Hrant Dink’in öldürülmesinde en küçük bir sorumluluğum yoktur. Ben suçlu değilim. Ben ne bir devlet yetkilisiyim ne de Genelkurmay Başkanıyım. Ben vatandaşların bir kısmına “sözde vatandaş” yakıştırmasında bulunup bizzat devletin kendisi tarafından pekâlâ “bölücülük” olarak nitelendirilebilecek bir yorum yapmadım. “Sözde vatandaş” tamlamasının Türkçe yazım kurallarına uygun ama anlam açısından imkânsız bir durumu ifade ettiğinin ayırtına […]
Hrant Dink’in öldürülmesinde en küçük bir sorumluluğum yoktur. Ben suçlu değilim.
Ben ne bir devlet yetkilisiyim ne de Genelkurmay Başkanıyım. Ben vatandaşların bir kısmına “sözde vatandaş” yakıştırmasında bulunup bizzat devletin kendisi tarafından pekâlâ “bölücülük” olarak nitelendirilebilecek bir yorum yapmadım. “Sözde vatandaş” tamlamasının Türkçe yazım kurallarına uygun ama anlam açısından imkânsız bir durumu ifade ettiğinin ayırtına varacak kadar Türkçe eğitimi aldım.
Ben ne bir emniyet genel müdürü ya da yardımcısıyım ne de bir kaymakam. Ben kimseyi linç etmeye kalkışmadım ve linç girişimlerini “vatandaş hassasiyeti” olarak nitelendirip hoş görmedim. Linç eyleminin topluca adam “öldürmeye tam teşebbüs etmek” olduğunu bile bile bu “suç fiilini” görmezden gelmedim. İnsanları linç etmeye cüret edenlerin “duygularını anlamadım” ve “duygularını” paylaşmadım. Onları rica, minnet evine gitmeye davet edip haklılıklarının tarafımızca onaylandığı izlenimi edinebilmelerine olanak sağlamadım.
Ben bir subay değilim. Kubilay’ın linç edilmesinin her yıl anılır ve kınanırken yeni linç girişimlerini “vatandaş hassasiyeti” olarak yorumlamadım, hoş görmedim.
Ben Genelkurmay Başkan Yardımcısı değilim. Türkiye’nin Filistinleşebileceğini hiç ama hiç düşünmedim. Aksine böyle yorumları işittiğimde Filistinleşen bir Türkiye’de sivillere ateş açan, evlerin oturma odalarına helikopterden roket atan, Filistinlilerin cep telefonlarına kilitlenen güdümlü füzelerle suikastlar düzenleyen, Filistinlilerin evlerini tankla, dozerle yerle bir eden İsrail Devleti rolünün kime düşeceğine baktım. 28 Mart 2006’da Diyarbakır’da 6’sı çocuk 10 kişinin polisin açtığı ateş sonucu öldürülmesi karşısında ‘Filistinleşmekten kast edilen bu olamayacağını, çünkü orasının Filistin olmadığını,’ gördüm.
Ben başbakan değilim. Diyarbakır’da öldürülen çocukların ailelerine “evlatlarınıza sahip çıksaydınız,” demedim ve vicdanım hiç ama hiç rahat etmedi.
Ben bir korgeneral ya da korgeneral emeklisi değilim. Ben asla hâkimleri yola getirmek için sağa sola bir iki bomba atmadım ve atılmasını onaylamadım. Her fırsatta ‘hukuk devletinde yaşadığımızı,’ ‘hukukun üstünlüğüne inandığını ve bunu esas aldığını’ söyleyen bir devlet yetkilisi olarak, hukukun temsilci ve icracılarını “hizaya getirmeye” çalışmadım, görevimi kötüye kullanıp yetkilerimi aşmadım. Bütün bu olup biteni sadece izleyen ve hala ‘hukuk devletinde’ yaşadığımızı söylemeye devam eden diğer devlet yetkililerinden biri olmadım.
Ben ne bir astsubayım ne de Genelkurmay Başkan Yardımcısı. Şemdinli’de bir kitapevinde bomba patlatmadım. Bu yüzden “sözde vatandaşlar” tarafından suçüstü yakalanmadım. Yakalananları tanımazdım, dahası “iyi çocuk” olduklarına kefil olamazdım, olmadım.
Ben muhtar, kaymakam ya da vali değilim. Kürt ailelerin göçüp geldikleri büyük şehir varoşlarından “sözde vatandaş” oldukları gerekçesiyle tekme tokat kovan mahallelilerden olmadım. Onları hoş görmedim, ırkçılıklarını ve nefretlerini hafife almadım, “vatandaş tepkisi” olarak haklı bulmadım. Küçük esnaf çıkar ve rekabetini “vatandaş hassasiyeti” olarak yutturmaya çalışmadım.
Ben ne bir polisim ne de bir Emniyet Genel Müdürü. Lübnan’a asker gönderilmesini protesto edenleri, belki de asker olarak gidebilecek olan gençleri linç etmeye çalışan vatandaşın cüretini “vatandaşın haklı tepkisi” ya da “güzel bir tepki” olarak değerlendirerek bir dahaki sefere yine aynı şekilde davranması için cesaretlendirici olabilecek ifadeler kullanmadım.
Ben ne bir askerim ne de komutan. Subaylarıma siviller giydirerek “kitlesel” bayram gösterilerinin kitlesini oluşturmaya çalışmadım. Ben askerlerime siviller giydirip ellerinde dövizlerle, pankartla çöp toplatıp koruyucusu ve kollayıcısı olduğum hukukun dışına çıktığımı, bir yasağı çiğnediğimi bile bile siyaset yapmadım, yaptırmadım.
Ben ulus-devlet değilim. Ulus-devletin olmazsa olmaz şartı olan ve “hukuk devleti” kavramının kaynağını oluşturan şiddet araçları ve şiddet uygulama tekelini vatandaşlarının bir kısmıyla diğer kısmı aleyhine olacak şekilde paylaşmayı düşünmedim, buna yeltenmedim ve bunu hiçbir şekilde bunu ima etmedim. Vatandaşın da benim gibi -belki de korgenerallerim gibi- devlete ve ülkeye sahip çıkması gerektiğini ödev olarak belirlemedim. Bütün linç girişimlerinin sadece girişim olarak kalacağını, her zaman denetim altında tutabileceğimi düşünmedim. Trabzon’da TAYAD’lıları linç etmeye kalkışanları takdir etmedim. Belki de bu linç girişimcilerinden birinin, bir gün, e li n e silahı alıp b i – r i n i… yok yok, ihtimal verm… Yoksa düşündün mü?
Ben ne bir dilbilimciyim ne de vatandaştan taklidi. Doğu aksanı ile konuşanın “sözde vatandaş,” Karadeniz aksanı ile konuşanın vatandaş olduğunu iddia edemem. Hangi aksanla konuşana Türk denildiğini hiç bilemedim. Bu yüzden park yeri ya da kuyruk sırasıyla ilgili tartıştığım kişilerin “sözde vatandaş” olup olmadığını hiç anlayamadım. Kiraların artışını şehirlerin Kürtlerle dolup taşmasına bağlamadım. Kapkaçın, hırsızlığın nedenini Kürtlerde ya da Çingenelerde aramadım.
Ben ne bir patron ne de “yaratıcı” bir reklâmcıyım. Ben birkaç tane daha mal satabilmek için oraya buraya bayrak serpiştirmedim. Her ağzımı açtığımda “Türklük” “Türk milleti” ya da “ülke menfaatlerinden” bahsedip malımı Amerikan dolarıyla satmadım. Türk Lirasını düşürdükçe çareyi Türk bayrağını yükseltmekte bulmadım.
Ben sanayici ya da bankacı değilim. Önce ‘ülke çıkarı,’ ‘ulusal çıkar,’ diyerek özelleştirme programından satın aldığım fabrikaları sonra yabancılara satmadım. “Türkiyem, Türkiyem,” diyerek Türkiye Devletinden vergi indirimi, teşvik ya da bedava arazi alıp daha sonra Türkiye’de işçi maliyetleri yüksek diyerek daha ucuza işçi çalıştırabileceğim ülkelere sermaye ihraç etmedim. Kendi bankamı hortumlayıp ne vatandaşın ne de “sözde vatandaşın” parasını iç edip sonra çıkıp “vatanseverlikten, milliyetçilikten” bahsetmedim.
Ben bir işverenim, ne de herhangi bir işveren sendikası üyesi ya da yöneticisi. 2001 krizinde işçileri kapıya koyup sonra kırmızı beyazlı, ay yıldızlı zeminlerin üzerine ‘milletçe fedakârlık yapmalıyız,’ yazıları yazdırıp boy boy ilanlar vermedim. Ne milliyetçilikten kâr ettim, ne de muhafaza(dan)kâr.
Ben siyasi parti başkanı değilim. Azınlıkların ve azınlık haklarının ülkeyi bölmek isteyenlerin maşası ve aracı olmakla itham edip sonra komik kiralar ödediğim azınlık vakfına ait binalarda parti merkezleri açmadım. ‘Ülke üzerinde oynanan oyunlardan, komplolardan’ söz edip Ali ve Cengiz’e taş çıkartmadım. Kendime proleter devrimciyim deyip milli burjuvazinin çıkarlarının sözcüsü olmadım; söylemi olan milliyetçiliği “ulusalcılık” ya da “vatanseverlik” olarak pazarlamadım.
Ben ne Pinokyo’yum ne de profesör. Ne cilt cilt kitaplar yazdım ne de televizyonlara çıkıp program yaptım, tarihi sınıf savaşımları yerine din değiştirenlerin, soy kütüklerinin, komploların, tezgâhların ve bilumum ıvır zıvırların tarihi cenahından açıklamaya çalışan. Devlete akıl verecek kadar akıllı olamadım. Ne Marksizmi devletçiliğin, milliyetçiliğin, ırkçılığın örtüsü haline getirmeye çalıştım ne de Marksizme kürek kürek bunlardan kattım.
Ben işçi sendikası başkanı değilim. 12 Eylül askeri darbesinin yıl dönümünde gerçekleşecek kın
ama mitingine tam da 12 Eylül darbecilerine ait olan ‘milli birlik ve bütünlüğün korunması, kardeş kavgasının bitirilmesi’ gerekçesiyle katılmama kararı almadım, milliyetçilik karşısında boyun eğmedim ve böylelikle ona kan taşımadım.
Ben milliyetçi değilim, şoven hiç değilim. Halkların kardeşliğinden söz edip hakkını arayan “küçük” kardeşime dönüp ‘bak emperyalizm Orta Doğu’yu işgal ediyor, asıl düşman o, şimdi senin kaderinin sırası değil,’ demedim. Kabil ile Habil de kardeşti, bilirim. “Halkların kardeşliği” yalandır, ‘eşitliği’ derim. Derim ama eşit olmayanlara eşit davranmak en büyük eşitsizliktir, bunu da eklerim. Nereden mi bilirim, çünkü ben büyük kardeştenim. İşte bunun dışında:
Vatandaş hassasiyetinin cinayetinde, Hrant Dink’in öldürülmesinde benim hiçbir sorumluluğum yoktur. Ben suçlu değilim.
Bu yüzden kimse geçip karşıma “hepimiz suçluyuz” demesin, çünkü bu, sadece asıl suçluların suçunun gizlenmesine hizmet eder. Milliyetçiliğe, ırkçılığa “ülke çıkarı” ya da “emperyalizm karşıtlığı” bahanesiyle, öyle ya da böyle kan taşıyan, pohpohlayan, siyasetçilere, paşalara, sermayedarlara yaranmak için kalemini mürekkep yerine kana daldıran her türden medya kalemşorlarının “hepimiz suçluyuz” nakaratıyla suçlarını paylaşma davetini kabul etmeyeceğim. Hayır, bu suça ortak olmadım, olmayacağım. Çünkü ben suçlu değilim.
Ben suçlu değilim.
Ben Hrant Dink’im.
Ben Ermeni’yim.
Ben Kürt’üm.
Ben Çeçen’im.
Ben Arnavut’um.
Ben Filistinliyim.
Ben Arap’ım.
Ben, sendenim.
Sen, Hrant Dink,
Elveda yoldaş…
—
Özcan Özen