“Bu ülkede kimse kimseyi istemiyor. Ülke dolusu bir kalabalık artık beraber yaşamaktan haz etmiyor. Birileri ölünce başka birileri “Oh!” çekiyor. Biri can verirken ötekinin canına değiyor. Her ölümde bir, her “Oh!”ta iki ilmek sökülüyor bizden. Birbirimizin ölümüne karşı meraksızlık, birbirimizin hayatına karşı meraksızlıkla başlıyor. En çok birbirimizin hikâyelerini bilmemek çözülmez hale getiriyor “çilemizi”. Her gün […]
“Bu ülkede kimse kimseyi istemiyor. Ülke dolusu bir kalabalık artık beraber yaşamaktan haz etmiyor. Birileri ölünce başka birileri “Oh!” çekiyor. Biri can verirken ötekinin canına değiyor. Her ölümde bir, her “Oh!”ta iki ilmek sökülüyor bizden. Birbirimizin ölümüne karşı meraksızlık, birbirimizin hayatına karşı meraksızlıkla başlıyor. En çok birbirimizin hikâyelerini bilmemek çözülmez hale getiriyor “çilemizi”.
Her gün ilmek ilmek çözülüyoruz biz. Bizi söküyorlar durmadan. Hikâyelerimizi söküp söküp, dolaşık bir yün çilesi gibi önümüze atıyorlar. Çilemizle baş başa kalıyoruz, karışıyoruz ve vazgeçiyoruz çözmekten, yeniden örmekten. Toplumsal bağlarımız, düğümleriyle bizi yıldıran bir çile gibi çözülmüş duruyor önümüzde.
Biz, bu ülkenin muhalif insanları olarak bu sökümün neresinde duruyoruz? Birinin ölümüne trene bakar gibi bakanlar memleketin toplumsal örgüsünü sökerken ilmek başlarında inatçı düğümler gibi durabiliyor muyuz mesela?”
Ağustos ayında yayımlanan “Ne Anlatayım Ben Sana!” kitabının önsözüne böyle yazmışım. Bir gün Hrant’ın gideceğini bilmeden, “Hepimiz Ermeniyiz” sloganının acıyı paylaşmak için olduğunu anlatmak zorunda kalacağımızı hiç bilmeden… Şimdi yeniden soruyorum: Biz bu sökümün neresinde duruyoruz?
Anlatsan anlarlar mı?
Dün Can Dündar yazdı, pazar günü ben yazdım, bizler yazıyoruz. Biz o sloganla ne kastettik, bunu anlatmaya çalışıyoruz. Ama mesele ne bizim anlatamayışımızda ne de onlarda anlama kıtlığı var.
“Hepimiz Hrant Dink’iz! Hepimiz Ermeniyiz!” sloganını ilkokul düzeyinde eğitim almış, hatta hiç eğitim almasa bile bir kalbi olan herkes anlar. Bunun kimseyi Ermeni yapmayacağı da açıktır. Böyle olduğuna göre bu “anlaşamazlık” halinin başka bir nedeni olmalı.
“Canımızı istediler…”
“Milliyetçi hislerle” doya doya yazılıp çizilen “slogana tepkiler” haberlerinden biri ilginçti. Trabzon’da oynanan futbol maçında tribünlerdeki bir pankart şöyle diyordu:
“Can dediniz canımızı verdik/Kan dediniz kan verdik/Biz bu vatanı karşılıksız sevdik/Serseri lafını hak etmedik”
Bu pankartı yazan çocuklar, 90’larda doğdular. Hayatlarında milliyetçilikten, dinden, güçten ve paradan başka bir erdem olduğunu öğrenmemeleri için her şey yapıldı. Onlara Abdi İpekçi’nin değil Mehmet Ali Ağca’nın, Uğur Mumcu’nun değil Abdullah Çatlı’nın, Deniz Gezmiş’in değil Baki Tuğ’un, Musa Anter’in değil İbrahim Şahin’in ayakta kaldığı gösterildi, iyice belletildi.
Onlar da ayakta kalmak istediler. “Varlığım varlığına armağan olsun” diye diye, “milliyetçiliğin azı zarar çoğu yarar” diye diye, Rakel’in dediği gibi “bebeklerden katiller yaratılan” bir tezgâhın içinde biçimlenip büyüdüler. Belki abileri Güneydoğu’da öldü ve cenazelerde “vatan için kurşun atan da yiyen de…” diye başlayan konuşmalar dinlediler. Ne bekleniyordu? Sonunda büyüdüler ve çoğaldılar.
Beyaz Bereliler
Daha da kötüsü artık onlardan korkuyoruz biz. 16-17 yaşındaki çocuklardan korkuyoruz. Artık meşru olanı onlar belirliyor çünkü. O çocuklar da Ermeni olmaktan, Kürt olmaktan, Süryani olmaktan korkuyor, ülkeleri elden gidecek, kendileri hain olacak diye korkuyor.
Tek övündükleri şey olan Türklükleri elden gidecek diye korkuyor. Aşağılanmaktan korkuyorlar. Geçen hafta yazdım, beyaz bere satışlarının patladığını. Önceki gün yüz kişilik bir grup beyaz bere giyip tribünlerde kendini gösterdi.
Biz niye o sloganı attık, anlamak istemeyecekler. Anlatmayın boşuna. Çünkü onlar korkuyorlar. Korkuyla örgütleniyorlar. Peki biz ne yapıyoruz? Bu sökümün inatçı düğümleri olmayı hâlâ becerebilir miyiz? Son günlerde olup bitenlerden sonra artık bu soruyu sormanın vakti gelmiştir.