Hrant Dink öldürüldü. Tetiği çekenin ve “reisinin” kim olduğu belli ama işletilen kontrgerilla düzeneğinin zembereğini kimin boşalttığı belli değil. Daha önceki kontrgerilla cinayetlerinde olduğu gibi, kontrgerilla devleti yıkılmadan açığa çıkmasını beklemek de gerçekçi değil. Türkiye’deki “sömürge tipi faşizm”in omurgasının nasıl kurulduğu dikkate alındığında, suikasti “dış güçlerin mi iç güçlerin mi yaptığı” tartışmasının fazlaca bir anlamı […]
Hrant Dink öldürüldü. Tetiği çekenin ve “reisinin” kim olduğu belli ama işletilen kontrgerilla düzeneğinin zembereğini kimin boşalttığı belli değil. Daha önceki kontrgerilla cinayetlerinde olduğu gibi, kontrgerilla devleti yıkılmadan açığa çıkmasını beklemek de gerçekçi değil.
Türkiye’deki “sömürge tipi faşizm”in omurgasının nasıl kurulduğu dikkate alındığında, suikasti “dış güçlerin mi iç güçlerin mi yaptığı” tartışmasının fazlaca bir anlamı yok. Doğru olan, bir “siyaset yapma biçimi olarak” suikastın kendisini ve “içerdeki ve dışarıdaki sonuçları”nı tartışmak.
Cumhurbaşkanlığı seçimlerine doğru gerilimin tırmanacağı, bombaların patlayacağı, suikastlerin yapılacağı, provokasyonların ve oldu-bittilerin birbirini izleyeceği biliniyordu. Bu sürecin “düğmesine” iki yıl önce Şemdinli provokasyonuyla basılmıştı. Danıştay saldırısı sürecin yeni bir evresine girildiğini hissettirmişti.
Son olarak Hrant Dink suikastı ile önemli bir hamlenin daha yapıldığı anlaşılıyor.
Dink suikasti, devlet iktidarı için mücadelenin son iki yılı boyunca hazırlanmış ve zamanı gelince “icra edilmiş” gibi görünüyor.
Bu hamlenin, MİT Müsteşarı’nın geniş yankı uyandıran 80.yıl konuşmasıyla aynı sıralara denk gelmesi anlamlıdır. MİT Müsteşarı’nın “Türkiye’nin bölgede inisiyatif almaması halinde ufalanan, parçalanan devletler safında yer alacağı” mealindeki konuşması, mevcut politik gerilimin “şeriatçı ve laik iktidar ekipleri” arasında bir “itişme” olmanın ötesine geçtiği, devlet iktidarı için mücadelenin giderek daha somut ve elle tutulur bir siyasi dönemece doğru ilerlemekte olduğunu gösteriyordu.
Ordu ve AKP arasında iki yıldır özellikle gerginleşen iktidar mücadelesinin temel konusu, ABD’nin bölgedeki güç dengelerini ve siyasi ortamı köklü bir biçimde değiştiren Irak işgalinin ardından, “iç politika açısından anlam taşıyan dış gelişmelerin” nasıl karşılanması gerektiği ve “dış politika açısından anlam taşıyan iç sorunların” nasıl ele alınması gerektiği sorularıdır.
“Ilımlı İslamcı” AKP ile “doğal olarak militarist” ordu kendilerine “iktidar sürekliliği sağlayacak” en uygun politika formülünü arıyorlar ve bu formülü ABD politikaları ile farklı uyum modellerinde buluyorlar. Taraflar birbirlerini “izolasyonist” veya “teslimiyetçi” olarak nitelendirerek mahkum etmeye çalışıyorlar. Politikalarını bu nitelendirmelerin çağrıştırdığı “liberal” veya “bağımsızlıkçı” ilkelerin savunuculuğu olarak popülerleştirme çabasındalar. Ancak bu “sıfat”lar, yani “liberallik” veya “bağımsızlıkçılık” bu merkezlerin politikalarının bazı nüanslarının ötesinde esaslı bir anlam taşımıyorlar.
Ancak Türkiye’yi içerde ve dışarıda politika seçimlerine zorlayan gelişmeler, iç politikadaki gelişmelerin ritmine tabi değil.
Türkiye’nin AB ile ilişkilerinin kopma noktasına gelmesi; Irak Çalışma Grubu’nun raporunun hemen ardından Saddam ve yardımcılarının Şii direnişçilere öldürtülmesi ve Irak’ın üçe bölünmesinin kesinleşmesi; Bush’un Irak’a 21 bin ABD askeri gönderme kararı alması; ABD ve İngiltere’nin Irak petrollerinin %70’ine el koyması; ABD’nin Irak Kürdistanı Federe Devleti’nden 30 bin askeri Bağdat ve çevresinde savaşa sokmak istemesi; Irak Kürtleri’nin Suriye ve İran’la bir diplomasi trafiği oluşturması; ABD ve İsrail’in Filistin’de iç savaş çıkartması; Rusya ve İran’ın enerji nakil hatları üzerindeki denetimlerini, bölge politikalarında bir zorlayıcı güç olarak kullanmaya başlamaları bir-iki ay gibi kısa bir sürenin içinde meydana geldi. Bu gelişmeler, Türkiye’de devletin kurumsal yapılanması ve ağırlık merkezlerinin oluşumunda düzenleyici rol oynayan temel iç ve dış politikaların bir kısmının tamamen, bir kısmının ise uyum içinde sürdürülemez hale gelmesine neden oluyor.
Bu yüzden, Türkiye’de “içerde” yaşanan iktidar mücadelesi, “dış koşullar” nedeniyle aynı zamanda devletin bütün kurumlarını içerden etkileyen bir “politik tercih krizi”yle birlikte gelişiyor. Başlangıçta hükümetle ordu arasındaki bir kurumsal kutuplaşma olarak gündeme gelen siyasi çatışma, temel devlet kurumlarının tümüne yayılan bir politik saflaşmaya dönüşüyor.
Bu dönüşümün ön planında MİT ve dışişleri bürokrasisinin üst kademeleri etkin rol alıyor. Bu “etkinliğin” iki temel sonucu var: Birincisi bugüne kadarki “laik-şeriatçı” kutuplaştırmasının bundan sonra sürdürülebilmesi zorlaşıyor. İkincisi, AKP’nin “Ilımlı İslamcı” politik kimliği, “milliyetçi ve laik” bir devlet politikası içinde eritilerek eklemlenme yoluna giriyor. (Tayyip Erdoğan’ın bu dönüşüme ayak uydururken kendi kafasında “takiyye” yapıp yapmamasının bir önemi yok.)
MİT Müsteşarı’nın 80. yıl açıklamasını yaptığı günlerde “emekli” MİT Müsteşar Yardımcısı Cevat Öneş ile “Terör Uzmanı” Doğu Ergil “Türkiye Barışını Arıyor” Konferansına etkili bir biçimde katıldı. Yine aynı günlerde, son aylarda Dışişleri Bakanlığı’nda iyice öne çıkan “yeni-Osmanlıcı” grubun önemli ismi ve AKP’nin “Kıbrıs atağı”nın mimarı müsteşar Selçuk Apakan Ortadoğu ülkelerinde görev yapan büyükelçileri, başta Irak, ardından Filistin, İran ve Suriye olmak üzere Türkiye’nin tüm Ortadoğu politikalarını gözden geçirmek üzere topladı. Tam bu toplantı sırasında ABD Dışişleri Bakanlığı’nın 3 numaralı ismi Nicholas Burns Apakan’la bir araya geldiler.
Bütün bu trafik, yalnızca hükümet ve AKP ile sınırlı kalmayan, MİT ve Dışişleri Bakanlığı bürokrasisinin de önemli bir yer tuttuğu yeni bir siyasi oluşumun değişik cephelerde öne çıkma çabasında olduğunun kanıtlarıydı.
Son günlerin bu gelişmeleri, daha yapısal bir başka gelişmeyle birlikte yaşanıyor.
Temel ayakları Özel Harp, MİT, yargı ve dışişleri bürokrasisinde olan kontrgerilla temel kurumlardaki bu parçalanma eğiliminin de etkisiyle kendi içinde merkezkaç belirtiler göstermeye başladı. Kontrgerilla, Şemdinli olayının gösterdiği gibi, 1950’lerden bu yana görülen “becerikliliğini” de yitirmeye başladı.
Danıştay baskınında da görüldüğü gibi, kontrgerillanın değişik kolları birbirlerini deşifrasyon kıyılarında dolaştıran karşılıklı manevralara girişebilecek hale geldiler.
Belirgin bir biçimde görünmektedir ki, “ulusalcılar” partiyi kaybediyorlar. ABD “imparatorluğunda pay sahibi olma” adına dış ve iç politikanın geleneksel (ve gericiliği su götürmeyen) yönetim ilkelerini “liberal” bir revizyondan geçirerek sürdürme iddiasıyla öne çıkmaya başlayan “yeni Osmanlıcılar”ın devlet iktidarında rahat bir egemenlik kuracakları ise beklenilmemelidir.
Çünkü “yeni Osmanlıcılık” “faşizan-ulusalcılık”tan bir “kopuş” değil, “faşizan-ulusalcılığın” bir versiyonudur. Faşizan-ulusalcılar, Türkiye’nin “geleneksel güvenlik” konseptini bir işbirliği dayatması olarak ABD’ye eninde sonunda yeniden kabul ettirebileceklerini varsaymaktadırlar. Yeni Osmanlıcılar ise, Türkiye’nin “geleneksel güvenlik” kavramının ABD’nin Ortadoğu’daki güncel amaçlarıyla uyum sağlayan bir versiyonunun olanaklı olduğunu ileri sürmektedirler. Her iki kesim de ABD’siz bir Ortadoğu’da uluslar arasında barışçı ve dayanışmacı bir ilişki sisteminin kurulabileceği gibi bir tahayyüle sahip değildir.
Silah patladığı sırada devletin tepesindeki tablo buydu.
Bu genel çerçeve içinde Hrant Dink’in öldürülmesinin bu iktidar mücadelesindeki gerilimi tı
rmandıracağı elbetteki ortada. Ancak, bu gerilimin “kime hizmet edeceği” konusunun henüz belirgin olmadığını söylemeliyiz.
Yine de açık olan birkaç nokta bulunmaktadır.
Birincisi: Suikast, Türkiye’nin Kürt Sorunu, Kıbrıs Sorunu ve Ermeni Sorunu gibi konulardaki değiştirilmesi güç politikaları nedeniyle, sırasıyla, Irak’ta, Doğu Akdeniz’de ve Kafkaslar’da bölgesel emperyalist politikalardan “dışlanması” yönündeki eğilimleri şiddetlendirecektir. Bu gelişme, iktidar güçlerini ABD’ye karşı daha zayıf hale getirecek, buna karşılık, çeşitli renklerden milliyetçi politikaların toplumdaki gücünü artıracaktır.
İkincisi: Siyasal mücadelenin kontrgerilla hareketleriyle yürütülmesi, solun ve ilerici toplumsal muhalefetin zayıf olduğu şimdiki koşullarda, iktidar mücadelesi düzlemini düzenin en sadık kuvvetlerine daraltır. Siyasi çatışma, devletin en yüksek merkezleri arasındaki bir güç ve taktik mücadelesine dönüşmeye başlar. Bu çatışmanın koşulladığı siyasi saflaşma, Türkiye siyasetine egemen olan ve Türkiye’nin siyasal ve toplumsal gelişmesini her bakımdan köstekleyen gerici “milli mutabakat”ların tutsağı olmaya devam eder.
Üçüncüsü: Kontrgerilla şiddeti, her zaman olduğu gibi şovenizmin ve bağnazlığın tahrikine dayanıyor. Bu şiddetin yönlendirdiği toplumsal ortam, Türkiye toplumunun yıllardan beri bilinçli ve kasıtlı olarak itildiği etnik ve dinsel ayrışmayı hızlandırıyor. Bu ayrışma ortamı popüler siyaseti ilerici ve sol değerlerin dışında, milliyetçi ve gerici bir çerçeveye hapsediyor. Bu ise Türkiye’yi bu kez gerçekten adım adım parçalanmaya, gerici bir iç ve dış savaşlar döngüsüne doğru sürüklüyor.
Ancak solun, bu faşist şiddet ortamına karşı güçlü bir toplumsal tepkiyle bütünleşebileceği; Türkiye toplumunu bu kısır döngüyü kırmaya yöneltebileceği Hrant Dink’in cenaze töreninde ortaya çıkmıştır. Dink cinayeti, yıllardır yoksul yığınlara empoze edilen Kürt ve Ermeni düşmanlığının, kurucusunun devletin omurgasını oluşturan kontrgerilla cihazı olduğunu; bu cihazın devletin ve toplum hayatının her köşesini nasıl için için kuşatmış olduğunu “Susurluk Skandalı” boyutlarına varabilecek kanıtlarla ortaya koydu.
Türkiye toplumunun kardeşçe birliğini yeniden kurmamızın önündeki en temel engelin, halkların kardeşliğini sabote etmeyi temel görev edinmiş bu kontrgerilla cihazı olduğunu göstermemizin fırsatı şimdi vardır. Bu fırsat, Türkiye halkına Kardeşliğin Türkiyesinin ancak Halk Demokrasisi ile kurulabileceğini gösterme fırsatıdır da. Halkın kendi demokrasisi ancak bu kokuşmuş kontrgerilla düzenine karşı Kardeşliğin Türkiyesi mücadelesi içinde kurulabilir. Sol bu momenti kaçırmamalıdır!