Son çeyrek yüzyıl sosyal güvenlik ve kurumları ile ilgili tartışmaların yoğun yaşandığı bir dönem özelliği taşımaktadır. Egemen söylem sosyal güvenlik kurumlarının açıkları üzerinden sürdürülürken, temel kaygı arka plana atılmaktadır. Sosyal güvenlik tarihine yapılacak bir yolculuk gerçeği göstermek açısından oldukça yararlı ve anlamlı olacaktır. Bu nedenle, bu yazıda karartılmış bir resme ışık tutularak, köreltilmeye çalışılan zihinlere […]
Son çeyrek yüzyıl sosyal güvenlik ve kurumları ile ilgili tartışmaların yoğun yaşandığı bir dönem özelliği taşımaktadır. Egemen söylem sosyal güvenlik kurumlarının açıkları üzerinden sürdürülürken, temel kaygı arka plana atılmaktadır. Sosyal güvenlik tarihine yapılacak bir yolculuk gerçeği göstermek açısından oldukça yararlı ve anlamlı olacaktır. Bu nedenle, bu yazıda karartılmış bir resme ışık tutularak, köreltilmeye çalışılan zihinlere yeni soru sorma fırsatı yaratılmaya çalışılacaktır.
Sosyal güvenlik ve tarihi, nedense, daha çok sosyal güvenlik hukuku açısından ele alınmıştır. Bu yaklaşımın dışındaki az sayıdaki çalışma, son yıllardaki birkaç “amatör” denemeyi içeren “makale” dışında, baskın olarak sermaye cephesinin diline sahiptir. Bu nedenle, sosyal güvenlik tarihi, bir Afrika atasözünden esinleneceksek, daha çok “avcıların” tarihi olmuştur. Ne yazık ki, sosyal güvenlik açısından “aslanlar” kendi tarihlerini yazamamışlardır. Benim de içinde bulunduğum “amatör” denemecilere olduğu kadar, alanın akademisyenlerine de bir parça “aslanların” tarihini de göstermeye çalışan bu “deneme” bir “başlangıç” olarak kabul edilmelidir. Bir “başlangıç” olarak, bilimsel düşünceyi zenginleştirmek için bu yazı bir parça bilimin gerektirdiği ölçüde “uçlarda” dolaşmayı amaçlamaktadır. Bir başka ifade ile bu yazı “sermaye”nin dilini ve anlatımını dengelemek için “emek” ağırlıklı bir bakış içerecektir; bu nedenle “bağımsız” ama “taraf” bir yazıdır. Böyle olduğu için sosyal güvenlik tarihine bakarken avcılara göre değil, avlanan aslanlara göre bakar, aslanların tarihini de anlatmak ister. Zaten bilim ve bilimsel bakış da olgulara tüm boyutu ile bakma ilkesi çerçevesinde bunu gerektirir.
İnsanoğlu yaşamı boyunca yaşamını sürdürmek için çeşitli risklere karşı önlem almıştır. Bu önlem her üretim biçimine bağlı olarak oluşan toplumsal formasyona göre “oluşmuş”tur. Kapitalist üretim biçimi ve bunun oluşturduğu ilişkiler, her alanda olduğu gibi, sosyal güvenlik ile ilgili alanda da farklı yaklaşımları, kurumları, ilişkileri gündeme getirmiştir. Öyle olduğu için kendisinden önceki üretim tarzı ve üretim ilişkilerine bağlı olarak oluşan “sosyal güvenlik” kurumlarını kızla etkisiz ve geçersiz kılmıştır. Kuşkusuz, bu çok da kolay olmamıştır. Uzun, zahmetli ve meşaketli bir mücadeleyi de gerektirmiştir. Sanayileşme ve kapitalist üretim tarzının egemenliğini kurması ile birlikte, bir önceki toplumun risklere karşı oluşturduğu “sosyal güvelik” önlemleri yetersiz kalmış, sınırlarına vardığı için arkaik kalmaya mahkum olmuştur. Bu nedenle, artık ne çok çocuk sahibi olmak, ne dinsel kurumların “acıma” duygulu yardımları, ne loncaların içe kapanık korunma gelenekleri yeterli olmuştur. Yeni toplumun ihtiyacı, bütün bunların ötesinde idi. Çünkü, kapitalist üretim tarzı ve dayattığı yaşam biçimi, çalışma koşulları çok daha fazlasını gerektiriyordu. Hızla “esir köylülükten” “özgür işçiliğe” koşanlar, kentlerde kapitalist hayat tarzının ve çalışma koşullarının dayattığı yeni hayat ile yüzyüze kalırken, hayta kalmanın da ne kadar zor olduğunu öğrenmeye başladılar. Denilebilir ki, kapitalist üretim tarzının dayattığı bu yaşam biçimine karşı işçilerin kendilerini korumak için girdikleri arayış, işçi hareketinin ikinci ve çok önemli bir korunma isteğinden başka bir şey değildir.
“Aslanların” kendi tarih anlatıcılığı açısından bakıldığında, işçi sınıfının kapitalizme, kapitalist sistemin gerektirdiği hayat tarzına karşı, korunmak için, sınıf “dürtüsü” ile hareket ederek çözüm ararken “sosyal güvenliği” keşfettiğini söylemek mümkündür. Ancak, bu ikinci arayış, bir öncekinden farklı olarak, bu kez kapitalist yaşam tarzını bir kabule ve bu kabul sonucunda kendisini koruma amacına dayanır. Kapitalist hayat tarzına karşı emekçilerin ilk köklü itirazı yaygın olarak makine kırıcılığı olarak bilinen, ancak ve yine “aslanların” tarih anlatıcılığı açısından,, kapitalist yaşam tarzına bir büyük başkaldırı olan Luddist harekettir. Luddistler nezdinde makina kırıcılığı olarak sermayenin dili ile aktarılan tarih aslında, emekçilerin kapitalist hayat tarzına ve yeni çalışma ilişkilerine büyük ve radikal bir başkaldırıdan başka bir şey değildir. Suçun kapsamının genişletildiği, cezaların ağırlaştırıldığı kapitalist toplumun oluşturulma sürecinde buna karşı çıkan Luddistlerin kaderinde ağır bir yenilgi vardı. Yenildiler! Bu büyük isyanı kan ve ateşle bastıran kapitalistler emekçileri ağır çalışma koşullara zorla ikna etmiş oldular. İşçi sınıfı için sorun şimdi yeni topluma ve onun hayat tarzına uyum sağlamaktı. Ağır çalışma koşulları, uzun süreli çalışmalar iş kazalarını, meslek hastalıklarını “tetiklerken”, her işsiz kalış işçileri ve ailelerini bir hayatta kalıp kalmama sorunu ile de karşı karşıya bıraktı. Buna bir de “yaşlanınca” ne olunacağı sorunu eklendi. Eski kurumlar, eski “çözümler” işlevsiz ve yetersizdi.
Dönemin liberal iktisatçıları olan A. Smith, D. Ricardo ve T. Malthus yeni hayatın sorunu olan yoksulluğu ücretleri baskılayan nüfus artışında görüyor, bu nedenle sosyal riskleri önlemeye/azaltmaya yönelik koruyucu önlemlere şiddetle karşı çıkıyorlardı. Kuşkusuz bu tutum emek gücünü bir metaya dönüştürürken, yoksulluğun/sefilliğin de cehenneme giden kapılarını açıyordu. Başlangıçta, işten kaçarak, meyhanelere sığınarak, zaman yöneticilere sert müdahalelerde bulunarak, tekil ve ilkel bir şekilde karşı koyan işçi sınıfı, zamanla bunu aşarak, sınıf bilincini ören, kendisine güven sağlayacak, geleceğini garantiye alacak arayışlara yönelmekte gecikmedi. Yardım sandıkları kurdu: Kazalara, hastalıklara, işsizliğe, yaşlılığa karşı. Yeni üretim tarzı, kaçınılmaz olarak oluşturduğu yeni üretim ilişkilerinin bir gereği olarak yeni kurumları da ihtiyaç duyuldukça oluşturmaya başladı, bu kez işçiler tarafından. Önce meslek sahipleri, yani nitelikli işçiler kapitalist üretim tarzının dayattığı yeni hayat tarzına karşı korunmak için yardım sandıkları kurdular. Ardında niteliksiz işçiler. Sağda solda kurulan bu tek tük yardım sandıkları başlangıçta kapitalistleri rahatsız etmedi. Ancak yardım sandıklarının artan sayısı hem işçilere güven veriyor, hem de bir sınıf bilinci oluşturmaya başlıyordu. İşçi sınıfı, İngilizlerin o “sefil”, Dickens’in 1845’te “Oliver Twist” ve aynı yıl Disraeli’nin “Sybil” eserlerinde resmettiği/anlattığı “yoksul yasalarını” aşmıştı. Teslim olmak yerine, sınıf dayanışması içinde, yeniden örgütlenerek, ilkin kapitalist hayata karşı tutunmaya sonra da karşı çıkmaya başlayacaktı bu yardım sandıkları aracılığı ile. Zira, ilk köklü, güçlü, sert grevlerin yaygınlaşması da bu yardım sandıklarından sonra başlayacaktı. Böyle olduğu için, yardım sandıkları sadece dayanışma, anı ve geleceği kurtarma kurumları olmayıp, etkili grevler aracılığı ile karşı saldırıya geçmenin de kurumları oldu. Ludistlerden sonra işçi sınıfı ilk kez bu yardım sandıkları aracılığı ile daha güçlü olarak ayağa kalkıyor ve kapitalist hayatın ağır yükünü hafifletmeye çalışıyordu. Ludist hareket ile yardım sandıklarının beslediği işçi hareketi arasındaki fark kapitalist hayat tarzına karşı koyuş yerine, yükünü hafifletmekten ibaretti. Ortak nokta ise kapitalistlere karşı güvenle karşı koymaktı. Bu durumda, kendisine meydan okuyan Ludistleri tarihten silen kapitalistlerin bu yeni meydan okuyuşa karşı s
essiz kalması beklenemezdi. Üstelik bu kez sosyalist düşüncelere toplumu ve işçi sınıfını sarsmaya başlamıştı. Yani işçi sınıfı adına yeni bir toplum tahayyül ediliyordu. Ütopik sosyalistlerin açtığı yol, bilimsel sosyalistlerce daha sağlam taşlarla döşenip, pekiştiriliyordu.
1793’te Fransa’da, devlet tarafından İnsan Hakları Deklarasyonu ile ürkek, çekingen üstü örtük ilk adımları atılan sosyal güvenliğe yönelik önlemler, işçi sınıfının yardım sandıkları aracılığı ile ulaştığı noktada sosyalist hareket ile buluşması yaklaşık yüz yıl sonra, 1880’de Almanya’da daha cesur bir karşılığını bulacaktı. 1760 yılında Fransa’da marangozların kurduğu ilk yardım sandığı hem toplumsal hem de sınıf bilincinin ilk adımı olarak kabul edilmelidir. (1) 1830 Devriminin eşiğinde Fransa’da yardım sandıkları hızla çoğalmaya başladı (Öyle ki, 1883 yılında Fransa’da 113.000 kömür işçisinin 109.000’i Madenciler Yardım Kasasına üye idi). Kuşkusuz diğer ülkelerde de. Başlangıçta pasif bir karaktere sahip olduğu için Devletler tarafından pek önemsenmeyen bu kurumlar, zamanla sınıf bilincini oluşturma ve geliştirme açısından çok önemli rollere sahip olmaya başlayınca, grev eylemlerinin desteklenmesinde, direnişlerin gönüllü desteklenmesinde önemli roller oynamaya başlayınca bir müdahale ile de karşı karşıya kaldılar. Özellikle III. Napolyon döneminde yardım sandıklarını kontrol altına alınmasına yönelik büyük çabalar gösterildi. Pre-sandikal örgütlenme biçimine dönüşmeye başlayan bu yardım sandıkları işçi sınıfı için bir çıraklık dönemi olarak da kabul edilebilir. (2) Sadece çıraklık değil, onu aşan dayanışmayı besleyen kurumlar olarak da. Kısacası, sosyal güvenlik kurumlarının kapitalist toplumdaki ilk çıkışı, zamanla basit yardımlaşmayı aşıp, bir sendikal örgütlenmenin ilk formlarına dönüşmeye başlamış, sınıf bilincini, dayanışmasını örmüş ikinci aşama için önemli birikim oluşturmuştur. Böyle olduğu için de ilk sosyal güvenlik kurumları kapitalistler için tehlikeli bir mecraya sürüklendiği için kontrol altına alınması gereken “şeyler” olmuştur. Bunun için, çok beklenmeyecekti. 1830 ve 1848 devrimleri ile oldukça ürkmüş olan kapitalistler, bu “naif” kurumların yöneldiği “tehlikeli” süreci durdurma ihtiyacı duymak zorundaydılar. Başlangıçta paternalist bir yaklaşım ile bu kurumlaşma sürecine müdahale eden kapitalistler, ki bu ideolojik bir müdahaleden başka bir şey değildi, daha sonra Bismarck’ın temsil ettiği bir düşüncede bunu daha kurumsal yaptılar.
Alman birliğini sağlayan ve 1871’de Fransa’ya karşı zafer kazanan Bismarck için kalan tehlike içerdeki işçi hareketi ve sosyalistler idi. Gelişen sendikal hareket, yeni sosyal demokrat partiye Reichstag’a 12 milletvekili sokacak bir güce ulaşmıştı. Bu durum, sosyalistlerin sırtında yükselen bir milliyetçi olan ve “beyaz devrimci” olarak adlandırılan Bismarck’ı işçi sınıfı ile “ilişkilenerek” “sozial Stat’ı (Sosyal devlet) kurmayı düşünmeye yönlendirir. (3) Ancak, Bismarck işçi sınıfı ile giriştiği büyük “pazarlıkta” adeta “ölümü gösterip sıtmaya” razı eder emekçileri. 1860’lı ve 1870’li yıllar boyunca greve giden işçilerin talepleri arasında ücretlerin yükseltilmesi, çalışma sürelerinin kısaltılması da vardır. Bismarck bu talepleri sert bir şekilde red ederken, kazanılmış bir hak olan ve işçi sınıfının öz kurumlaşması olan sosyal güvenliğe yönelik yardım sandıklarını yasal bir temelde kurumsallaştırmayı tercih etti. Bu, kamçının yanında işçi sınıfına biraz da güler yüz göstermekten başka bir şey değildi. (4) Ancak bu uygulama ile sosyal politika kavramı ilk kez Alman dilinde Sozialpolitik olarak artık yerini alacaktı! Böylece Lassalle’ın sosyal demokrasiciliğini önemli ölçüdfe etkisiz kılıp, işçi hareketini yumuşatırken, işçi sınıfını da sistem içine çekmeyi umuyordu Bismarck. Zaman, onun ne kadar doğru davrandığını gösterecekti. Kuşkusuz Lassalcılığın da öngörüsüzlüğünü…
Bsimarck’ın sosyal sigortalara dayalı sosyal güvenlik yaklaşımı İngiltere’de kapitalist sistem adına bir “ileri” adım atarak Beveridge sistemine ulaştı. Yoksulluğun, işsizliğin, isyanın kol gezdiği İngiltere bu kez işçi sınıfına ve topluma daha kapsamlı bir işbirliği teklif ediyordu. Kapitalist sistemi tahkim etmek adına sosyal güvenliğin sigorta sistemi ile değil genel bütçeden, vergiler ile finansmanı. II. Dünya Savaşı’ndan faşizme karşı zafer ile çıkmış olan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği, kapitalist sistemi işçi sınıfına daha büyük bir ödün vermeye itiyordu.
İşçi sınıfının kapitalist hayat tarzına karşı ilkin korunmak için oluşturmaya başladığı yardım sandıkları şeklindeki sosyal güvenlik kurumları zamanla işçi sınıfının bilinç edindiği, sendikal örgütlenmeye dönüştüğü kurumlar olmaya başlayınca kapitalistler tarafında kontrol altına alınmak için iki köklü müdahale ile karşılaştılar: İlki 1880’lerdeki Bismarck modeli, ikincisi 1940’lardaki Beveridge modeli oldu. İşçi hareketinin zayıfladığı, sendikal örgütlenmesinin adeta çöktüğü günümüzde her iki sosyal güvenlik modelinin tahrip edilmeye çalışılması tesadüf olmayıp, sermaye cephesinin davranışlarına ve kapitalist sistemin kurallarına uygundur. Zira, sosyal güvenlik sorunu işçilerin sorunudur, kapitalistlerin değil.
1) Fransa’da yardım sandıkları tarihi için bakınız: Yves Saint-Jours (Ed.), Traite de Securite Sociale, Tome V, LGDJ, 1990
2) “Sosyal sigorta için verilen bu mücadele, Almanya’daki proleter sınıf hareketi ve proletaryanın örgütlenme gayretlerinde olduğu gibi, eskiydi. Artık 1848’den önce işçiler, sendikal karakter taşıyan kendi yardım ve mali işlerini yaratmışlardı. Sendikalar, yardımlaşma sandıklarının taşıyıcıları haline geldi” . A. Försler, Paylaşım Savaşı Öncesi Almanya’da Sınıf Mücadelesi, (Çev. E. Ateş), Ana Yayınları, İstanbul, 1977, s. 85.
3) Bakınız: B. M. D’Intignano, La Protection Sociale, Le Livre de Poche, 1997
4) A. Försler, Paylaşım Savaşı Öncesi Almanya’da Sınıf Mücadelesi, (Çev. E. Ateş), Ana Yayınları, İstanbul, 1977, s. 86.
* Bu yazı daha önce İktisat Dergisi’nin “Sosyal Politika 1: Sosyal Güvenlikte Derin Dönüşüm” konulu 478. sayısında yayınlanmıştır.