Napolyon Ortadoğu’ya yönelik başlattığı askeri çıkartmada “coğrafya ulusların kaderidir” demişti. Doğu coğrafyasının sınırları içinde ve Ortadoğu’da bulunan fosil kaynakları emperyalist-kapitalist sistemin kaderini belirlemede önemli rol üstlenmekte. Bu meyanda geniş, engin ovaları ve dağlarıyla bir ummanı andıran İran’a yönelik Batı merkezli psikolojik savaş Batı metropollerinde ve Ortadoğu’da devam ediyor. İran; kuzeyinde Hazar Denizi, Elburz dağları ile […]
Napolyon Ortadoğu’ya yönelik başlattığı askeri çıkartmada “coğrafya ulusların kaderidir” demişti.
Doğu coğrafyasının sınırları içinde ve Ortadoğu’da bulunan fosil kaynakları emperyalist-kapitalist sistemin kaderini belirlemede önemli rol üstlenmekte.
Bu meyanda geniş, engin ovaları ve dağlarıyla bir ummanı andıran İran’a yönelik Batı merkezli psikolojik savaş Batı metropollerinde ve Ortadoğu’da devam ediyor.
İran; kuzeyinde Hazar Denizi, Elburz dağları ile Hindukuş üzerinden Pamir yaylalarına (platosuna) kuzeyin kenar dağları ile çevrilidir. Güney kesimi ise, Luristan, Huzistan boylarında yer alan sıradağları ile Zagros sıradağlarına uzanan yer yer yüksekliği üç bin metreyi bulan yüksek ve görkemli sıradağları, ovaları ve yaylaları ile geniş coğrafyaya sahiptir.
Mezopotamya’nın bir kısmını içine alan İran coğrafyası, Körfez, Hazar ve Hürmüz gibi önemli boğazlar ve kapılara açılan ve dünyada da “geçit devleti” olarak görülen stratejik bir konuma sahiptir.
İran topraklarının sahip olduğu enerji kaynaklarının yanı sıra, tuzu ve temiz suları ile zengin kaynaklara sahiptir. İran’ın sınırları içinde coşup duran sayısız akarsuları, ırmakları, nehir ve göl yatakları gibi ülkenin suları Amu Derya üzerinden Aral Gölü’ne ve oradan Hilmand ve Hadrut üzerinden sahip olduğu Hilmand tuz gölüne ve Hint Okyanusu’na akıp gitmektedir.
Ayrıca Umman Denizi ve Fars Körfezi’nin iki kıyısından Kafkaslara doğru uzanan ve dünyanın en büyük tuz çölü olan Dest-i Kavir tuz yatakları ise, bu ülkenin sınırları içerisinde bulunmaktadır.
Doğu’da, Belucistan’dan Kuzeydoğuya uzanan ve Hindukuş sıradağları ile Orta Asya ülkelerine açılan jeopolitik, jeostratejik konumu ve yapısı ile dünyaya açılan önemli bir köprü başı ve geçit ülkesi niteliğine sahiptir.
Dahası, Fars körfezinden dünyaya açılma stratejisinde İran’ın jeopolitik yapısı oldukça önemlidir. Yani Fars Körfezi’nden Asya’nın derinliklerine, Kafkaslara ve Ortadoğu’yu kapsayan jeopolitik, siyasi ve ekonomik dengelerin ele geçirilmesinde İran’ın sahip olduğu bu özel konumu emperyalist batı merkezleri için önem taşımaktadır.
Bundan dolayı da başta ABD olmak üzere, Batı merkezleri son yıllarda nükleer sorunu öne sürerek İran’ın bölgedeki etkinliğinin önünün alınması babında bu ülkeyi hedefe koydu.
Bu yazıda dünyaya savaş yoluyla hüküm sürmek isteyen uluslararası sermeyenin, batı merkezli savaş sevdalısı iktidar güçleri ile İran arasında devam eden nükleer eksenli gelişmelere bir göz atacağız.
Malum, yarım asra yakındır İran’ın böyle bir güçe sahip olması için 1950’lerde İran Şahı’nı nükleer enerjiye yönlendiren veya tevsik eden (güçlendiren) başta ABD’nin kendisidir. Aynı ABD bugün, bu sürece muhalif eden ülkelerin de başını çekiyor. Zira soğuk savaş dönemi Ortadoğu’nun güçlü ülkelerinden biri olan İran’ın Sovyetler denetimine girmemesi için dönemin Şah rejimi Ortadoğu’da batının ileri karakol görevi üstlendirilmişti. Üstüne üstlük Muhammed Musaddık’ın ülke petrolünü millileştirme kararı, batılı güçleri korkutmuş ve dönemin ABD Başkanı Dwight Eisenhovver, Batılı müttefikleri; Almanya, Fransa ve İngiltere’ye, “Sovyetlerin İran’ın kuzeyinden saldırıya geçmesi ve İran’ın komünizm tuzağına düşmesi sonucunda Batının önemli bir üssünü kaybedip, komünizm karşısında kurdukları kuşağın kopmasından duyduğu” kaygıları dile getirmişti.
Eisenhovver bu vesileyle İran’a yardım edilerek, “İran’ın nükleer güçe kavuşması gerektiğini” söylemiştir. Bu süreçten sonra ABD, Ortadoğu’nun coğrafi ve insan olarak iki büyük ülkesi olan İran ve Türkiye başta olmak üzere, bölgeyi askeri yığınağa çevirerek, Sovyetlerin açık denize ve sıcak ülkelere açılımının önünü ablukaya alıyordu.
Özellikle Körfezde Batı çıkarlarını koruyan bir İran, ABD ve müttefikleri için vazgeçilemez bir konumdaydı. Bundan dolayı da ABD, 1958 yılında İran’ın UAEA (Uluslararası Atom Enerji Ajansı) topluluğuna kayıt olabilmesi için, süreci açıktan destekledi ve İran UAEA’na üye yapıldı.
İran Şahı 1965 yılında UAEA’nın oturumlarına katılarak, o yıl anlaşmayı imzaladı ve iki yıl sonra da NPT (Nükleer Planlama Teşkilatı) anlaşmasını kabul etti. Anlaşma, İran Ulusal Şura Meclisi’nde de onaylandı.
Meclisin onayından sonra, 1970’li yıllarda İran nükleer çalışmalarına hız vererek Buşehr ve Darhuveyn bölgesinde 4 nükleer santral tesisi olmak üzere, İsfahan ve Arak’ta da 4 ayrı nükleer tesis inşa etmişti.
Bu süreçten sonra Batı merkezleri İran’a nükleer teknolojiyi vermek için adeta birbirleriyle yarıştılar. İran Şahı da nükleer teknolojinin geliştirilmesi için ABD, Almanya ve Fransa ile uzatılması mümkün olan 10 yıllık nükleer yakıt anlaşmasını o dönem imzaladı.
1967’de Amerika tarafından İran’a verilen yüzde 93 saf zenginleştirilmiş 5 kg uranyum ise hala UAEA deneticileri tarafından İran’da denetleniyor.
İran’ın Buşehr yakınlarındaki nükleer santralın inşasını üstlenen Alman Siemens firması, Şah döneminde olduğu gibi, Mollalar döneminde de çalışmalara devam etti. 1980’de İran-Irak savaşının başlamasıyla ve Batının Saddam’a verdiği destekten dolayı bu çalışma durduruldu. 1975’te Alman Atom Kraftwerk firması ile Şah arasında imzalanan anlaşmaya göre, “tıbbi amaçları içeren ve radyoaktif izotopların üretimi için gerekli olan uranyum elde edilecekti.”
O dönemde Batılı güçler İran’a nükleer teknolojiyi satabilmek ve kurabilmek için kendi içlerinde bir rekabet ve yarış halindeydiler. Ancak, Batı devletleri arasındaki rekabet ve İran Şahı’nın 1973 Arap-İsrail savaşında kısmen de olsa Enver Sedat yönetimindeki Mısır’a destek vermesi ve Mısır ile işbirliğine girmesi İsraillileri kızdırmıştı. Bunun üzerine İran’ın bir nükleer güce sahip olmaması için, İran’ın anlaşma yaptığı ülkeler diplomatik baskı altına alınmış, Şah döneminde kurulması planlanan nükleer tesisler kurulamamıştır.
Bu süreçte Mollaların iktidara gelmesiyle birlikte, İran’ın Batılı güçler ile yaptıkları nükleer konusundaki tüm anlaşmalar askıya alındı.
İran’ın nükleer tesisleriyle ilgili Batı devletlerinin süreci askıya almalarına yönelik, İran Mollalar rejimi, “Eğer nükleer bir silah elde etmek isteseydik, Şah rejiminin devrilmesinden sonra uygun ortam vardı. Çünkü Şah’ın ikili tüm antlaşmaları gözden geçirildiği bir dönemde uluslararası topluluk makul karşılayacaktı” gibi gerekçeler ile Fars diplomasisinin inceliklerini öne sürüyorlar.
İran Mollalarının iktidara gelmelerinden sonra uluslararası güçlerin desteğinde Saddam’ın bu ülkeye yönelik başlattığı sekiz yıllık iğrenç savaşta, İran’ın Buşehr nükleer santrali Saddam’ın saldırısına uğrayıp tahrip edildi. Saddam’ın yanı sıra İsrail’de İran’ın nükleer tesislerine saldırılar düzenleyerek Natanz nükleer santralı tahrip edilmişti.
Sekiz yıllık İran-Irak savaşından sonra, İran, yeniden bu teknolojiye kavuşmak için başta Almanya olmak üzere, Arjantin gibi bir çok devletlerle görüşmeler ve müzakereleri sürdürdüler. Bunun üzerine ABD, İran’ın peşini bırakmayarak, İran’ın anlaşmalar yaptığı ülkelere diplomatik baskıyı artırdı ve ABD’nin baskısına dayanamayan Arjantin gibi kimi ülkeler müzakere ve anlaşma sürecini dondurdular.
Sürecin arkasını bırakmayan ABD, 1996’dan başlayarak İran’a karşı ekonomik yaptırımların uygulanması ve bunun yanı
sıra İran’a nükleer teknolojinin verilmemesi için uluslararası güçlere engeller çıkarmaya devam ediyor.
Bu vesileyle İran’ın dönemin Arjantin hükümeti ile 18 milyon dolarlık yaptığı nükleer teçhizat alımının anlaşması ABD’nin baskısı sonucu Arjantin hükümeti tek taraflı anlaşmayı iptal etmek zorunda kaldı.
ABD, İran’ın ilişkiye geçtiği bir çok ülke şirketlerine yönelik yaptırımlar uygulayarak, İran’ın girmiş olduğu aşağı yukarı tüm ilişkilere çomak sokarak baltalamaya çalıştı. Bu doğrultuda da 1998’de yedi Rus şirketine yönelik olduğu gibi, bugün de ABD’nin Rus ve Çin şirketlerine yönelik İran baskısı dönem dönem gündeme geliyor.
Son yıllarda yönünü Doğuya çevirmek isteyen Rusya, İran ile salt nükleer alanda 800 milyon dolarlık anlaşma imzalayarak, Buşehr nükleer santralının kurulmasını üstlendi. Hatta Rusya, “İran isterse yeni silahları İran’a satabileceklerini” söyleyerek bir nevi ABD’nin uluorta sözlerinin anlamsız olduğunu dile getiriyor ve ABD’nin baskılarına rağmen Rusya ve Çin’in İran ile çeşitli alanlarda işbirliği hem gelişiyor hem de devam ediyor. Adı geçen bu ülkelerin İran’da çeşitli çıkarlarının olduğu gibi, bölgeyi de salt ABD egemenliğine bırakmaktan yana değiller.***
Öte yandan, Uluslararası Atom Enerji Ajansı’nın kuruluş bildirgesindeki ilkelerinde ve yine onun temel görevlerinden birinde, “ülkelerin barışçı nükleer teknolojiye kavuşmaları ve enerjinin silaha dönüşmemesini ve askeri amaçla kullanılmasını önlemektir” deniyor.
Bu vesileyle İran Mollalar rejimi uluslar arası camiaya da, UAEA’nın tüzük ve ilkeleri doğrultusunda hareket ettiklerini tekrarlıyorlar. Her zaman olduğu gibi, şu anda da İran Mollalar rejimi nükleer çalışmalarının “barışçı amaçlı tıbbi ve tarım gibi” alanlarda kullanıldığını ve “inanmayan batılı güçlerin de kasıtlı davrandıklarını” söylüyorlar. Çünkü 2000 yılında UAEA’nın İran’a konvansiyonal silahların bildirilmesi üzerine onayladığı genelgede ve yine UAEA denetimi altında işleyen Tahran’ın batı kesiminde yer alan Kerec nükleer merkezini tıp ve tarım araştırma merkezi olarak ilan etmişti.
Ancak, ABD Başkanı G. Bush 2003’te yaptığı bir açıklamada, “zengin petrol ve doğalgaz kaynaklarına sahip olan İran’ın nükleer santral inşa etmesinin geçerli olmadığını” ileri sürdü. Bu meyanda ABD eksenli İran’a yönelik baskılar geçen birkaç yıldan bu yana artarak devam ediliyor.
İnişli çıkışlı ve tantanalı seyir izleyen ve Irak-İran savaşı ile “askıya alınmış” olan nükleer anlaşmalar 2002 yılında tekrar gündeme geldi. Avrupa’nın üç söz sahibi olan ülkesi; Almanya, Fransa ve İngiltere ile İran devleti ile tekrar geniş çaplı müzakereleri başlattı. Bu müzakerelerde İran, Avrupa ülkelerinden nükleer teknolojinin yanı sıra diğer teknolojileri elde etmek için yoğun çaba sarf etti. Bu çabanın akıbetinde Ekim 2003’te sözü edilen ülkelerin dışişleri bakanları ile İranlı yetkililer arasında Tahran’da yapılan görüşmenin ardından “Tahran bildirisi” olarak bilinen protokolü imzaladılar.
Bu protokol gereği, dönemin Cumhurbaşkanı olan Muhammed Hatemi’nin İran’ı, Avrupalılara kendini ispatlamak babından gönüllü olarak “uranyum zenginleştirme sürecini kısa bir süreliğine askıya almayı kabul ettiğini” açıklamıştı. Yukarda sözü edilen Avrupa devletleri İran’ın “barış amaçlı” nükleer teknolojiye kavuşma hakkının olduğunu ve bu konuda yardım edeceklerini yine protokole kayıt etmişlerdi.
Avrupalı bu devletlerin, İran ile imzaladıkları “Tahran Bildirgesi”nin dışına çıkarak, süreci sürüncemeye sokarak yükümlülüklerini yerine getirmedikleri gibi, güçleri yettikçe de bu alanda İran’a karşı çift standartlı faaliyet içinde oldukları görüldü.
İran’a karşı sürdürülen çok çaplı bu kısıtlama faaliyetlerine yönelik Mollalar rejimi, “2004 Kasım Paris-Brüksel anlaşmalarının ardından gönüllü olarak askıya aldığımız nükleer çalışmalara Avrupa’nın mantıksız talepleriyle karşılaştık” diyorlardı. Bunun üzerine bir sonraki yılda yani Mart 2005’te İran Mollalar rejimi Avrupalılara yeni bir çözüm paketi önerdiler. Ancak İran’ın Avrupalılara sunduğu “karşılıklı çıkarlara dayanan” öneri paketi, ABD’nin baskılarına maruz kaldı.
Bu süreçte İran’da Tahran Belediye Başkanı olan ve İran-Irak savaşına gönüllü olarak katılan Mahmud Ahmedinejat Cumhurbaşkanlığına seçildi. Cumhurbaşkanı M. Ahmedinejat, İran’ın nükleer sorununu bir “ulusal gurur ve sorun” haline getirerek, dışta uluslararası alanda İran devletinin bölgede elde ettiği konumunu dayatıyor, içerde ise, Mollalar rejimine nefes aldırarak güçlenmesini sağlamaya çalışıyor.
Herkesin bildiği gibi, İran 2003 yılından 2005 yılının Eylül ayına kadar uranyum zenginleştirmeyi “askıya aldığını” teyit etmişti. Ancak, Mahmud Ahmedinejad’ın Cumhurbaşkanlığına seçilmesinden sonra, İran’ın nükleer faaliyete tekrar başlayacağı gündeme taşındı.
Mahmud Ahmedinejat’ın iktidara gelmesiyle beraber İsfahan ve diğer yerlerdeki nükleer santrallerin faaliyetlerine devam edildi. Süreci kararlılıkla sürdüren Mollalar rejimi, “Avrupalılar bu haktan, İran halkının yararlanma hakkını tanımak istemiyorlar” diyerek “İran yoluna devam edecek kararı” aldılar. Bu süreçten sonra da İran’ın nükleer sorunu dünya medyasının ve kamuoyunun ilk gündemlerinde yer aldı ve sorun devam hala ediyor.
Velhasıl 2005 Eylül ayından bu yana taraflar arasında görüşmeler sürüyor. En son 23 Aralık 2006 günü İngiltere, Almanya ve Fransa tarafından hazırlanan 1737 sayılı kararname BM’nin güvenlik konseyinde onaylandı. Bu karara göre, İran’ın nükleer faaliyetlerine malzeme, teknoloji tedarik eden ve finans sağlayan kişilere, kurumlara “seyahat yasağı, mallarının ve hesaplarının dondurulması” gibi yaptırımlar içeriyor.
BM’de alınan bu karara yönelik İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad, “İran’a yönelik alınmış olan bu kararın bir kağıt parçasından ibaret” olduğunu söylüyor ve “Batı çifte standartlı davranıyor” diyordu. Ayrıca, İran Mollalar rejimi BM’de alınmış olan kararın İran aleyhinde “psikolojik bir savaşı amaçladığını ve İran’ın barışçı amaçlı bu teknolojiye sahip olması yönündeki hareketini hiçbir güç engelleyemeyece”ğini, bu vesileyle de önümüzdeki Şubat ayında “İran devriminin 28’ncıi kuruluş yıl dönümünde 3 bin santrifüjün devreye gireceğini” açıklıyorlardı.
Öte yanda ülkenin en yüksek dini makamında oturan ve ülkenin dış siyasetinde son sözü söyleyen Ayettullah Hameney BM’de alınan karara yönelik, “nükleer çalışmalarımızdan asla vazgeçmeyeceğiz ve nükleer teknolojimiz bize aittir, nükleer başarı İranlı bilim adamlarının bir başarısıdır, İslami İran ve İslam dünyasının gururudur. İran kuşkusuz nükleer faaliyetlerini sürdürecek ve yetkililerimizin de nükleer konuda geri adım atma gibi bir durumları söz konusu değildir” diyerek bu konuda son sözü söylemiş oldu. (Aktaran, 3.01.07. Cumhur-i İslam gazetesi)
Bölgeyi Tehdit eden İsrail’in Kitle İmha Silahları
Ortadoğu’nun kalbine bir hançer gibi Batı emperyalist güçler tarafından yerleştirilen İsrail, Ortadoğu’yu yerle bir edecek kitle imha silahlarına sahiptir. İsrail’in 1947’de bir yapay devlet olarak kabul edilmesinden sonra, Amerika başta olmak üzere Batı merkezleri bu ülkenin bir devlet olarak bölgede egemen bir güç haline gelmesi için, 1955 yılında Ortadoğu’da ilk kez Dimona nükleer santralını kurdurulmasını sağladılar.
İsrail’in elinde bulundurduğu son teknolojiler ile donatılmış silahları, bugüne kadar Atom Enerji Ajansı’nın tüm ısrarlarına rağmen sahip olduğu kitle imha silahlarını bu kurumun denetçilerine hiçbir zaman izin vermediği gibi, vermekten yana da değildir. Geçen yılın son aylarında İsrail Başbakanı Ehud Olmert, Almanya’ya yaptığı gezi esnasında Sat 1 televizyonuna verdiği bir mülakatta, “İran’da İsrail gibi nükleer silaha sahip olmak istiyor” demişti.
Burada bir parantez açıp tekrar konuya döneceğiz. (Yani İsrail’in böyle bir güçe sahip olduğunu yıllar önce dile getiren Mordehay Vanuna, 18 yıl haksız yere cezaevlerinde süründürüldüğü gibi bugün halen tehdit ve baskı altında yaşamını sürdürmektedir).
İsrail rejimi, Ortadoğu’da en gelişmiş teknolojiler ile donatılmış Atom bombaları, Nötron, Hidrojen bombaları ve kimyasal silahları geliştirmiş olup, bunları kendi bekası için kendine ait olmayan topraklarda depolamıştır.
Bölgede olası çıkacak bir velvele savaşında İsrail ve bir başkası bu silahları bölge insanı üzerine atmaktan çekinmeyeceklerdir. Bu da, Ortadoğu’da kitlesel bir insan kıyımı demektir.
Uluslararası çeşitli uzmanların İsrail’in sahip olduğu Atom bombalarının sayısının 400 civarında olduğu üzerinde fikir bildirmekteler. Bu arada ABD hava kuvvetlerinin nükleer silahları engelleme merkezinin 2002 yılındaki bir raporuna göre, “İsrail’in 400’ü aşkın nükleer başlıklı Atom bombası bulunuyor” deniyor. Ayrıca İsrail’in bekası için, Almanya tarafından İsrail’e istihkam edilen ve en gelişmiş teknolojiye sahip 3 adet Dolfin adlı deniz altı füze fırlatan nükleer donanımlı gemiye sahiptir.
Bu silahların yanı sıra İsrail’in elinde 4500 kilometrelik hedefi vurabilecek Şafit füzeleri ile Doğunun dışında Avrupa’yı da tehdit eden silahlara sahiptir.
Zira uluslararası nükleer silahların üretimini ve geliştirilmesini yasaklayan, Nükleer Planlama Teşkilatının 6. Maddesi İsrail’e uygulanamıyor. Nedeni ise, İsrail’in nükleer silahları geliştirmesine başta ABD olmak üzere Batı merkezleri yardımcı olup, NPT’nin ilgili maddesinin İsrail üzerinde uygulanmasının dışında tutulması için yardım ediyorlar. Bu da ister istemez Batılıların çifte standartlı davrandıklarını gündeme getiriyor.
İsrail’in bölgede bir tehdit unsuru olabilmesi için, 1950’lerden sonra nükleer silah elde etmek amacıyla çıktığı pazar arayışında, Fransızlar İsrail’in bu arayışına yanıt vererek 1954 yılında nükleer teknolojiyi verdi ve Fransa desteğinde İsrail Dimona nükleer santralı kuruldu.
1966 yılında bu santralde ilk nükleer silahlar üretildi. İsrail bugüne kadar işgal ettiği topraklardaki çeşitli yerlerde olmak üzere 7 nükleer santrale sahiptir.
Başta İsrail’in elinde bulundurduğu kitle imha silahları Ortadoğu’nun tepesinde bir tehdit unsuru olmayı sürdürdükçe bölgede silahlanma ve silahlanmaya yapılan yatırımların önü alınmamış olacaktır.
Ortadoğu ülkeleri dünyanın en çok silah alan ülkeleri durumuna geldiği gibi, her yıl gayri safi milli gelirlerinin yüzde 6.2’sini silah alımına ayırtmaktalar. Bu vesileyle Ortadoğu topraklarını kitle imha silahları yığınına getiren Batılı güçler bölgeyi ve dünyayı tehdit etmeyi sürdürüyorlar. Bu silahların gelecekte toplumlar üzerinde kullanılması göz önüne getirildiğinde doğu topluluğunun telef olması kaçınılmazdır.
İran Atom bombasına sahip olsun demiyoruz. Ancak geçmişte İran’ı bu sevdaya yönlendiren Batının kendisi olduğu gibi ve İran etrafındaki komşularının böylesi yıkıcı bir silaha sahip olmaları, ister istemez İranlıları böyle bir sevdaya sürüklemiştir.
ABD ve müttefik Batı devletleri İran halkına karşı uluslararası hukuku öne sürüyorlar ama, İsrail vs. gibi devletlere yaptırımdan söz etmiyorlar. Bu da İranlıların deyimiyle “etrafımızda bu güçe sahip olan devletlere göz yumuluyor da, neden bize karşı çifte standart uygulanıyor” sorusunu gündeme getiriyor.
Batının bu çifte standartlı yaklaşımını İran topluluğu nezrinde “ulusal gurur meselesine” taşıyan İran İslam rejimi bu konuda halkı zinde tutmaya çalışıyor.
Akla gelen diğer bir soru da, ABD ve Batılı güçlerin bu silahların uluslararası yasalara aykırı olup olması değil, tersine ABD’ye yakın duran devletlerin bu güçe ve silaha sahip olması. Uzak duran Kore ve İran gibi ülkelerin kıstasa alınması da başka bir handikabı.
16 Temmuz 2006’da George Bush’un İran’ın kapı komşusu olan Hindistan’ı ziyaret ederek, “Hindistan üzerindeki ambargoyu kaldırdığını” açıkladı. G. Bush’un kafasının altında yatan bu stratejinin olgusu ise, insan zengini Hindistan’ı, Çin ve Rus pazarına terk etmemek ve İran’ın etrafını daraltma ve çevirme politikasıydı.
Özetle, İran’ın şu an “dik duruşu” ve bölgede bir bölgesel güç olmayı dayatan İran siyaseti başta ABD, İsrail ve kimi Avrupa devletlerinin yanı sıra bölge devletlerini de rahatsız etmektedir.
Ayrıca İran’ın Asya ve Ortadoğu bölgesinde kendi başına buyruk davranması, ister istemez “kontrolden çıkmış haydut” bir ülke olarak başta Beyaz Saray’daki savaş çetelerini ve kimi müttefiklerini de ürkütmektedir.
Bu vesileyle Ortadoğu’da doğacak yeni bir bölgesel güç ve otoriteyi, kendi başına buyruk bir sistemi, gelecekte başlarına musallat olmaması için şimdiden engellemeye çalışıyorlar. ABD Ortadoğu bölgesinde kendine kafa tutan ve onun stratejilerine, politikalarına çomak sokan ayrık otu gibi ayrı bir bölgesel gücün gelişmesine hem tahammül etmek istemiyor, hem de beyaz adamın dünya üstünlüğünün yanında böyle “haydut” birinin olmasından yana değil.
Beyaz Saray’daki savaş çetesinin elebaşları bölgeyi yıkıma sürükleyebilecek tutumlardan kaçınmıyorlar. Kaçınmadıkları gibi de saldırgan tutumları bölge üzerinde süreç içerişinde daha da kızgınlaşacak gibi görünüyor.
ABD ve müttefiklerine göre, İran bölgeyi tehdit eden “terörün merkez bankası” olarak tanımlanmakta. Hal böyle olunca da İran ve bölgeye yönelik Atlantik ötesi güçlü bir ittifakın oluşması için çabalayan Batılı güçler, “Doğunun haydut” devletlerini kendi nizam ve yönergelerine çekmek için saldırgan tutumlarını artırarak, bölgenin diken üzerinde yürümesini hedefliyorlar.
Öte yandan, Batı merkezlerinin başında bulunan rejimleri göz önüne getirdiğimizde, aşağı yukarı hepsinin sağa doğru kaydığını görmekteyiz. Velhasıl, ırkçı ve beyaz adam anlayışı üstünlüğü ile hareket eden ve dünyaya yön veren bu aparatın labirentinde, Doğu halkları adına hayırlı bir gelişim beklenmediği gibi dünya halkları adına da olumlu bir gelişim beklemek mümkün değil.
Sözün özeti olarak, ABD’nin 28 yıldır İran’a karşı uyguladığı yaptırımların yanı sıra Avrupa devletlerinin (Almanya ve Fransa’nın) İran’la “al gülüm ver gülüm” yaptıkları nükleer ve diğer ticari işbirliği göz önüne alındığında, hem ikili davrandıkları ortaya çıkıyor, hem de İran konusunda ötekiler anlayışı ile hareket ediyorlar. Zira sözü edilen Avrupa devletlerinin ötekiler anlayışından sıyrılıp İran ile var olan ticari ilişkiler babında süreci ele alıp ABD’den bağımsız davransalardı, İran ile sürdürdükleri müzakerelerde en azından makul bir inisiyatif ortaya çıkardı. Bu olmadı. Geçmişte olduğu gibi, bu kez de Atlantik ötesi ittifak Doğunun zengin fosil kaynaklarına karşı oluşturuluyor.
Sonuç itibarıyla, Doğu’daki insan sayısından fazla olan silahlar, insanlığın geleceğini karartan A
tom silahlarına sahip bölge devletlerinden hiç birine yönelik baskı söz konusu değilken, İran’a yönelik sürdürülen çifte standartlı süreç her ne olursa olsun onların deyimiyle adaletsizliğin kendisidir.
Eğer İran’a yönelik işletilen süreçte, ölüm silahlarının yok olması hedefleniyorsa, başta İsrail’in Ortadoğu halklarını tehdit eden ve Doğunun toprakları altında emperyalist merkezlerin sakladıkları Atom başlıklı silahların topluca imhası neden hedeflenmiyor.