Refleks Dergisi’nin (Sayı 2)Üniversiteler Dosyası için Yapılan Söyleşi Kapitalist küreselleşme süreci, bir yönüyle sermayenin yaygınlaşması ve etkinliğinin artması olarak tanımlanıyor, sermayenin etkinliğinin artması nasıl bir değişimi gündeme getiriyor? Sistematik ve düzenli bir tartışma olanağı yakalayamazsak da; küreselleşmeyi Türkiye’deki diğer sosyal bilimcilerden ya da politik soldan epey farklı tanımlamaktayım. Sermaye birikimi açısından küreselleşme kavramı ele alındığında; […]
Refleks Dergisi’nin (Sayı 2)Üniversiteler Dosyası için Yapılan Söyleşi
Kapitalist küreselleşme süreci, bir yönüyle sermayenin yaygınlaşması ve etkinliğinin artması olarak tanımlanıyor, sermayenin etkinliğinin artması nasıl bir değişimi gündeme getiriyor?
Sistematik ve düzenli bir tartışma olanağı yakalayamazsak da; küreselleşmeyi Türkiye’deki diğer sosyal bilimcilerden ya da politik soldan epey farklı tanımlamaktayım. Sermaye birikimi açısından küreselleşme kavramı ele alındığında; yeni olan şudur; azgelişmişlik teorileri yahut bağımlılık ekolü tarafından geri kalmış olarak nitelendirilen toplumlarda sermaye birikiminin hızla gerçekleşmesi. Yani öteden beri sermayenin genişlemesi ve yoğunlaşması olarak kavramsallaştırılan sermaye birikiminin artması olgusu, sadece merkez kapitalist ülkelerin değil, aynı zamanda geç kapitalistleşen ülkelerinde yaşadığı bir gerçeklik haline geldi. Bu gerçekliğin kaynağı ise bir fiil azgelişmiş denen ülkelerde kapitalist ilişkilerin iyice belirgin hale gelmesidir. Bu bir nevi sermayenin toplumsal yaşam üzerindeki etkinliğinin artırması; tüm sosyal ilişkilerin sermayenin mantığına tabi getirilmesi manasına gelmektedir. Bu yüzden sermaye birikimi, artık sadece teknik bir kavram ya da dışarıdan içeriye sızan bir gerçeklik olmaktan çıkarak, bizim gibi geç kapitalistleşen ülkelerde gündelik yaşamı etkileyen, dönüştüren bir gerçeklik halini almıştır. Muhalif yazın ise kapitalizmi ya hep ithal edilen ya da dışarıdan içeri tek taraflı etki olarak tanımlanmıştır. Bu yüzden kavramlar ve dolayısıyla politik çıkarımlar kapitalizmin yapısal özelliklerinden daha çok emperyalizm kavramı dolayında gerçekleştirilir. Kapitalizmi tanımlayan para-meta ve özellikle emek ile bu değişkenler arası bağlantıları açığa çıkaran K.Marx’in değer teorisi ve bu teorinin politik açılımları analiz ve politik niyetlere uzak bir dil olagelmiştir. Belki bu tarz bir eğilimi/yaklaşımı erken 1960’larda maruz görebiliriz, ama bu günlerde bu kabul edilemez bir teorik yetersizlik anlamına geliyor. Çünkü artık sermaye birikiminin temel aktörleri Türkiye’de sıkça bahsedildiği üzere yalnızca IMF ve DB gibi dışsal ajanlar değil, ama çok daha fazla faal bir varoluş sergileyen ülkenin büyük sermaye grupları bir başka deyişle iç burjuvazi olarak tanımlayacağımız sermayelerdir. Devlet ve toplum düzeyinde bu sermaye grupların etkisini göz ardı edemeyeceğimiz gibi, sermaye oluşumunun başında olan ve toplam işletmelerinin % 90’larını aşan küçük ve orta ölçekli sermaye gruplarının kapitalimse içkin yapısal özelliklerden hareket ettiğini de göz ardı edemeyiz. Kısaca “küreselleşme” denen olgu her ne kadar erken kapitalistleşen ülkelerde gerçekleşen sermayenin aşırı birikimine (over accumulation) bağlı olarak tanımlansa da; sermayenin aşırı biriktiği mekanlardan (erken kapitalist ülkelerden) sermaye birikiminin yetersiz olduğu mekanlara (geç kapitalistleşen mekanlara) sermaye transferi günümüzde yaşanan süreci yeterince ya da tek başına açıklamıyor. Bence son 20-30 yılda yaşanan değişimi tanımlayan önemli ve baskın unsur/özellik; geç kapitalistleşen ülkelerde de sermaye birikiminin gündelik yaşamı yeniden belirleyecek bir şekilde kendini ifade etmesidir. Bu manada sermaye birikimi dışsal bir olgu olmaktan ziyade; ülke içindeki ilişkileri de yeniden üreten/dönüştüren içsel bir olgu haline gelmiştir. Biraz daha anlaşılması için bir örnek vereyim. Hatırlarsınız, George Orwell 1984 adlı romanında devleti tüm yaşamı yukarıdan aşağıya belirleyen dikey bir güç olarak görüyor. 1920’lerden 50’lelere kadar merkez kapitalist ülkelerle geç kapitalistleşen ülkeler arasındaki ilişkiyi Orwellvari biçimde dikey bir hiyerarşiyle açıklamak mümkündü. Fakat Aldous Huxley’in dünyası Orwell’in aksine egemenlik ilişkilerin yukarıdan aşağıya biçimlenmesi yanı sıra ve bununla birlikte “yatay” ve her katmanda kendini üretmesi anlamına geliyor. Bu anlamda bu gün için yeni ve farklı olan sermayenin farklı düzeylerde kendini yeniden üretecek dinamiklere sahip olmasıdır. Bu günün dikey eşitsiz ilişki ağlarını daha önceki yapılardan farklı kılan tam da bu saçılmış, yatay düzeyde ve farklı ritimlerde gerçekleşen sermaye ilişkilerinin var olmasıdır. Bu gelişmenin bizzat kendisi, aslında dikey ve hiyerarşik ağ tarzı eşitsiz ilişkilerin daha bir güçlenmesine neden olmuştur. Kaba bir analoji olacak belki ama, sermaye birikimi açısından baktığımızda bugün Orwell’in dikey denetleyici dünyasından Huxley’in yatay denetleyici dünyasının desteğini de alan bir yaşama geçiş yaşanmaktadır. Bu zaten birazdan tartışacağımız eğitimle/yüksek öğretimle çok yakından ilintili sonuçlar doğurmaktadır.
Anlattıklarınızdan sermaye birikim sürecinin mekan algısını lağvettiği sonucunu çıkarabilir miyiz? Ya da şöyle ifade edeyim;sermayeler arasındaki hiyerarşi ulus devlet mekanından tüm dünyayı mekan addeden bir zemine mi kayıyor?
Uzunca bir dönem, bağımlılık ekolü bizim gibi geç kapitalistleşen ülkelerden gelişmiş ülkelere kaynak aktarma mekanizması üzerinden bir açıklama belirleyici olmuştur. Yani bizim gibi geç kapitalistleşen az gelişmiş ülkelerden gelişmiş kapitalist ülkelere kaynak pompalandığını öne süreni bir dil kurulmuştur. Bu bir dönem için belki kısmi olarak doğruydu, ama 1970’lerden sonra belirleyici olan unsur yukarıda kısaca işaret ettiğim gibi geç kapitalistleşen ülkelerde de sermaye birikiminin hızla gerçekleşmesi yönündeki eğilim olmuştur. Erken kapitalistleşen sermayelerin 1970’lerden itibaren aşırı birikim krizi, bu ülke sermayelerinin realizasyon krizi ve değersizleşmesine yol açtığı ölçüde, bu sermaye grupları kriz ve değersizleşmeye karşı el yordamı ile bir dizi mekanizma geliştirmeye başlamışlardır. Üretimin ve paranın uluslararasılaşması ya da sermayenin genişleme eğilimi olarak tanımlanan bu dinamikler birim ürünün üretimi için gerekli üretim organizasyonun hızla değişmesine ve özellikle üretimin farklı parçalara ayrılarak dünyadaki olası olanakları tüketmeye yönelmesi, yeni mekanların aktif biçimde sürece eklemlerken, diğer yandan geç kapitalistleşen sermayeler için bu dinamikleri önce içselleştirerek (internationalisazyon) ve daha sonra dış dünyaya açılarak yani uluslararasılaşarak (internationalization) dünya ölçeğinde devam eden sermaye birikim sürecine katılmışlardır. Her iki eğilim yani içselleştirme (internationalisazyon) ve yani uluslararasılaşma(internationalization) farklı mekanlar arasındaki ilişkilerin eşitsiz ama çoğul ve iç içe geçen bir ağ tarzı yapılanmasına neden olmuştur. Bu anlamda mekanın ortadan kalkmasından ziyade, mekanlar arasında geçişkenliği hızlandığı bir durumdan bahsedebiliriz. Meta, para, sermaye ve imajların kendilerine özgü farklı hız ve ölçekte mekanlar üzerinde etkide bulunması dönemi tanımlayan bir değişken iken, bu değişkende yeni olan ve mekanlar arası bağlantıların hızlanmasına neden olan önemli değişkenlerden biri de geç kapitalistleşen ülkelerin uluslararasılaşan yerel sermayeleri olmuştur. Demem o ki; mekanlar arası geçişkenlik artıyor. Mesela son dönemde Türkiye’ye baktığımızda bilhassa bankacılık sektöründe yerel ve uluslar arası sermaye grupları arasında önemli birleşmelere tanık olmaktayız. Her ne kadar bu birleşmeler eşitsiz bir düzeyde gerçekleşse de, önemli olan şudur; artık yerel sermaye grupları ile uluslar arası sermaye grupları kendi aralarında bir ittifaka yöneliyorlar. Eskisinden farklı olarak Sabancı’nın tarifiyle “biz fifty fifty anlaşıyoruz” dediği bir dünyaya geldik. Bugü
n OYAK’a bakmak lazım, Sabancı Holding’in dünya üzerindeki etkinlik ve stratejilerine bakmak lazım. Türkiye gibi ülkeler küreselleşme ile, dışarıdan gelen unsurlar aracılığıyla değil, doğrudan içsel unsurlar aracılığıyla yüzleşiyor. Küreselleşme belli bir sermaye grubunun kendi çıkarları adına içselleştirdiği bir süreç.
Yukarıda tanımladığınız bu sürecin üniversiteler açısından karşılığı nedir? Başka bir ifadeyle, küreselleşme ve onun dayattığı değişim/politikalar üniversiteye nasıl yansıyor?
Türkiye’de 6 Kasım eylemliliklerine baktığımızda, muhalif öğrenciler akademisyenlere göre daha duyarlı ve daha sağlıklı bir çerçeveye sahipler. Üniversiteler ya da eğitim denirken iki çok önemli unsura referans vermemiz gerekiyor:
Birincisi askeri darbe ürünü YÖK, ikincisi ise bilhassa son 10 yılda YÖK eliyle gündeme gelen eğitimin metalaşmasıdır. Ancak muhalif öğrenci ve akademisyenler hatta sol kesim eğitimden bahsederken, askeri darbe ürünü YÖK’e saplanıp kaldılar. Kuşkusuz YÖK’ün oluşumu ve ordunun eleştirilmesi gerekli ve b u eleştiriler haklı, ama bugün açısından anlama ve açıklamayı bu eleştiri ile sınırlamak yetersiz kalmakta. Zira artık derenin altından çok sular aktı. Bugün eğitime yatırım yapan sermaye kesimleri de farklı gerekçelerle olsa dahi YÖK’ün varlığından rahatsız. Yukarıda da belirttiğim gibi, YÖK’ün anti-demokratik bir kurum olması ve eğitimin metalaşmasına karşı duruş haklı olmakla beraber, artık bunlar gerek gerçekliği açıklamakta ve gerekse talep düzeyinde yetersiz. Özellikle son 4-5 yılda sermaye birikiminin ulaştığı aşamada, sermaye gruplarının eğitime yönelik talepleri çeşitlendi ve egemen bir talep ise diğerleri içinde öne çıktı. Bir kaç tane örnek vermek gerekirse, son zamanlarda Koç grubunun meslek lisesi öğrencilerini Türkiye’nin geleceği olarak tanımlaması ve burs vermesi, TÜSİAD ve DB tarafından yayınlanan yükseköğretim stratejisi ve sürekli eğitim üzerine ileri sürülen argüman ve raporlar, sermayenin eğitimden beklentilerinin farklılaştığına delalet etmekte. Şimdi yeni ve çok önemli bir noktaya geldik; artık eğitim ve istihdam politikalarının iç içe geçtiği bir aşamadayız. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Murat Başeskioğlu ile Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik’in birlikte poz vermeleri bu anlamda anlamlı bir ipucu. TİSK, SEDEF, TUSİAD, TÜRKONFED gibi sermayeyi temsil eden örgütlerinin, arka arkaya gerçekleştirilen konferans ya da toplantılarında istihdam politikaları ile eğitimi eş zamanlı ele alan açıklama yapmaları ise bir başka dikkat edilmesi gereken değişken. Etkinlik, verimlilik adına yeni düzenlemeler talep ediyorlar. Aslında Türkiye Direktörü Andrew Vorkink’in Hacettepe Üniversitesi’nde yaptığı “Türkiye’de Eğitim Reformu” başlıklı konuşmasında: “Küresel rekabet her zamanki gibi mükemmel olmasa da, örneğin serbest ticaret henüz adil ticaret haline gelmemiştir, yine de düşüncelerin rekabeti hiçbir zaman bu denli güçlü olmamıştı. Ülkelerin kendilerine sormaları gereken birinci soru artık ne kadar sınai kaynağa sahip oldukları değil, işgücünün ne kadar eğitimli olduğudur. Buna göre, ülkelerin gelir seviyelerine dayalı olarak aralarında meydana gelen ayrım artık aynı zamanda eğitim ehliyetlerine dayalı olarak toplumlar arasında bir ayrım haline gelmiştir. Yüksek eğitim düzeyine sahip ülkeler dünyada yaşam standardı bakımından önde gelmektedir. Bugün anlatacağım şey, Türk eğitim sisteminin Türkiye’nin AB’de ve küresel olarak rekabet etmek için ihtiyaç duyduğu eğitimli işgücünü yetiştirecek durumda olup olmadığıdır.”
Bu ifadeden sakın yine DB ya da dışarıdan birileri bizlere müdahale anlamı çıkartılmasın, bu alıntıyı Türkiye’de kapitalizmin geldiği aşamayı işaret eden bir kurumun süreci daha doğruyu işaret ettiği için buraya aktardık. TİSK’in yani sermayenin kendi taleplerini en açık şekilde işaret ettiği Konfederasyonun Milli Eğitim Bakanlığı ile düzenlediği konferansta (4-5 Mayıs 2004) Konfederasyon Başkanı Refik Baydur “ülkemizde nüfus baskısı yaşanırken, mevcut işsizlikle mücadeleyi kaybetmemek için, meslek eğitimi verilen gençlere ve hayat boyu öğrenim süreci içindeki her bireye, ekonominin yani işletmelerin talep ettiği niteliklerin kazandırılması gerektiğini” ifade etmiştir. Aynı toplantıda Bakan Başesgioğlu: “genç işgücünün bir avantaj teşkil ettiğini, ancak bu nüfusun mesleki eğitiminin ve istihdam edilebilirliğinin çok önemli olduğunu, insan kaynaklarına yatırımın önceliklerimizin başında gelmesi gerektiğini, niteliksiz nüfus ile dünya rekabet yarışında başarılı olmamızın mümkün olamayacağını belirtti. Aynı toplantıda Bakan Hüseyin Çelik: ‘eğitim-istihdam’ dengesini sağlayacak, yaşam boyu eğitimi destekleyecek çalışmalara yönelineceğini belirterek, iş dünyasının ihtiyaçlarına cevap verecek işgücü yetiştirilmesinin önemine değindi ve eğitim müfredatlarının işgücü piyasası ihtiyaçlarına göre gözden geçirilmesi gerektiğini ifade etti.
Bu açıklanıp-detaylandırılması gereken bu vurgulardan sonra şunu açıkça ifade edebiliriz: yükseköğretimde oldukça önemli bir yapısal değişim gerçekleşiyor. Bu değişim eğitimin metalaşması ve ticarileşmesinin yani sermayenin bir kesiminin somut çıkarları ile biçimlenen eğitimin metalaşmasına yönelik talepler, bu gün bir gerçeklik ve ideoloji olarak eğitim ile istihdam politikalarının birleştirilmesi biçiminde sermayenin geneli için istenen bir biçim almıştır.
Tabii ki, bu sürecin yalnızca Türkiye’de yaşanmadığını vurgulamak gerekir. Avrupa’da eğitim politikalarında da görüldüğü üzere, istihdam politikaları ile eğitim politikaları adeta Siyam İkizi gibi. Kuşkusuz ki; bu değişimin arkasında sermayenin çıkarları yatmaktadır. AB ve Avrupa’daki şirketler verimliliklerini ve rekabet güçlerini artırmak için eğitime özel önem vermeye başladılar. Çünkü sermayenin toplam döngü hızının artması, tekil sermayelerin kullandıkları teknoloji altyapısını da sürekli yenilemelerine yol açıyor. Teknolojik altyapı yenilendikçe sürekli değişen teknoloji karşısında bu değişime uygun çıktı üretemeyen üniversiteler işlevsizleşiyor. Bu minvalde, bugün sermeyenin üniversitelerden beklentisi; kendi acil pragmatist ihtiyaçlarına uygun bir emek gücünün üretimidir.
Bu tanımladığınız süreç aslında bilginin niteliğini de değiştiriyor.Bilgi bireyin kendini ve toplumu değiştirmesinin/dönüştürmesinin bir vesilesi olmaktan çıkarak, yalnızca sermayenin pragmatist çıkarlarına hizmet ediyor.Dolayısıyla bilgiye dair böyle bir değişim üniversitelerde hem epistemolojik hem de disiplinlerarası bir hiyerarşinin kapısını aralar. Yani sermayenin çıkarlarına hizmet eden disiplinlerin üniversite içinde prestijinin artarken, felsefe gibi disiplinlerin öneminin azaldığını söyleyebiliriz. Siz bu değişimi nasıl değerlendirirsiniz ve böyle bir değişime karşı nasıl bir eğitim modeli gündeme getirilebilir?
Her zaman için bilim ve bilgi ile, egemen güçler ve dolayısıyla eğitimin kurumsal var oluşu arasında sıkı bağlar olmuştur. Sermayenin bu gün ulaştığı aşamada eğitim-bilim ile sermaye arasındaki ilişki bir bağ olmanın ötesinde yapısal bir zorunluluk halini almıştır. Yapısal zorunluluğun temel bileşeni, kapitalist toplumunun yapısal zorunluluk alanı olan emek-gücünün yeniden üretimi ile ilişkili iken, aynı zamanda emek-gücüne bu gün duyulan ihtiyacın şiddeti artmıştır. Aslında gerek geç ve gerekse erken kapitalistleşen ülkelerde “görece artı
-değer yaratma koşullarının egemen bir biçim alması” ile birlikte emek gücüne yönelik farklılaşan talep ile aynı zamanda sermayeler arası artan rekabet için “bilgi ve innavasyon” özel bir önem kazanmaya başlamıştır. Veblen’in 1920’lerdeki öngörüsü haklı çıkmıştır. Bu gün özellikle üniversiteler kapitalist ilişkilerin kesiştiği ve hatta içinden geçtiği sistemin temel kurumları haline gelmiştir. Kesişmenin temel belirleyenleri:
-emek-gücü,
-bilgi,
-ideolojik meşrulaştırma aracı ve son olarak
-sermaye için yatırım alanı olmalarıdır.
Burada bir vurgu daha sermayenin eğitime ilişkin genel ortak çıkarı ile farklı işlevleri üstlenen sermayelerin tekil bu işleve yönelik çıkarları/talepleri arasındaki farklılıkların bilincine varılması gerekiyor. Eğitimi sermayenin değerlenmesi için bir yatırım alanı olarak gören sermayeler ile eğitimi nitelikli emek-gücünün üretilmesi aracı olarak gören sermayeler arasında ayrım yapılması gerekiyor.
Diğer bir konu ise muhalif kesimlerin “özerk” ve “demokratik üniversite” talebi ekseninde üniversiteyi idealize etmeleri ile ilişkili. Yaşanan deneyimlere ve dolayısıyla tarihe baktığımızda üniversitelerin her zaman için siyasal denetim altında olduğunu görüyoruz. Ama bu gerçeklik üniversitelerin tarihinin aynı zamanda mücadele tarihi olduğu gerçeğini ortadan kaldırmaz. Yani iktidar ilişkileri ve hele hele kapitalist üretim ilişkileri devam ettiği sürece; üniversitelerin solun/muhalif kesimlerin tarif ettiği alternatif modele dönüşmelerinin mümkün olmadığını görmemiz lazım. Bu yüzden de akademik alanda mücadele daha bir gerekli ve daha bir zorunlu ama daha çok üniversitenin de içinde biçimlendiği toplumsal ilişki seti dolayında ele alınması gerekir. Bunun önemi şundandır, sermaye kesimi de son zamanlarda “aman üniversiteyi özerk bırakın”, “devlet üniversiteden uzak dursun” söylemleri eşliğinde üniversitenin özerkliğini talep ediyor. Fakat sermaye kesimi üniversite özerkliğini dile getirirken, kendi çıkarları açısından bunu öne sürüyor. Yani sermayenin kendi çıkarları açısından daha rahat manevra kabiliyeti sağlayan, devlet/bürokrasi denetiminden azade bir özerkliktir sermaye kesimince talep edilen.
Üniversite özerkliği, ’80 öncesinde de sonrasında da üniversitelerdeki muhalefetin temel taleplerinden birisi oldu. Bu gün özerklik bizzat YÖK tarafından da tartışılır durumda, son hazırlanan YÖK strateji raporunda da üniversitelerin özerkliğinin sağlanmasından söz ediliyor. Üniversite özerkliği üniversitelere ilişkin neyi ifade eder sizce?
Daha önce çalışmalarımda işaret ettiğim gibi Türkiye’de üniversitelerin tarihi aynı zamanda müdahaleler tarihidir. 1980’lebirlikte askeri darbe bir yandan YÖK kanalı ile yükseköğretimi hiyerarşik bir denetim sistemi olarak tanımlarken, diğer yandan sermayenin önündeki engelleri de kaldırıyordu. Yani güçlü devlet, serbest piyasa mantığı egemen oldu. Bu mantığın ulaştığı ve çelişkili bir aşama ise, bir dönem yaratılan hiyerarşik ve merkezi denetim sistemi olan YÖK’ün bir fiil gelişen sermaye ama özellikle eğitime yatırım yapan sermayeler için sorun haline gelmesi olmuştur. Bu gün vakıf üniversiteleri ve genel olarak sermaye grupları YÖK’ün ve hatta “merkezi sınavı” eleştirmeye başlamışlardır. Bu eleştirinin temel referansı artık bu merkezi denetim sistemin tanımladığı bazı kuralların, bir fiil sermayenin bu alandaki gelişmesini engellemesidir. Ama diğer yandan YOK’ün bizzat kendisi de Kemal Gürüz’ün yasa teklifleri ve son olarak YÖK’ün hazırladığı Türkiye’nin Yükseköğretim Stratejisi‘nde de ısrarla özerklikten bahsedilmekte: “Üniversite’nin ortaya çıkışından beri korunmaya çalışılan temel özelliği özerk bir kurum olmasıdır.” Fakat burada özerklik denirken, daha çok üniversitelerin kendi kaynaklarını kendi bulmaları yani piyasada etkin bir aktör olmalarını sağlayacak özellikler öne çıkartılıyor. Nedir bu özellikler:
“Gayri menkul ve diğer donanımların mülkiyetine sahip olabilmek,Borçlanarak fon yaratabilmek,Yaratılan kaynakları, kendi amaçları doğrultusunda bağımsız harcayabilmek, Akademik program ve ders içeriklerini belirleyebilmek,Akademik personelin işe alınmasına ve işten çıkarılmasına karar verebilmek,Çalışanların ücretlerini belirleyebilmek,Öğrenci kontenjanlarını belirleyebilmek, Öğrenci harçlarını (tuition fee) belirleyebilmek” OECD’ye referansla işaret edilen bu özellikler, aynı zamanda Rapor’un özerklikle ilgili genel eğilimini de belirliyor. Özerklik talep eden muhalifler, özerklik derken neyi kastediyorlar? Bu soru artık özel bir önem kazanmıştır ve üzerinde çalışılması gerekiyor.
Özerkleşmeden ziyade üniversitelerde var olan eğitimin sermayeleşmesine karşı durmak daha mı doğru bir talep yani?
O ifade belli bir tarihsel döneme aittir. Bence esas mesele şöyle; kapitalizmin tarihsel gelişiminde, üniversite içi mücadele her zaman devam edegelmiştir. Ama bu Kantçı bir yaklaşımla da ideal bir üniversite formatı doğrultusunda seyretmemiştir. Solunda misyonunu böyle bir idealle sınırlandırmaması gerekir. Zira solun/muhalefetin talep ettiği ideal üniversite modeli ancak başka bir toplumsal formasyonda hayat bulabilir.
Sermayenin üniversiteye ilişkin bir stratejisinin olduğu söylenebilir, bunun yanında uzun zamandır üniversitede muhalefet dibe vurmuş durumda. Öğretim görevlilerinden başlarsak, onlar artık pek ortada görünmüyor, üniversitelerin değişimine karşı ciddi bir eleştiri-hareketlilik yok gibi. Bu durumun nedeni nedir sizce?
Çünkü üniversitedeki dönüşüm/değişim sürecinin örtük mimarları üniversite öğretim görevlileridir. Örneğin tahkim yasaları,Derviş yasaları…vs baktığımızda; bu yasalara ilişkin sermaye sınıfının tüm unsurları arasında ilk etapta tam bir konsensüsün sağlandığından söz edilemezdi. Fakat elitler sermaye içi çelişkileri bir potada eriterek ortak bir sermaye tavrının açığa çıkmasını sağladılar. Yani elitler bilhassa da bilgiyi tekelinde bulunduranlar, sermaye içi çelişkileri uzlaştırma ve ortak bir programa tahvil etme misyonunu üstlendiler. Bu yüzden sermaye birikiminin geldiği aşamada üniversite öğretim elemanları da, bilgisini projelendirerek sermaye kesiminin sermaye sınıfının hizmetine koşan bir kesime dönüştüler. Dolayısıyla böyle bir süreç, üniversitelerde politik açıdan muhalif olan kesimlerin sayısını gün geçtikçe azaltmaktadır.
Beri yandan üniversite de muhalif öğrenci hareketleri de varlığını sürdürmekte. Peki muhalif öğrenci hareketini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Yukarıda gerek üniversite gerekse de iktisadi ilişkiler ölçeğinde değindiğimiz değişim bütün öğrenci kesimini etkisi altına almakta. Gerçi, öğrenciler toplumsal denetim ilişkilerinin etki alanına daha az girdikleri için, diğer toplumsal kesimlere nazaran görece daha özgür bir yapıdalar. Ama eğitim sisteminden bu günlerde gerçekleşen değişimler özellikle eğitimin istihdam politikaları ile bağlantılarının giderek daha belirleyici bir hal alması öğrencileri doğrudan etkiliyor. Eğitim sistemi artık insan-mühendis, insan-iktisatçı değil mühendisliği öne alan, iktisadı öne alan mühendis-insan, iktisatçı-insan üretme çabasında. Bu yönde değişimi kapitalizmim görece artı-değer yaratma sürecinin zorunlu sonucu olan işsizlik üretimi ile birleşiyor. Özellikle işsizlik korkusu ile öğrenciler, sürekli olarak okul sürecinde ve okul sonrasında kendilerine yatırım yaparak sertifika ve benzeri donanımlarla iş bulma kaygısını taşıyorlar. Bu kaygılar liberal dünyanın beşeri sermaye diye ad
landırdığı kendi geleceğine yatırım yapma anlamına geliyor. Kendine yatırım ve iş dünyasında kendi niteliklerini arttırma öğrencileri içine alan zorunluluklar haline getirilirken, bu zorunluluk sermaye için talepleri doğrultusunda sürekli yeniden biçimlendirilecek emek-gücü anlamına geliyor. A.Huxley’in Bravo Cesur Dünyası’nda insanlar Londra Kuluçka ve Şartlandırma Merkezinde üretilirler. Cemaat,Özdeşlik ve İstikrar temel slogandır. Günümüzde daha yaratıcı bir teknik, ama bizleri kötümserliğe iten ise, insanların kendi kendilerini başkaları için üretmesidir. Bu ortamda mühendis olmak zor ama insan kalmak çok daha zor.
Ama tüm bu gelişmelere rağmen öğrenci olmak daha nitelikli bir dünyayı talep etmektir. Bu yüzden öğrenciler politikleşmek zorundalar. Fakat bugün üniversitelerde yaşanan yapısal değişim muhalif öğrencileri üniversitenin dışına itiyor. Zira muhalif öğrencilerin içinden geldiği orta ve alt gelirli sınıfların çocuklarına üniversite kapıları kapatılıyor. Yine de öğrencilerin toplumsal değişmelere en duyarlı kesim olduğunu söyleyebiliriz. Öğrenciler değişimin yönünü hissedecek, açıklayacak ve ona karşı bir dil oluşturacak potansiyeli taşımaktalar. Ama unutmamak gerekir ki öğrenciler sistemin yapısal dönüşümünün temel özneleri değildir, bu işlev ve role de soyunmaması gerekir. Çünkü öğrenci olmak zamanla sınırlı ve öğrenci hareketleri spontane nitelik taşır. Ama öğrencilerin taleplerinin diğer sosyal kesimlerin talepleriyle ortaklaştırmaları ve ortak bir zeminde etmeleri öğrenci hareketini daha istikrarlı kılar.