Yazarın geçen hafta sonu Boston, ABD’de yaptığı konuşma ABD’yi ABD’deki egemenlerden ve bu gücün -halkın değil, ABD gücünün- kendisi için yarattığı felaketten kurtarmak için bazı çalışmalar var. Bunlardan en sonuncusu, güncel konu olan Baker-Hamilton raporundan (Irak Araştırma Grubu raporu) bahsedeceğim. İlginç, çok ilginç yanları var. Örneğin, Irak’taki kamu yoklamaları hakkındaki bir paragraf, fazla bir şey […]
Yazarın geçen hafta sonu Boston, ABD’de yaptığı konuşma
ABD’yi ABD’deki egemenlerden ve bu gücün -halkın değil, ABD gücünün- kendisi için yarattığı felaketten kurtarmak için bazı çalışmalar var. Bunlardan en sonuncusu, güncel konu olan Baker-Hamilton raporundan (Irak Araştırma Grubu raporu) bahsedeceğim. İlginç, çok ilginç yanları var.
Örneğin, Irak’taki kamu yoklamaları hakkındaki bir paragraf, fazla bir şey önermemekle beraber, düşünce tarzını göstermesi bakımından ilginç. ABD hükümeti ve araştırma servisleri Irak’ta sık sık kamu yoklaması yapıyor. Halkın ne düşündüğü çok önemseniyor. Rapora göre geçenlerde yapılan bir yoklama Irak halkının %79’u ülkelerinde ABD etkisini olumsuz buluyor. Kürtler dahil %61’i ABD yönetimindeki kuvvetlere yapılan saldırıları destekliyor. Bu bir sorun ve hallolması gerek. Raporun önerisi, bu sorunu çözümlemek için, taktikleri değiştirerek, halkın onları gerçekten sevdiğimizi, yardım etmek istediğimizi vs. anlamasını sağlamak ve bu şekilde bizden nefret etmekten ve saldırmaktan vazgeçirmek. Önerdikleri bu.
Söylemedikleri bir şey var. Aynı kamuoyu yoklamaları Bağdat halkının üçte ikisinin ABD’li askerlerin derhal çekilmesini ve tüm ülke halkının Kürtler dahil %75’inin ABD’nin bir iki yıl içinde kesin çekilme tarihinin saptanmasını istediğini gösteriyor. Bundan bahsedilmiyor çünkü biz bütün dünya’ya demokrasi yaymak görevimizi yaparken, halkın ne düşündüğüne aldırmıyoruz. Onların ne düşündüğünün konuyla ilgisi, bir değeri yok. Doğal olarak, raporda çekilme tarihi yok.
İşin ilginç yanı, ABD halkına da aynı şekilde davranıyorlar. Çoğunluk kesin bir çekilme tarihi istiyor. Bunun da geçerliliği yok. Hatta Nisan 2003 tarihinde bile ABD’de halkın çoğunluğu askerin Irak’a ancak Birleşmiş Milletlerin denetiminde gönderilmesini, güvenlikten, ekonomik kalkınma, yeniden yapılanma ve demokrasinin geliştirilmesinden Birleşmiş Milletlerin sorumlu olmasını istiyordu. Bu da dikkate alınmadı, hatta bildiğim kadarıyla açıklanmadı bile.
Eğer bu tutum devam ederse, Irak’tan sonra önümüzde ki büyük sorun İran. Baker-Hamilton Komisyonu’nun bu konuda bir önerisi var. “ABD İran ile bir şekilde anlaşma yolunu aramalı ama İran-ABD arasında ilişkinin durumuna bakılırsa, bu da nasıl olacak belirsiz” dediler. ABD halkının bu konuda da bir düşüncesi var. Halkın, Cumhuriyet Partililer dahil, %75’i İran ile sorunların askeri değil barışçı yollarla halledilmesini istiyor; hükümet politikasının tam tersi.
Ortadoğu halklarının tutumu da aynı. İran’dan pek hoşlanmıyorlar ve kesinlikle nükleer silahlı bir İran istemiyorlar. Ama bölge halkının çoğunluğu İran’a askeri bir saldırı yerine nükleer silahlı İran’ı yeğliyor. Herhalde bunun da konuyla ilgisi yok çünkü rapor bundan da bahsetmiyor.
Raporun ortaya çıkardığı bir başka ilginç durum, ABD’nin Ortadoğu’da hedeflerine ulaşamayacağı; sanki ulaşmaları zorunluymuş gibi. ABD’den kastettikleri ABD halkı değil, dedikleri hükümet ve seçmenleri. ABD İsrail ve Filistin arasındaki çatışmayı durduramazsa Ortadoğu’da başarılı olamaz diyor ve devam ediyor, ABD tartışma zeminini hazırlamalı, Filistinlileri de tartışmaya davet etmeli ama ancak İsrail’i devlet olarak tanımayı kabul edenleri. Tamam, sadece İsrail’in var olma hakkını kabul edenler katılacak ama Filistin’in var olma hakkını kabul eden İsraillilere ne olacak? Neyse, üstünde durmaya değmez çünkü belki de öyle İsrailli yok bile.
Aslında hiçbir devletin var olma hakkı olmamalı. Bu kavram, (var olma hakkı kavramı) bildiğim kadarıyla, 1970 yılında Arap ülkelerinin ve Filistin Kurtuluş Örgütü’nün (FKÖ) İsrail’in güvenli ve kabul edilen sınırlar içinde varolma hakkını resmen onaylaması (Arap ülkelerinin resmen, FKÖ’nün karşı çıkmaması) ile ortaya çıktı. “Güvenli ve kabul edilen sınırlar” Birleşmiş Milletlerin UN 242 kararında kullanılan kelimeler. Sonuçta, bu karar bütün diplomatik pazarlıkları durdurmak için duvar çekmeyi ve İsrail sınırlarını genişletmeyi getirdi.
Var olma hakkını hiç kimse kabul etmez. Kabul etmek demek sadece Filistinlilerin kovulmasını değil ama aynı zamanda bunun meşruluğunu da kabul etmek demek. Dünyada hiçbir devlet bunu kabul edecek değil. Meksika’nın bu uygarlık dışı durumu (Meksika ABD’yi tanıyor, ama ABD’nin toprağının yarısını istila etmesinin meşruluğunu tanımıyor) tanımadığı gibi.
Bu garip var olma hakkı kavramını sadece İsrail’i tanıyan Filistinlilerle kısıtlasak bile, İsrail’de kim Filistin’i tanıyor? ABD Filistin’i tanıyor mu? Şu anda tarihi anlatmaya başlamayacağım ama 30 yıldır ABD ve İsrail, bazı istisnalar dışında, devamlı olarak iki ülke kurulması için anlaşmaya varılmasını uluslararası alanda önledi. Yani, ancak son iki üç yıldır parçalanmış, kopmuş, çember içine alınmış, varlığını sürdürme şansı olmayan bir Filistin’i tanımaya razılar; bir iki tane Bantustan (Güney Afrika) ama yaşayabilir bir devlet değil. Belki bunu tanırlar
Güney Amerika
Geçen hafta Güney Amerika’da Bolivya’da önemli bir geçmişi olan Chochabamba şehrinde bütün güney Amerikalı liderlerin katıldığı çok önemli bir toplantı yapıldı. Çok önemli bir toplantıydı. Bütün haber ajanslarının haberi hemen geçeceği kadar önemli bir toplantıydı. Ama hiçbir basın kuruluşu haberi yayınlamadı
Sizin de haberi okumadığınızı düşünerek, burada haberin önemli bölümlerini okuyacağım.
Geçen cumartesi güney Amerikalı liderler bütün kıtayı kapsayan, Avrupa Birliği benzeri bir topluluk kurulması için ön çalışmaları yapacak yüksek düzeyde bir komisyon oluşturma konusunda anlaştı. “Güney Amerika Ülkeleri Topluluğu” (South American Community of Nations) diye adlandırılan ve ev sahipliğini Boliya Başkanı Evo Morales’in yapttığı zirve toplantısı iki gün sürdü. Liderler (Chomsky AP haberini okuyarak) ” bütün kıtayı kapsayan bir birlik ve hatta Güney Amerika Parlamentosu oluşturmak olanağını araştıran bir çalışma grubu kurulmasına karar verdi”. Rapor devam ediyor, “Uzun zamandan beri bölgeyi karıştıran Venezüella’nın ateşli solcu başkanı Hugo Chavez, uluslararası alanda önemini arttıran bu kararı her zamanki haliyle, memnun ama sabırsız karşıladı”. Haber, Güney Amerika Birliği tartışmalarının bu ay toplanacak olan MERCOSUR’un (Güney Amerika Ticaret Bloku) olağan toplantısında devam edeceğini ve toplantıya Brezilya, Arjantin, Venezüella, Paraguay ve Uruguay başkanlarının da katılacağını yazıyor.
Güney Amerika ülkeleri arasında düşmanlık sadece bir kere Peru ve Venezüella arasında oldu. Ama Chavez ve Peru başkanı Alan Garcia, yılın başında birbirlerine hakaretler yağdırdıktan sonra, zirve toplantısından yararlanarak arayı düzelttiler. Güney Amerika’da tek anlaşmazlık buydu ve şimdi aradaki pürüzler giderilmişe benziyor.
Ekvador’un yeni başkanı Rafael Correa toplantıda Brezilya Amazonunun yağmur ormanlarını Ekvador’un Pasifik kıyısına bağlayan, Panama Kanal’ına bir alternatif olabilecek bir ticaret yolu önerdi.
Chavez ve Morales yeni bir ortak projenin (Bolivya’nın zengin doğalgaz kaynaklarının olduğu bölgede bir gaz işleme fabrikası) kutlamasını yaptı. Bu Venezüella’nın petrol şirketi Petrovesa ile Bolivya Kamu Enerji şirketinin ortak girişimi. Bildiğiniz gibi Venezüella OPEC’in yegane Latin Amerikan üyesi ve Ortadoğu dışında bilinen en büyük petrol rezervine sahip; bazı hesaplara göre, Suudi Arabistan’ın sahip olduğundan da daha fazla (petrol fiyatları 50 doların üstünde
seyrettiğinde Venezüella’nın düşük kaliteli rezervleri de karlı yatırımlara dahil edilebiliyor ve bu durumda Venezüella petrol üretiminde üst sıraya çıkıyor; -Latinbilgi’nin notu). Bu küresel bağlamda çok önemli bir nokta.
Toplantıya Brezilya Başkanı Lula da Silva’nın, Şili’nin Bachelet’inin ve başkalarının da ilginç katkıları oldu. Bu da çok önemli.
500 yıl önce İspanyolların kıtayı fethinden beri ilk defa olarak Güney Amerika’yı gerçekten bütünleştirme hareketi oluyor. Kıtadaki ülkeler her zaman birbirinden uzak durdu. Ve gerçek bağımsızlığın ön şartı bütünleşme olacak. Yani, daha önceden de bağımsızlığı kazanma girişimleri olmuştu. Ama hepsi çoğu zaman vahşice ezildi. Kısmen bölgesel işbirliği, destek olmadığı için tek tek yenildiler.
1960’dan beri hep böyle oldu. Kennedy hükümeti Brezilya’da bir hükümet darbesi düzenledi. Daha önceden planlanan darbe, Kennedy suikastından hemen sonra oldu. Brezilya devrilen ilk domino taşıydı. Neo-Nazi tipi ulusal güvenlik devletleri yarıkıta’da yayılmaya başladı.Bunlardan birisi Şili’ydi ama Orta Amerika’da bir ülkeden sonra yayılması durdu.1980’lerde Reagan’ın terör savaşları Orta Amerika ve Karayipleri harap etti. Ama bu yaygın bir saldırı harekatı değil, ülkeleri teker teker, birbiri ardından yıkma politikasıydı ve beklenen domino etkisi oluştu. Bu, Latin Amerika’nın, son derece korkunç olan ilk fethedilmesinden beri başına gelen en kötü baskı belası idi. Ne kadar korkunç olduğu ancak şimdi, yavaş yavaş anlaşılıyor.
Bütünleşme gelecekte bağımsızlığı kazanma olanağını yaratıyor ve bu çok önemli. Sömürge tarihi -İspanya, Avrupa ve ABD- yalnız ülkeleri birbirinden ayırmakla kalmadı, aynı zamanda ülkelerin içinde de halkı çok küçük varsıl seçkinler topluluğu ile yoksul bırakılmış yığınlar arasında böldü. Ayırım ırkla da yakından bağlantılıydı. Tipik olarak, varsıl seçkinler beyaz, Avrupalı, batılılaşmış, yoksul yığınlar da yerli, siyahi, karışık vs. idi. Bu durum bugün de devam ediyor.
Bölge ülkelerinde egemen olan çoğunlukla beyaz seçkinlerin birbirleriyle de fazla bağlantısı yoktu. Batıya yöneliktiler. Sermaye batıya gönderiliyordu. İkinci evler oradaydı, çocuklar orada eğitiliyordu, kültürel bağlantıları oradaydı. Kendi toplumlarına karşı en ufak bir sorumlulukları yoktu. Kopukluk tamdı.
Bu durum dışalımda da görülüyor. Çoğunlukla lüks tüketim malları ithal ediliyordu. Mevcut kalkınma dışa bağımlıydı. Latin Amerika yabancı yatırıma, örneğin doğu Asya’dan çok daha fazla açıktı. Bu nedenle son yirmi yıldır iki bölgenin seçtikleri kalınma yolları birbirinden çok farklı oldu.
Ve, doğal olarak, son 25 yıldır seçkinler kendilerini daha zenginleştiren ama ülkelerini mahveden neo-liberal programları desteklediler. Latin Amerika, Afrika’nın güney bölgeleri dışında bütün dünyada “Washington ile Düşünce Birliği” kararlarını (Washington Konsensüsü; son 25-30 yılın neo-liberal programları) en harfi harfine uygulayan bölge oldu. Ve bu programlar katı bir şekilde uygulanan her yere yıkım getirdi. İstisnası yok. İkisinin arasındaki bağlantı kesin: büyüme hızında ani ve sert düşüş, mikroekonomik göstergeler, ve beraberinde getirdiği toplumsal etkiler.
Latin Amerika ile Doğu Asya’yı karşılaştırmak çok dikkat çekici. Aslında, Latin Amerika olanakları bakımından çok daha zengin bir bölge. Yani, bir asır önce Brezilya’nın “Kuzey’in Devi” ile karşılaştırılabilir “Güney’in Devi” olacağına kesin gözle bakılıyordu. Şimdi dünyanın en yoksul ülkelerinden biri olan Haiti, Fransa’nın zenginliğinin kaynağı, dünyanın en zengin sömürgesiydi. Fransa ve sonra da ABD yüzünden şimdi harap durumda. Ve, büyük zenginliği olan Venezüella; önceleri İngiltere’nin sömürgesiydi ama 1920’de, petrol çağı başlamak üzereyken, petrolün öneminin bilincinde olan Woodrow Wilson (ABD başkanı) İngiltere’yi kovdu ve acımasız bir diktatörün başa geçmesini destekledi. Zengin kaynaklar ve olanaklar oradaydı.
Doğu Asya’da ise zengin kaynaklar azdı ama onlar kalkınmak için başka bir yol izlediler. Latin Amerika’nın dış alımı varsıllar için lüks tüketim mallarıydı. Doğu Asya’da kalkınma için gerekli maldı. Devlet kalkınma programlarını düzenliyordu. Washington ile ortak hareketi reddettiler. Sermayeyi ve sermayenin dışa çıkışını kontrol altına aldılar ve uymayanlara sert cezalar verdiler. Oldukça eşitlikçi toplumlar, bir sürü otoriter, bazen sert ama eğitsel programlar, sağlık programları uyguladılar. Aslında, bugünkü zengin ülkelerin kalkınma için kullandıkları (ama Güney’e zorla kabul ettirdiklerinden çok farklı) yöntemlerin hemen hemen aynısını kullandılar.
17’nci yüzyıla geri gidersek, o zamanlar dünyanın ticaret ve endüstri merkezleri Çin ve Hindistan’dı. Japonya’da ortalama insan ömrü Avrupa’dan daha yüksekti. Avrupa sınır dışı barbar bir ileri karakol gibiydi ama bazı avantajları vardı, özellikle acımasızdı, dünyayı fethetti, işgal edilen bölgelerde neo-liberal kuralların benzerini zorla kabul ettirdi ama kendisi için korumacılık politikasını, devletin gücünü kullandı. Avrupa böylece kalkındı.
Örnek olarak, ABD’nin gümrük vergileri dünyada en yüksekti, ve hızla kalkındığı devrede dünyanın en korumacı ülkesiydi. 1950 yılına kadar ABD dünya varlığının yarısına sahip olduğu halde, gümrük vergileri bugün Latin Amerika’nın uyguladığı vergilerden fazlaydı. Latin Amerika gümrük vergilerini daha da indirmeye zorlanıyor.
Devletin ekonomiye müdahalesi: Ekonomistler bu konuda fazla konuşmuyor ama bugün ABD ekonomisi büyük ölçüde devlet sektörüne dayanıyor. Bilgisayarlar, internet, havayolları trafiği, malların aktarması, konteyner gemileri, eczacılık, idari yöntemler vs. hepsi devletten geliyor. Ayrıntılara girmeyeceğim ama bu karşılıklı bağlantı geçmişten beri böyle. Kalkınmanın metotları bunlar.
Neo-liberal yöntemler son 30 yıl içinde bir üçüncü dünya yarattı ve bu yöntemleri en sıkı şekilde uygulayan Latin Amerika ve Güney Afrika’nın yıkımına neden oldu. Neo-liberalizmi reddeden ve gelişmiş ülkelerin kalkınma yöntemlerini uygulayan Doğu Asya’da ise büyüme ve kalkınma vardı
Ama şimdi bu durumun değişme şansı var. Ne yazık ki 1980’li yıllarda terörün mahvettiği Orta Amerika’da değil ama Venezüella’dan Arjantin’e kadar Güney Amerika’da değişim için hareket var. Sanırım dünyanın en heyecan verici bölgesi burası. 500 yıldan sonra, bu ezici sorunları yenmek için çalışmalar başladı. Bunun bir örneği bütünleşme çalışmaları.
Yerli halk hareketleri var. Yüzyıllardan beri ilk defa kıtanın yerli halkları, bölgenin bazı ülkelerinde, kendi işlerini kendileri halletmek üzere eyleme geçmeğe başladı. Bolivya’da söz sahibi olup, kendi kaynaklarını kendileri kullanmaya başladılar. Ülke belirgin bir şekilde demokratikleşiyor; halkın katılımı ile gelişen gerçek demokrasi. Geçen yıl yarıkıtanın, Haiti’den sonra en yoksul ülkesi Bolivya’da gerçekten demokratik bir seçim yapıldı. Benzeri ABD’de ve hatta Avrupa’da hayal bile edilemeyecek bir seçim. Katılım çok yüksekti, halk ne için oy verdiğinin bilincindeydi. En önemlisi, seçim konuları son derece açık ve netti. Halkın katılımı sadece oy vermek değildi. Yıllardır bu konular üzerinde mücadele ediyorlardı. Cochabamba sembolleri oldu. Sonuçta, konuların net ve anlaşılır olması, halkın katılımı ve çabaları kendilerinden birini başkan seçti. Burada ABD seçimleriyle karşılaştırmayacağım. Farkları herkes kendisi bulur. Ama Bolivya’da seçim bizim hayal edemeyeceğimiz ka
dar demokratikti.
Bizim seçimlerimizde konular bilinmiyor. Konuların açık ve net olarak bilinmemesi için çok çaba sarf ediliyor. Bunun nedenleri var. Halkın görüşüyle devlet politikası arasında dağlar kadar fark var. Bu nedenle asıl sorunların gizli kalması ve halkın boş laflarla yanıltılması gerekiyor. Televizyonda diş macunu satan reklam şirketleri ile seçimleri yürütenler aynı reklam şirketleri. Adayların tartışmalarından, seçim reklamlarından ve diğer seçim malzemelerinden de bilgi edinmeyi de bekleyemezsiniz.
Buradaki seçimlerde sol kesimde oy makineleriyle oynamak, oyların tam sayılmaması gibi seçim düzensizlikleri ve hileleri vs. ile ilgili epey yaygara koptu. Dedikleri doğru ve önemliydi ama daha önemlisi geçerli, anlamı olan seçimlerin olmaması. Seçimlerin bir anlamı olmayınca, yapılan düzensizliklerin de bir anlamı kalmıyor. Halk bu yüzden bu düzensizliklere pek aldırmıyor sanırım. Seçim hilelerinden aydınlar kaygılanıyor. Halk pek umursamıyor, “Tamam, seçim çalındı. Ne olmuş yani?”. Yani, kralı filan seçmek için yazı tura atıyorsanız, paranın hileli olup olmadığının fazla önemi yok. Haklı nedenlerle halkın çoğu böyle düşünüyor.
Aslında, halkın buradaki politik sisteme karşı dramatik bir tutumu var. Son kamu yoklamalarına göre halkın üçte bir kadarı 11 Eylül’den Bush’un sorumlu olduğuna inanıyor. Ama bunun büyük bir sorun olduğunu, kaygılanacak bir durum olduğunu düşünmüyorlar. “Evet, ama hepsi sahtekar, gangster ve katil, yeni olan ne var, anlat. Bizi fazla ilgilendirmiyor.” ABD demokrasisinin tüyler ürpertici durumunu gösteren bir yorum.
Herkes ABD’nin bölündüğünden konuşuyor. Birleşmemiz gerek. Bizi birleştirici bir kişiye, güce ihtiyacımız var. Tam doğru değil. Bölünmüş olduğu gerçek ama bölünme kamuoyu ile kamu politikası arasında. Hemen hemen her konuda politik sistem kamuoyunun ve görüşünün sağında kalıyor. Bunları biliyoruz çünkü bu konularda çok araştırma yapılıyor.
Bolivya’da durum çok farklı. Son yirmi otuz yıldır Latin Amerika’da, ABD’nin engellemeye çalışmasına rağmen, gerçek demokratikleşme hareketleri devam ediyor. Bunun bir yan etkisi, demokratikleşme ilerledikçe, seçilen hükümetlere olan desteğin giderek azalması.
Bunun makul bir açıklamasını Arjantinli siyasal bilgin Atalio Boron yaptı. Demokratikleşme neo-liberal politikaların uygulanmasına paralel gelişti. Neo-liberalizm hemen her öğesi demokrasiyi baltalamaya, kamu alanında kısıtlamalar getirmeye, katılımı engellemeye yönelik. Boron’a göre, demokrasiye destek devam ederken, demokrasiyi baltalayan programları uygulayan seçimle başa gelen hükümetlere desteğin azalmasında şaşılacak bir durum yok.
Bunun birkaç istisnası var. En önemlisi Venezüella. Güvenilir kamuoyu yoklamaları Venezüella’da 1998’den beri hükümete kamu desteğinin, diğer Latin Amerika ülkelerin aksine, hızla arttığını gösteriyor. Bazı başka ülkelerde de biraz artış var ama Venezüella en önde. Belki de bu nedenle Chavez anti-demokratik, otoriter ve diktatör olmakla suçlanıyor.
Chavez hakkında söylentiler oldukça ilginç. Şüphesiz bazı otoriter eğilimleri var ama Chavez’i sağ basında devamlı basın özgürlüğünü vs. hiçe sayan bir diktatör diye tanımlama ve buna inandırma gerçeklere uymuyor.
Örneğin basın özgülüğü: 2002 yılında Venezüella’da ABD’nin desteklediği bir hükümet darbesi oldu. Hükümet düşürüldü ve zengin iş adamı Pedro Carmona başkanlığa getirildi. Carmona derhal parlamentoyu feshetti, anayasa mahkemesini yok etti ve başsavcıyı görevinden aldı. Demokrasinin bütün izleri yok edildi.
ABD bu hareketi destekledi.Venezüella’da özel basın darbeye bütün kuvvetiyle arka çıktı. Destekçilerden biri son seçimde muhalefetin başkan adayıydı. Destekçiler arasında Sumate adlı bir örgüt de vardı. ABD bu örgüte “demokrasi kurmak” için mali yardım yapıyor. ABD ve varsıl seçkinlerin çoğunun desteklediği bu darbe demokratik sistemi ortadan kaldırdı.
Halk isyanı, darbecileri aşağı indirdi. ABD geri çekildi. Ama şaşırtıcı olan, gazeteler yayına, hükümete saldırmaya devam ediyor. Darbeyi destekleyen Rosales seçimde aday oldu. Darbeyi destekleyen Sumate çalışmaya, ABD’den “demokrasi”yi ilerletmek için para almaya devam ediyor.
Eğer bu ABD’de olsaydı ne olurdu, düşünün. Bir hükümet darbesi olsaydı, önde gelen basın ve politik önderler bu darbeyi destekleseydi, basın hala yayına devam edebilir miydi? Yani, darbeyi destekleyenlerden biri seçimde muhalefetten aday olabilir miydi? Düşünülemez bile. Hepsi ölüm cezasına çarptırılırdı. İşte bu beceriksiz diktatör basın özgürlüğünü yok ediyor deniyor. Aslında, bu laflar pek önemli değil.
Bütünleşme hareketleri, bağımsızlık ve halkın katılımıyla oluşan gerçek demokrasi çok önemli, ama bütün bu gelişmelerin gösterdiği, bu gelişmelerle birlikte kontrol ve hükmetme metotlarının da zayıfladığı. Demek istediğim, ABD bölgeye hükmetmek için uzun süre iki yöntem kullandı: biri şiddet öteki de ekonomik boğma ve kontrol. Artık bu yöntemler işe yaramamaya başlıyor.
ABD’nin bir hükümeti devirme girişimi en son 2002’de oldu. Daha önceleri olağandı. Aslında, ABD’nin şimdi desteklediği hükümetler -örneğin Lula- 40 yıl önce olsaydı, büyük bir olasılıkla düşürülürdü. Lula ile Kennedy’nin önayak olduğu darbe ile düşürülen Brezilya’nın Goulart’ı arasında fazla bir fark yok. Şiddet kullanarak kontrol etmek artık işe yaramıyor.
Bu ekonomik kontrol için de geçerli. Son yılların başlıca ekonomik kontrol aracı neredeyse ABD Maliye Bakanlığının bir şubesi olan IMF idi. Ama ülkeler yavaş yavaş kendilerini IMF denetiminden kurtarıyor. IMF’nin örnek, poster ülkesi Arjantin ilk önce başarı gösterdi ama sonu büyük bir yıkım, felaket oldu. Arjantin en sonunda IMF kurallarına uymayarak, borçlarını ödemeyi reddederek, geri kalan borçlarını satın alarak, başkanlarının lafına göre, “kendini IMF’den kurtardı”. Kurtulabildiler ama bu borçların üçte bir kadarını satın alan Venezüella’nın yardımıyla oldu; bir başka yardımlaşma örneği. Brezilya IMF’den kurtulmak için aynı yolda ilerliyor.
Bolivya da aynısını yapıyor. Bolivya yirmi beş yıldır IMF’nin her sözüne harfi harfine uyan, itaatkar bir öğrenci gibi hareket etmişti. Sonucu kişi başına düşen gelirin başlangıçtaki miktarın altına düşmesi oldu. Şimdi Bolivya da Venezüella’nın desteğiyle IMF’den kurtuluyor. IMF’nin sürdürebilirliği bile şüpheli çünkü artık, eski bir IMF müdürünün deyimiyle, kendisine biçilen “kredi topluluğunun alacaklarını zorla toplayıcı” rolünü iyi oynayıp paraları toplayamıyor. Her ne pahasına olursa olsun ödemeleri toplamağa yollanan mafya adamları gibi ama parayı artık toplayamıyorlar ve karları gittikçe azalıyor. Yaşamaya devam edemeyebilirler.
Ekonomi ve şiddetle kontrolün zayıflaması ile bütünleşme ve bağımsızlığa atılan adımlar birlikte ilerliyor.
ABD politikasını değiştirmek zorunda kaldı. Hala iyi adamlar, kötü adamlar ayırımı var ama ABD’nin 40 yıl önce devireceği hükümetler şimdi iyi adamlar (Lula gibi). Morales ve Chavez ise kötü adamlar. Resmi tutum bu. Bunları tekrar tekrar okuyorsunuz.
Resmi görüşü devam ettirmek için gerçekleri biraz değiştirmek gerekiyor. Örneğin, Lula (iyi adam) ekimde tekrar seçildikten hemen sonra Chavez’in (kötü adam) seçim kampanyasını desteklemek için Caracas’a uçtu. Resmi görüşe uymadığı için burada haber olmadı. Aynı zamanda Lula Venezüella’da Ornico Nehri üzerinde Brezilya’nın kuracağı bir köprünün ve birkaç Brezilya projesinin ithafını
yaptı. Bu haberler de burada duyulmadı.
Venezüella bölgesel bütünleşmenin öncülüğünü yapıyor. Chavez’in projesi ALBA (Amerika için Bolivarcı Seçenek) Güney Amerika’nın bütünleşmesi için gerekli kurumları geliştirmeğe çalışıyor. Petroamerica, Yarıkıta’da birleşik bir enerji sistemi (Çin’in Asya’da başlatmak istediği sistem benzeri) ABD’yi kaygılandırıyor. Telesur çok sıkı korunan batı medya tekelini delmeye çalışıyor. Bu başlı başına çok önemli bir konu. The University of the South (Güney Üniversitesi), eğer kurulursa, Amerika’nın akademik merkezi olacak. Ve, başka projeler de var.
ABD kontrolü kaybediyor gibi. ABD politikası değişmiyor, sadece ayarlanıyor. ABD ekonomik baskı ve şiddet kullanmaktan vazgeçmiş değil ama biçimleri değişiyor. ABD’de eğitilen Latin Amerikan subaylarının sayısı son yıllarda hızla arttı. Eskisinden daha değişik bir şekilde eğitiliyorlar. Eğitim sorumluluğu Dışişleri Bakanlığından Pentagon’a geçti. Dikkat edilmesi gereken bir nokta. Eğitim sorumluluğu Dışişleri Bakanlığında iken hiç olmazsa, teorik de olsa, az da olsa insan hakları filan gibi konularda meclisin biraz denetimi var. Eğitim Pentagon’a geçince hiçbir denetim yok. İstediklerini yapmakta özgürler. Görevleri de değişti. Şimdiki görevleri Latin Amerikalı subayları “radikal halkçılık” nasıl halledilir konusunda eğitmek. Latin Amerika tarihini bilen herkes bunun ne anlama geldiğini bilir. Bu köylüleri örgütleyen papazlar, işçi eylemcileri, insan hakları savunucuları filan demek. Bu işi eskiden de yapıyorlardı ama şimdi resmen görevleri. Eskiden askeri eğitimde bazı kısıtlamalar vardı, askerlerin, eğitimcilerin suç işlemesi durumunda dokunulmazlık için meclisten karar çıkması gerekiyordu. Bush bu yasayı yürürlükten kaldırdı. Bu ABD için önceliği olan bir karar. Öncelik USA Today’e göre Latin Amerika’da “solcu zaferlere” karşı, yasayı yürürlükten kaldıracak kadar kuvvetle duyulan kaygı. Kısacası, temel politika devam ediyor ama farklı bir şekilde.
Ekonomik denetime gelince, bunun için yeni bir terim var: “serbest ticaret anlaşmaları”. Terim yanlış kullanılıyor.Yapılan anlaşmalar serbest ticaret anlaşmaları değil. Dikkatli okununca serbest ticaret anlaşmaları olmadığı hemen görülüyor. Hatta ticaretle ilgili bile değil. Daha çok yatırımcıların haklarını koruyan anlaşmalar. Ve bunlar anlaşma bile sayılamaz çünkü eğer halk toplumun bir parçasıysa, toplum büyük bir çoğunlukla bu anlaşmaları reddediyor. Anlaşmaların özelliği incelenirse, zayıflayan ekonomik kontrolü tekrar ele geçirme çabası olduğu anlaşılıyor.
Üçüncü dünyaya yönelik, ciddi ama dışlanan UNCTAD’ın (BM Kalkınma Örgütü) baş ekonomisti Doha Toplantısında kararlaştırılan sözde ticaret anlaşmalarının yürürlüğe konmasını engellemek için çağrıda bulundu; batı basını anlaşmaları destekledi. Ekonomist anlaşmalara, yoksul ülkelerin kalkınmalarını engelleyeceği için karşı çıkmıştı. Evet, ekonomik kontrol için yeni yöntem bu.
ABD için bu, hem ideolojik hem de maddi açıdan çok ciddi bir konu. İdeolojik olarak, eski belgeler ve plancıların sözleri incelendiği zaman görülüyor, kaygıları her zaman , kendi ifadeleriyle, “Latin Amerikanın kontrolünü elden kaçırırsak, dünyayı nasıl kontrol edebiliriz” olmuş. Latin Amerika denetimden çıkarsa, bütün dünya da denetimden çıkıyor. Ciddi bir durum.
Aynı zamanda maddi nedenler de var. Latin Amerika ABD zenginliğinin kaynağı. Hatta, ABD’nin en zengin ailelerinden bazılarının servetleri Latin Amerika sayesinde kazanılmış. Ama durum değişebilir. Gelişmelerin nasıl olacağı kesin olarak belli değil.
Democracy Now!
19 Aralık 2006
[Latinbilgi için Emine Kunter tarafından çevrilmiştir]