“…tarihçinin tahrifatı teknik olmaktan öte ideolojiktir: çatışan çıkarlar dünyasında vurgulamayı seçtiği her olgu, [ tarihçi istese de istemese de] ekonomik, siyasal, ırkçı, ulusçu ya da cinsiyetçi bir çıkar çevresinin amacını destekler.” Howard Zinn [1] “Asıl Devlet Partisi” tarafından sipariş edildiği anlaşılan, satışı için nerdeyse milli seferberlik ilan edilip, tüm devlet kurumları tarafından da pazarlanan, Şu […]
“…tarihçinin tahrifatı teknik olmaktan öte ideolojiktir: çatışan çıkarlar dünyasında vurgulamayı seçtiği her olgu, [ tarihçi istese de istemese de] ekonomik, siyasal, ırkçı, ulusçu ya da cinsiyetçi bir çıkar çevresinin amacını destekler.” Howard Zinn [1]
“Asıl Devlet Partisi” tarafından sipariş edildiği anlaşılan, satışı için nerdeyse milli seferberlik ilan edilip, tüm devlet kurumları tarafından da pazarlanan, Şu Çılgın Türkler adlı romanın arka kapağındaki tanıtım yazısında, Milli Mücadele’yle ilgili olarak: ” dünyadaki en meşru, en ahlaklı, en kutsal savaşlardan birinin, emperyalizme karşı verilmiş ve kazanılmış ilk kurtuluş savaşının, bir millileşme ihtilalinin romanı, şaşırtıcı bir yakın tarih destanı…” [2] deniyor. Aynı eserin başka bir yerinde de: ” Bugün Türk gençliği biri ötekine benzemeyen iki tarihe inanıyor: Biri bu romanın esas aldığı sağlıklı ve dürüst, belgelere dayalı, hepimize gurur veren gerçek tarih… Öteki Cumhuriyeti yıkmak için çabalayanların uydurdukları, yalanlarla dolanlarla dolu, sahte tarih” [3] deniyor… Buradaki amacım, resmi ideolojideki aşınmaya karşı bir savunma, nafile bir zorlama, Mete K. Kaynar’ın [4] isabetli bir şekilde “bir resmi tarih mevlüdü” dediği söz konusu romanın eleştirisini yapmak değil. Belli ki, bu zorlama tarihî roman, seksen yıllık dönemde oluşturulan resmi ideolojinin aşınmasından duyulan rahatsızlığın ifadesi… Elbette egemen sınıfın ve akıl hocalarının tarihi tahrif etmekte, yaşanmış olanı kendi ihtiyaçları doğrultusunda ‘yeniden kurgulamakta’ çıkarı vardır. İktidar olmak ve iktidarda kalmak için gizlemeye, gizlemek için de yalan, tahrifat, yok saymaya, vb. ihtiyaçları var ve buraya kadar bir sorun yok… Özakman ve benzerlerinin, gerçek dünyada hiçbir karşılığı olmayan bir anti-emperyalizmden söz etmeleri de şaşırtıcı değil. Asıl sorun kendilerini solda sayanların, yalanın değil, gerçeğin safında yer alması gerekenlerin de, egemen resmi tarih anlayışını içselleştirmiş olmalarıyla ilgili… Resmi tarih Milli Mücadele’nin sadece bir kurtuluş savaşı değil, aynı zamanda yeryüzünün ezilen halklarına kurtuluş yolunu gösteren anti-emperyalist bir mücadele olduğunu vâz ediyor. Resmi tarihten bağımsızlaşamayan, yakın tarihe eleştirel bakma basiretini ortaya koyamayan, gerçeğe asıl ihtiyacı olması gereken sol da, 1918-1923 döneminde anti-emperyalist bir kurtuluş savaşı verildiğini sanıyor… Aslında bu durum Türkiye’deki sol hareketin ideolojik-entellektüel azgelişmişliğinin de bir göstergesidir. Kaydetmek gerekir ki, anti-emperyalizm konusundaki kafa karışıklığı sadece Türkiye’ye özgü bir şey değil. Sovyet Devrimi’nin hemen arkasından oluşturulan Üçüncü Enternasyonal’in [Komintern] yaklaşımlarındaki tutarsızlıklar, Üçüncü Enternasyonal’a sinmiş Avrupa-merkezli ideolojik yabancılaşma da, anti-emperyalizm konusundaki kafa karışıklığına kaynaklık etti ve bugün dahi söz konusu kafa karışıklığı aşılmış değil. İlginç olan bir şey de, Üçüncü Enternasyonal’in sömürgeler, anti-emperyalist mücadele ve ulusal kurtuluş savaşlarına dair yaklaşımlarının oluşmasında Türkiye’ye ilişkin tartışmaların merkezi bir öneme sahip olmasıdır. Bu sorunla ilgili tartışmaya ilerleyen sayfalarda dönmek üzere, Milli Mücadele’nin anti-emperyalistliği söylemini tartışmaya başlaya biliriz. Gerçekten Birinci emperyalistler arası paylaşım savaşına, itilaf devletleri [İngiltere, Fransa, Çarlık Rusyası, İtalya…] karşısındaki, İttifak devletleri [Almanya, Avusturya-Macaristan…] safında katılan Osmanlı İmparatorluğunun, yenilğinin ardından bir anti-emperyalist mücadele yürütmesi teorik olarak mümkün müdür? İttihatçıların, emperyalistler arası bir savaşta taraf olmaktan beklentileri ne idi? Pratikte olanlar nasıl oldu ve kimin için ne anlama geliyordu? Milli Mücadele aslında kimin mücadelesiydi? Osmanlı imparatorluğunun bakiyelerinden biri olan T.C. bölgedeki emperyalist çıkarlar aleyhine mi varlığını sürdürdü yoksa, emperyalist çıkarların ve emperyalist savaş sonrasında oluşturulan status quo’nun, ya da aynı anlama gelmek üzere ‘yeni dünya düzeninin’ bir bileşeni miydi? Esas itibariyle bir diplomatik süreç olan 1918-1923 aralığında Yunanlılara karşı yürütülen savaş bir kurtuluş savaşı sayılabilir miydi? Osmanlı İmparatorluğunu emperyalist savaşa sokanla, bir hükümet darbesiyle [coup d’état], bir anayasal monarşi olan rejimin adını Cumhuriyet olarak değiştiren aynı odak olduğuna göre, olup bitenleri anti-emperyalizm ve ulusal kurtuluş kavramlarıyla açıklamak soruna uzaktan bakmak anlamına gelmez mi? Bir bütün olarak emperyalistler arası savaşın başladığı 1914’den T.C. ile savaşın galibi İtilaf devletleri arasındaki “Yakındoğu İşleri Hakkında Laussanne [Lozan] Konferansı’nın sona erdiği 24 Temmuz 1923 arasında, “Ortadoğu’yu sarsan on yılda” anti-emperyalizm kavramına uygun bir şey yaşandı mı?
1913’ten itibaren iktidar üzerinde tam denetim kurmayı başaran İttihat ve Terakki Partisi [Fırkası], Osmanlı devletini emperyalistler arası boğazlaşmaya dostlar alış- verişte görsün diye sokmadı… Amaç, yeniden paylaşımdan pay koparmak, imparatorluğu büyütmekti. Lâkin hesap daha baştan yanlış yapılmıştı, zira, emperyalistler arası savaş, Osmanlı topraklarını paylaşmak için çıkartılmıştı. Dolayısıyla, Osmanlı İmparatorluğunun taraf olduğu İttifak devletleri kazansa dahi paylaşımdan alabilecekleri pay sınırlıydı. Üçlünün [triumvirat- Enver, Talat, Cemal Paşalar] en karizmatik ve en gözü pek şahsiyeti olan Enver Paşa, emperyalistler arası savaşa: “Asya’daki Türkleri ve Müslümanları birleştirmek, Avrupa’da kaybettikleri toprakları geri almak, Adriyatik’ten Hint sularına kadar uzanan büyük bir imparatorluk kurmak üzere girdiklerini” açıkça ifade ediyordu. Kimbilir, belki böylesine büyük bir imparatorluğun başında olmayı da hayal ediyordu… Emperyalist savaşın tarafı olanlar yenilgiden sonra bir mucize sonucu anti-emperyalist mi olmuşlardı? Yoksa çok büyük ödünler karşılığında küçük bir devlete razı mı olmuşlardı? Rivayet olunduğu gibi ortada bir ‘başarı’ var mıydı? Eğer varsa kimin başarısıydı?
“Ulusal kurtuluş” söyleminin gizlediği ‘gerçek’
Nasıl bir kişinin kendi hakkında söyledikleri onun hakiki şahsiyeti hakkında fikir edinmek için yeterli değilse, bir sosyal hareketin niteliği de o hareketi yönetenlerin söylediklerine bakılarak anlaşılamaz. “Ulusal kurtuluş” kavramı, bir emperyal güç tarafından işgal ve/veya ilhak edilmiş, tahakküm altındaki bir halkın bir ayaklanma, sonucu özgürleşmesi, kendi kaderini tayin eder hale gelmesini ifade eder. Ulus denilen hiçbir zaman ‘proleter’bir ulus olmadığına, olamayacağına [kapitalizmin ulaştığı aşama veri iken] ve toplum uzlaşmaz çelişkilere sahip sınıflara bölünmüş olduğuna göre, ulusal kurtuluş kavramı kaçınılmaz olarak problemlidir. Bu yüzden tırnak içine alınmıştır. Amerikan bağımsızlık hareketini alalım: Kuzey Amerika’daki İngiliz kolonilerinden bazıları bir araya gelerek bir hareket başlattılar ve İngiltere’den bağımsızlaştılar. Bağımsızlık ‘ulusun’ kendi kaderini tayın ettiği anlamına geliyor muydu veya ‘ulus’a kimler dahildi? Bağımsızlık ülke nüfusunun yaklaşık %20’sini oluşturan Afrika kökenli köleler, Amerikan yerlileri, mütevazı insanlar, işçiler, vb. için bir anlam ve değer taşıyor muydu? Gerçekten nüfusun ezici çoğunluğunu oluşturan geniş emekçi kitle kendi kaderini tayin eder duruma gelmiş miydi? Bağımsızlıktan sonra köleler köle olarak kaldı, bizzat bağıms