politik güçlerine geçmiş olması elbette, Ortadoğu’daki anti-emperyalist direniş için olumsuz bir gelişmedir. Ancak buradan hareketle, emperyalist-siyonist egemenliğinin tercih edilmesi gerektiği sonucuna varılama
z. Buradan varılacak tek sonuç, yeni ve demokratik bir Ortadoğu için mücadelenin güçlerini oluşturmak, bu güçler arasında etkili bir işbirliği sağlamak gereğidir. Böylesi bir çabanın gösterilmesi açısından da Kürt ulusal hareketinin tarihsel kaynakları ve reel olanakları önemli bir yer tutmaktadır. Bu noktada, Kürt ulusal hareketinin özellikle Filistin halkına karşı tarihsel bir borç altında olduğunun da altı çizilmelidir.
Türk ve Kürt halklarının yeniden kardeşleşmesi açısından “yakınlaşma”yı gerektiren bir başka alan, başta AB olmak üzere, tüm uluslararası neo-liberal merkezlerle kurulan ilişkiler karşısında alınacak tavırdır. Bu alandaki ilişkilere Kürt yurtsever hareketinin bugüne kadarki bakışı, ulusal siyasal varlığın ne ölçüde geliştireceği sorusuyla belirlenmiştir. Bu bakış açısı, örneğin yıkıma mahkum edilen ve tüm uluslararası emperyalist kurumlara ateş püsküren Türk köylüsü için son derece rahatsız edicidir. Benzer bir reaksiyonun Kürt köylüsü içinde de olmaması düşünülemez. Kaldı ki, AB’nin Kürt ulusal hareketi için “sağladığı” düşünülen hareket alanının tuzaklarla dolu olduğu, özellikle son iki yıl içerisinde açıkça görülmüştür. Kürt ulusal hareketi, AB sürecinin sağladığı hareket alanını kullanma isteği ile, bu sürecin Türk ve Kürt halkları için yarattığı ortak yıkıma karşı mücadele arasında daha dengeli bir ilişki kurmalıdır. Böylesi bir tutum, Türk halkı içerisinde, AB ve diğer emperyalist merkezlere karşı gelişen reaksiyonun otomatik bir biçimde Kürt düşmanlığıyla birleşmesini önlemekte ciddi bir rol oynayacaktır.
Ve son olarak Türk ve Kürt halklarının kardeşliğinin belki de en etkili düzlemini oluşturacak bir alanın üzerinde durulmalıdır. Kürt ulusal hareketi hakkında hangi tartışma yapılırsa yapılsın, Kürt kadınının kendisini ve toplumsal konumunu dönüştürmekte sağladığı başarı tartışma götürmez parlaklıktadır. Bu dönüşüm, Türkiye toplumunun son 50-60 yılındaki en büyük toplumsal ilerlemelerinden birisidir. Siyasi eylemde özgürleşen yoksul Kürt kadınının, neo-liberalizme karşı halk hareketlerinde yoksul Türk kadınlarının özgürleştirmesine yapacağı katkı, iki halk arasında bambaşka bir yakınlaşma düzlemi yaratacaktır.
Kısacası biz, “Türkiye barışını halkların kardeşliğinde aramalıdır” diyoruz.
Bu bir “yeniden kardeşleşme çağrısı” olarak ele alınmalıdır
Ve yeniden kardeşleşme çağrımız, neo-liberalizme ve emperyalizme karşı ortak mücadele çağrısıdır !