Bu, Hrant Dink’in katledilmesi ile birlikte “Türklük” sorunu hakkında yazdığım ikinci yazıdır. Etyen Mahcupyan dışında “Türklüğü” sorgulayan başka bir yazı da görmedim medyada. En azından ben bilmiyorum. Benim ilk yazım ise medyanın hiçbir organında yayınlanmadı. Ben “Türklükten istifa ediyorum” adlı yazıyı (bu yazıyı en yakın dostlarıma, bazı devrimci yayın organlarına ve yine bazı ilerici yazarlara […]
Bu, Hrant Dink’in katledilmesi ile birlikte “Türklük” sorunu hakkında yazdığım ikinci yazıdır. Etyen Mahcupyan dışında “Türklüğü” sorgulayan başka bir yazı da görmedim medyada. En azından ben bilmiyorum. Benim ilk yazım ise medyanın hiçbir organında yayınlanmadı. Ben “Türklükten istifa ediyorum” adlı yazıyı (bu yazıyı en yakın dostlarıma, bazı devrimci yayın organlarına ve yine bazı ilerici yazarlara gönderdim) sorunun özüne ilişkin bilgisel kuramları çok fazla anlamlaştırmadan ve kapsamlı bir düşünce kritiği yapmadan, bir yerde düşüncelerimi duyguya yükleyerek hazırlamıştım. Henüz cenaze yerdeyken tepkimi ifade eden ilk dizeler anlamına geliyordu. Kuşkusuz bu metin düşünce yapımın dışa vurulmasından başka bir anlamı yoktu. Ama en azından yazdığım yazının kafamdaki kurgusuna neden olacak gerçekler belliydi. Şöyle düşünmüştüm; cenaze sırasında veya sonrasında hamaset edebiyatı doğrultusunda birçok şeyler söylenecektir, nitekim söylendi de. Bu nedenle ilk tepkimi adı geçen yazıyla vermiştim. Cinayet Türklük adına işlenmişti. O zaman Türk kökenli bir insan olarak ilk algılamam Türklük sornu üzerine yeniden düşünmeme neden olmuştur.
Hrant arkadaşımız alçakça öldürüldü. Herkes akşam mahmurluğundan henüz uyanmamışken uyanarak ilk tepkiyi verenler bu ülkenin devrimcileri oldu. Devrimci ve sosyalist arkadaşlarımız cenazeyi sahiplenmekle doğru bir tutum aldılar. Ancak bazı “yurtsever komünistler” ise cenaze törenine katılmadılar. Mesela TKP gibi. Gerekçelerini okuyun gülermisiniz ağlarmısınız, bilemem. Her neyse. Hrant’ın daha öldürüldüğü ilk saatlerde devrimci arkadaşlar ilk elden başlamak üzere “Halkların Kardeşliği” sloganını öne çıkardılar, dahası “Hepimiz Ermeniyiz, hepimiz Hrant Dink’iz” sloganını ürettiler. Bunlar bizler için elbette bir değer içeriyordu. Tam da yerinde ve zamanında kullanılmıştı. “Halkların Kardeşliği” sloganı daha önce Kürt kıyımı vesilesiyle de sık sık kullanılıyordu. Ancak sorun şuydu; bu sloganları ifade etmek kadar ondan daha önemlisi, sloganın ruhuna uygun nasıl kalıcı bir pratik birlikteliği yaşama geçirebiliriz, sorusuydu. Bu da zamanla anlaşılacaktı. Nitekim bu sloganlar zamanla Ermeni, Kürt, Rum, Süryani, Yezidi vb. halklar ile kardeşliğe ve ortak ilişkilere hizmet etmekten çok, adeta görev savarcasına ve ikinci gün unutulacak olan bir konum kaybına uğramıştı. Bu yeterince tarihsel bilincimizde yer almıştır. Şimdi umalım böyle olmasın. Aslında bir yerde deneysel pratiklerimiz gerçeğin aynası gibidir.
Doğrusu bu noktadan sonra ben şöyle düşündüm; gerçekleri öyle bir şekilde dile getirmek gerekiryordu ki, okuyanı düşündüren, sorunu sorgulamaya neden olan, ama aynı şekilde söylemin mantığına uyan ve doğru bir temele dayanan bir gerçekliği dile getirmek gerekiyordu. Sosyalist hareketimiz içinde de tartışmaya pek açılmamış ve üzerinden es geçilmiş bir konu hakkında konuşmak elbette hem zor hem de problemlidir. Bu nedenle hem beynimin hem de yüreğimin bir ifadesi olan bu düşünceyi dile getirmekten çekinmedim.
Bu benim için elbette inandığım bir söylemdi. Bu anlamda duygusal olarak söylenmiş bir cümle değildi. Gerçekten böyle düşünüyordum ve düşündüğümü yazmıştım. Kuşkusuz bunun nedenleri çok uzundur ve bu yazının şimdilik kapsamını aşar. Bilimsel bir çalışmayı ifade eder. Ama yine de burada bazı gerçekleri kısaca belirteceğim:
Ben Türk kimliğine sahip birisi olarak şöyle düşündüm her zaman; tarihsel öğretinin yol gösterdiği ve ayrıca yaşadığım deneysel süreçlerin ortak dili, Türk kimliğini öne çıkaran veya bu kimlik ile hareket eden bireylerin ya da örgütlü yapıların tümü, demokrasi ve özgürlükler talebinde sahte ve ikiyüzlü, varoluş gerçekliklerinde ise samimiyetsizdir. Türklük kavramı ile ileriye doğru tek bir adımın dahi atılamayacağına ilişkin duygularım ve düşüncelerim benim adeta varoluş biçimimi oluşturmuştur. Tarihte Türk ulusu veya isterseniz Türk ırkı diyelim, ama ne olursa olsun, bu ırkın veya ulusun tarihe olumlu anlamda pek fazla bir değer ifade eden sentezsel bir pratiği gösterilemez. Elbette tartışalım. Ve bu Türk ulusunu hakir görmek için söylenmiş bir söz de değildir. Ama bir gerçeğin acı da olsa belirtilmesidir. Yani şunu demek istiyorum; Türk kimliğinin ulusal duyarlılığının baskın gücü ile ne bilimsel anlamda bir değerin altına imza atacak birikime sahip olmuştur ne de zulme başkaldırı anlamında olumlu bir direniş örneğine. En azından ben bilmiyorum. Bilen varsa bana anlatsın. Eğer Babai gibi Alevi ayaklanmaları ifade edilecekse, bu ayaklanmalar asla Türk duyarlılığı ile değil, ezilen ve dışlanan bir inanç topluluğunun duyarlılığı izah edilebilir. “Kurtuluş Savaşı” ise ayrı bir hikayedir. Burada kurtuluş savaşı olarak ilan edilen olgunun olsa olsa Türklükten çok Anadolu topraklarında yaşayan farklı ulusların birlikte bir hareketinden bahsedilebilir.
Elbette bunun içinde oldukça azınlık olan Türkler de vardır, ama bu asla temel bir gücü ifade etmez. Tek bir kimseyi tanımıyorum ki Türklük adına gururla anlatacağı bir gerçeklik olsun. Oysa güzelim bu Anadolu topraklarında yaşayan yüzlerce çiçek Türklük adına yok edilmiştir. Gerçekte Anadolu topraklarında sınırlı da olsa hem bilim alanında hem de zulme başkaldırı anlamında vereceğimiz elbette örnekler vardır. Ancak verilecek bu örnekler egemen güçler tarafından sürekli olarak “Türklük” kavramı ile sunulmuştur bizlere. Ağırlıklı olarak Türkler dışında bu coğrafyada yaşayan değişik halkların bütün kazanımları Türklük hanesine yazılmıştır. Mesela Arap, Ermeni, Kürt, Rum, Laz, Süryani vb halklarının başarıları “Misak-ı Sınırlar” içinde yaşayan bu halklara değil, Türklük hanesine aktarılmıştır. Hepsi de Türk ilan edilerek.
Dolayısıyla bu örneklerden Türkler adına toplam bir sonuç çıkarılamaz. İlerleme adına olan bütün gelişmeler sonuçta Türkler’in değil ama Türklük hanesine yazılmıştır. Bu tam bir aldatmaca ve ikiyüzlülüktür. Bunun nedeni, zorla, hile ile iktidar erkini elinde tutan Türk Devleti’nin ayrıcalıklı güç konumundan kaynaklanmıştır. Bu iktidar gücünün yalana dayanan ideolojik bir argümanıdır. Bilinçler böylece kirletilmiştir. Ancak bu durum sosyalist hareketimiz içinde de bilinç bozulmasına neden olmuştur. Kısa olan bu yazıda size yüzlerce örnek verecek değilim. Aslında TC’nin kuruluşuna dahi bakılsa bu iktidar erkinin başında bulunanlar, mesela Mustafa Kemal’den başlamak üzere kurucu önderlerin çoğu Türk bile değildir. Adeta Osmanlıda olduğu gibi. Devşirme göçmenlerdir.
Cumhuriyetin ideolojik temeli olarak kullanılan “tek dil, tek ulus, tek bayrak” sloganı tümüyle Türklüğü ifade etmiştir. Dil olarak Türkçe, Türk Ulusu olarak Türk ve bayrak olarak Türk Bayrağı gibi. Cumhuriyeti kuranlar bir devletin kurucu ideolojisini nasıl oluşturacaklardı? Zira halkın büyük çoğunluğu Türk değildi. O zaman herkes Türk ilan edilerek ırkçı bir ideolojik temel atılmaydı; bu da “Güneş Dil Teorisi” ile kurgulandı. Böylece Almanya da olduğu gibi (Hitler bunu kan bağı ile açıklayacaktır, Türkler de yakın zamana kadar bunu böyle açıklamışlardı ama, yakın zamanda AB girişimi vb. karşısında şimdi bunu sözde kültürel bir bağla açıklamaktaydılar. Aslında bazıları Türkiyede yaşayan herkesin kan bağı ile açıklanması gerektiğini ve kafatası ölçümleri dahi yapıldığını unutmayalım. Şimdi bunlar kültürel bağla açıklansa bile bu başka bir düzlemde kültürel ırkçılık olduğunu asla yok saymaz ve bu yine başka ulusları yok sayma anlamına gelir) bütün farklı
ulusal renkler yok sayılacak ve asimlasyona uğratılacaktı.
Kısaca birkaç noktaya daha bakalım; Alevi ya da Tahtacı olarak ifade edilen Türkmen aşiretlerinin cumhuriyetin kuruluşunda hemen hemen hiçbir role sahip olmadığı bilinir. Zamanla devşirme balkan göçmenleri ve devşirme karadenizin değişik halklarından palazlanan kesimler devlette egemen konum elde etmişlerdir. Anadolunun Türkmen aşiretleri ya baskı ve şiddetle ya da hile yoluyla cumhuriyetin ikinci statülü vatandaşı olarak, itilen ve horlanan bir kuşağı yok sayılmıştır. Zamanla Alevi Türkmenleri şiddet ve havuç politikaları sonucunda (denize düşen yılana sarılır misali) oluşan ırkçı devlete destek vermek zorunda bırakılmışlardır. Bektaşilik, Mustafa Kemal’e özgürleşmede destek amacı ile yardımcı olsa da Kızılbaşlık ve Pir Sultan geleneği Kürt Alevileriyle birlikte temel bir tehlike olarak görülmüştür her zaman. Şimdi ise Anadolu Türk Aleviliği nasıl yeniden devşirilebilir politikası uygulanmaktadır. Anadolu Türk Aleviliği cumhuriyetin kuruluşundan itibaren soyut anlamda felsefede ileriyi temsil etse bile politika da gericiliği temsil etmiştir. İlk başta oluşan ulusal devletin sahte ilerici rolü bile, şeriata ve din devletine karşı korkutma araçlarıyla Anadoludaki Alevi önderleri ve zamanla onun kitlesi her zaman temel bir destek gücünü ifade etmiştir. Ne zamana kadar, özellikle altmışlı yıllara kadar. Sonrasında başka bir uyanış yaşanmıştır. Artık Alevi kitlesi ve genç kuşak kurtuluşu sosyalizmde görmüş ve bu süreç 12 Eylül dönemine kadar devam etmiştir. Bu uyanışın kuşkusuz temeli felsefidir/ideolojiktir. Bu daha sonra politikaya akmıştır. Burada Kürt Aleviliğini elbette ayırmak istiyorum. Kürt Aleviliği hem felsefede hem de politikada ilerici bir kimliğe sahip olduğunu teslim etmek gerekir. Zira bu kesim Kürttür. Türklük ile hiçbir bağı yoktur. Ancak yine de bu konular bu yazının sınırları ve amaçları içinde yeterince açıklanamaz. Şimdilik bu sınırda kalayım.
Temel neden şu; Türklük kavramı antagonisttir. Bir bütünü ifade etmez. Açıklanmaya muhtaçtır. Bu nedenle devlet yapısının üzerine kurguladığı ideolojik kimlik çelişkili ve açmazlara sahiptir. “Hukuki olarak kendini Türk kabul eden herkes Türktür” ya da “vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür” söylemi tam bir yalana ve manipülasyona dayanır. Ayrıca bilimsel de değildir. Türklük söyleminde yapıştırıcı olarak ifade edilen kavram, soykütük anlamında ne Türklüğü ifade eder ne de Türklük gerçekliğini açıklar. Tam tersine bu kavrama sarılanların büyük çoğunluğu da ırksal anlamda kafatascı bir Türklüğe dayanmıştır.
Şimdi buradan şu noktaya geliyorum; bu coğrafyada bütün katliamlar Türklük adına işlenmiştir. Korku ve gerçeğe dayanmayan bu kavrama biçimi bunun en temel nedenidir. Zira Hrant Dink de bu nedenle katledildi. Dink bir noktaya kadar bu işe temel bir neşter vurmuştu. Türklük adına söylenen herşey böyle bir yalan cumhuriyetinde oluşmuştu. Tegellenmiş ve her her tarafı yırtık ve dökülen bir anlatım zuhur bulmuştu.
Konuya gelirsek, işte beni böyle bir Türklüğü reddeden açıklamaya götüren nedenleri bu noktalar üzerinde görmüştüm. Böyle bir Türklüğün insanlığa vereceği hiçbir şey yoktu aslında. Bu reddediş sonuçta düşünmeğe ve tartışmaya dönük radikal bir tavır anlamına gelecekti. Sorunun bu vesile ile tartışılmasını amaçlıyordum.
Buradan ülkemiz marksistlerinin yanıltıcı noktasına da gelmek istiyorum.
Ülkemizin marksistleri aşağı yukarı şöyle bir düşünme ortamına sahiptir; Türk ulusunun onurunu ve düşürülmüş bu halini marksistler, devrimci bir irade ve pratik çaba ile değiştireceklerdir. Bu söylem elbette eksik de olsa doğru bir ifadedir. Bunun nedenleri değişik olsa da bu başarılamadı ve devrim güçleri yenildi. Bu haliyle başarılabilir miydi? Doğrusu sanmıyorum. Çünkü marksistlerin ezberci okumadan öte değişik uluslara ilişkin somut bir analizleri ve sentezsel bir programları yoktu. Tersine program metinlerinde Türkçülük ifadesi kullanılmasa da sosyal şoven bir konum, onun varoluş yolunu yine Türkçülük mantığına çıkarıyordu. Sosyal şovenizmin ana kapısı Kemalizmle ve Türkçülükle olan göbek bağını ifade etmiştir her zaman.
Mesela Türklük sorununu ele alalım. Bu konuda gerçekten dörtbaşı mamur tek bir çalışma gösterilemez. Ciddi bir analiz de yoktur. Ve bu politikaya elbette kırılmalar ile aktarılacaktı. Kemalizm sorunu bunun en bariz örneğidir. Analizler ise ağırlıkla Doğan Avcıoğlu gibi Türkçülerin düşüncelerine (mesela Türklerin Kökeni gibi eserlere) dayandırılıyordu. Dahası sosyalistler alanında kumkuma bir sessizlik egemendi. Adeta marksistler, cumhuriyet ideolojisinin kenarlarında oynuyorlardı. Kısmen Kürt sorunu gelip kapımıza dayandığında bazı tartışmalar yürütüldü, ama bunlar da dişe dokunur bir çalışma anlamına asla gelmez. Zaten Türkiye marksizminin doğuşu da sosyal şovenizm ile malullenmiş bir karaktere sahipti. Buradan bir sonuç çıkmayacağı açıktı. Yenilgi yılları ile birlikte Türk marksizminin ağırlık merkezi ise devletten yana çark etti ve liberalleşti. Hrant’ın katliamında timsah gözyaşlarının büyüğü de bu eski marksist, yeni dönek liberallere aittir. Kuşkusuz bu nedensiz değildi. Bunun tarihsel bir nedeni ve ideolojik bir kökeni vardır.
Bir nokta önemlidir; cenazeye onbinlerin katılımı Türklüğün onurunu kurtarmak olarak lanse edildi bu çevreler tarafından. Hiçbir ilişkisi yok. Kısaca sürece bakalım. Hrant’ın öldürüldüğü akşamı bu ülkenin az sayıdaki devrimcileri kendiliğinden veya bazı örgütlü güçler tarafından Taksime aktı. Elbette bu önemliydi. Ve orada “Hepimiz Ermeniyiz, hepimiz Hrant Dinkiz” sloganını üretti. Bu bile tek başına marksistlerin bütün kırılmalarına rağmen ne kadar önemli ve haklı bir temele dayandığını gösterir. Şaşkınlıkla, hatta sloganın devrimci gücü dahi anlaşılamadan devletin liberal basını ve AB’çileri de bu slogana sarıldı. Şaşkınlık öyleydi ki sloganın kendisi devletin liberal uşaklarını bile uyandırmadan bunu onaylamak zorunda bıraktı. Sloganın gücü kitlenin gücünü dahi aşabildi. Devrimci anlamda ideolojik bir tutum sağlanabildi. Faşistler ve gerici ‘ulusal’cılar bile iki gün aradan sonra nasıl bir oyuna geldiklerinin farkına varabildiler. Şimdi bu sloganlara saldırıyorlar. Bu arada hemen belirtelim ki; bugüne kadar devrimcilerin kendi aralarında tartışma ve sürtüşmelere neden olan sayısız bayrak ve flamalar veya her kafadan atılan onlarca sloganın yaratabileceği bir güç ile Hrant’ın cenaze törenindeki bir iki sloganın (o da kartonlara yazılmış haliyle ve tek renkle) gücüne ve etkisine neden kavuşamayacağını ciddi ciddi sorgulayabilmeli ve üzerinde düşünülebilmelidir. Çünkü olgun ve vakarlı, kararlı ve dirayetli ve aynı zamanda hedefleri net çizilmiş bir yürüyüşün etkisini ve dalga dalga nasıl kitleselleşebileceğini öğreten bu deney, elbette herkese öğretici olmalıdır. Buna inanmak istiyorum. Buradan devrimci güçlerin mitinglerdeki karışık ve curcuna pankart yarışlarındaki olumsuzluktan bir ders çıkarabileceklerini de umut etmek istiyorum.
Cenaze töreninden çıkarılan sonuç şunu gösterdi; cenaze törenine akan onbinler Türklük duygusu ile o alana akmadı. Tersine devrimci ideolojinin politik ve kültürel etkisi ve kardeşleşme duygusu ile hareket etmesine yol açtı. Kitleleri harekete geçiren bu sloganlardı. Çünkü o sloganlar devrimci ideolojinin pratikte somut bir karşılığını gösteriyordu. Burada doğru kullanılırsa bir sloganın gücünü ve birleştirme yeteneğini çıkarabilmek bu ülkenin sosyalistlerine düşer. Hem g
ücünü hem de önemli bir tarihi dersi çıkarabilme yeteneğini gösterir. Şimdi umudum bu anlamda daha da artmıştır.
Yeni baştan esas konuya dönersek; kuşkusuz bu durum ne Türklüğün onurunu kurtarmak anlamına geldi ne de devletin faşist özünü karartmaya yetti. Demek ki burada kitleleri harekete geçiren temel faktör Türklük veya Türk duyarlılığı değil, devrimci ideolojinin etkisel gücüdür. Bunu günlerce medya karartmaya çalışsa da bu böyledir.
Benim böyle bir “Türklükten feragat ediyorum” söylemim, başta düşünen beyinler olmak üzere geniş kitlelelerin bilincini bozmuş olan burjuva söyleme meydan okumak, dahası geniş kitleleri düşündürmek ve burjuva liberalizmin ikiyüzlü korkak tavrına karşı bir bayrak açmak tavrıydı. Elbette kontra yapının gerçek maskesini indirmek için de olağanüstü öneme sahip bir söylemdi. Bir örneği hiç unutmuyorum; Kürt halkı da bir zamanlar düşürülmüş bir halktı. Başta düşünce boyutunda İsmail Beşikçi olmak üzere bazı devrimci aydınlar ve politik öncüler açıktan Kürt halkını eliştirmekten çekinmediler. Bir tarla sınırı için ya da bir tavuk için birbirini boğazlayan Kürt halkını ağır bir dille eleştirdiler. İsteyen bu konuda Beşikçinin “PKK Olayı…” kitabına bakabilir. Ama buradan Kürt halkı ayağa kalktı ve korku denizlerini aştı. Demek ki eleştirinin zamanında ve doğru bir tarzda yapılabilmesi, aynı şekilde kesintisiz bir politik aktivetinin başarılabilmesi, sosyalist hareketinde kitlelerle buluşmasında temel bir manivela anlamına geleceğini gösterir.
Şimdi buradan da Türkleşmiş bazı liberal “marksistlerin” söylemine bakabiliriz. Onlar bırakın gerçekleri ifade etmelerini burjuva medyada köşe kapmak veya TC. Üniversitelerinde hoca olmak için nasıl bir ihanet çizgisi izlediklerini görebilen her göz rahatlıkla bunu görmüştür. Şimdi düşünce boyutunda tam bir beyaz terör estiriliyor. Tam bir düşünce kirliliği yaşanıyor. Size daha acısını söyleyelim; bir zamanlar bizlerle devrim yapmak için yola çıkanların bazıları son günlerde Prof. ünvanlarını dahi alabildiler. Bunlar tekil örnek de olsa bir mantığı açıklamak için oldukça öğreticidir. Buradan radikal marksist yol arkadaşlarımız da sanırım bir sonuç çıkarırlar diye düşünüyorum. Düşünmek istiyorum en azından.
Evet, ben böyle bir Türklüğü reddediyorum. Bu mantıktan ayrılıyorum. Eğer özgürlükler için ayağa kalkmış bir Türklüğü varsayacaksak bunun ilk yolu böyle bir Türklüğü reddetmekten geçer. Ben reddediyorum. Eleştiriyorum. Sizi bilmem, ama ben reddediyorum. Sınıf kimliğini Türk kimliği içinde belirleyici bir kimlik haline dönüştürmeyen her çabanın ikiyüzlü, sahte ve dolandırıcı olduğuna inanıyorum.
Sonuç olarak şunu ifade etmek istiyorum; ülkemizde sosyalizm yolunda ilerleyen gerçek bir demokrasinin vücut bulmasının tek yolu, Türk ırkçılığı üzerine kurulmuş bir varoluşu reddetmek ve Türklüğün bugünkü konumunu tartışmağa açmaktan geçer. Bu Türklüğün insanlığa zarardan başka verebileceği hiçbirşey olmamıştır bugüne kadar.
Hasan Oğuz
26 Ocak 2006
[email protected]